Dünyevi bilgi ve malumatın ebedî hayatımıza faydalı olması mümkün müdür? | 3. Kısım
Soru: Vahiy dışı bilgi alanı veya vahiyden beslenmeyen teoriler alanı olarak felsefe, sosyal teoriye dayalı ideolojik kitaplar, felsefî, ideolojik ve benzeri akımlarla ilgili teorileri okumak insan düşüncesini ister istemez belli bir oranda etkiliyor. Bizim geleneğimizde de felsefe ve benzeri bilgi alanları okumakla ilgili olarak; öncelikle kendi kaynaklarımızı okuyup sağlam bir zihinsel filtre oluşturduktan sonra o eserleri o filtreden geçirmek suretiyle okumaya pek olumsuz bakılmaz. Bu gibi eserleri veya fikirleri okumak gerçekten zararlı ise hem bu eserleri okumak hem de bu zararlardan korunmak için nelere dikkat etmeliyiz?
Cevap: Bir Müslüman ve mümin elbette imanına dair bilgilerini esas alarak yeni bilgileri kontrol etmelidir. İmani olarak yakîn sahibi olduğu veya kesin bildiği şeylerle de imanını yanlış etkilerden korumaya çalışmalıdır.
Ancak mesele bu kadar basit ve tek boyutlu değildir. Öncelikle vahiy dışı bilgi alanı dediğimiz tam olarak nedir? Bunun net bir şekilde belirlenmesi lazım.
Geçmiş ulemamız, özellikle de Bediüzzaman ve İmam Gazali gibi isimler bu alana kısaca “felsefe” demektedirler. Yani felsefe deyince, Kur’an ve sünnete dayanmayan veya onlardan beslenmeyen her türlü felsefî ve bilimsel bilgi birikimi anlaşılmaktadır.
Bugün ise bu alana “Batının bilgisi” nazarıyla bakılmaktadır. Çünkü özellikle Descartes ve Newton’dan sonra Batıda “bilimsel devrim” dediğimiz bir süreç başlamış, eşya ve hadiselere, tabiata, evrene, insana ve ilgili bütün alanlara geçmiş yüzyıllardaki zihinsel yaklaşımdan farklı bir yaklaşımla bakılmaya başlanmış, farklı bir yöntem geliştirilmiş, bu da zamanla “bilim” denilen alanı oluşturmuştur. Böylece yeni bir paradigma ortaya çıkmıştır.
Eğer bu paradigmanın tümüne “Batının bilgisi” veya “Batı felsefesi” yahut “bilim” diyeceksek bu isimlendirmeler fazlasıyla geniş ve genellemeci olacaktır. Çünkü söz konusu konseptin içine Batının bilgisinin tamamının girmesiyle beraber bunun kendine ait alt başlıkları vardır. “Bilim”, yani gerçek anlamıyla araştırma ve gözleme dayalı, araştırmanın, deneylerin ve gözlemlerin başlangıçtaki hipotezde tutarsızlık kalmayana kadar devam ettirilmesi sonucu ulaşılan realitenin bilgisi anlamında bilim (pozitif bilimler) bu alt başlıklardan birisidir. Fizikten kimyaya, istatistikten biyolojiye kadar geniş bir alan bu başlığın kendi maddeleri olarak sayılabilir.
Bunun yanında pozitif bilim dalları içinde sayamayacağımız, neyin nasıl olduğunun yanında nasıl olması gerektiğiyle de ilgilenen, “normatif bilimler” olarak adlandırılan veya normatif yönü daha ağır basan sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, bir yönüyle tarih ve hukuk gibi disiplinler vardır. Bunlara bazen beşerî bilimler, sosyal bilimler gibi adlar verilmesinin yanında “tin bilimleri” diyenler de olmuştur. Bu da bu alanlarda objektif doğrulardan ve gerçeklerden çok kişisel, toplumsal, tarihsel ve kültürel doğruların, sübjektif yorumların hâkim olduğunu göstermektedir.
Bu ikisiyle nadiren kesişse de genellikle hayatı anlamlandırma, insanın varlığına dair anlam arayışları ile ilgili meseleler ise bazen felsefe, bazen sosyoloji ve psikoloji, bazen edebiyat alanlarında kendini gösterir. Ama daha çok disiplinler arası diyebileceğimiz farklı alanlar da oluşmuştur. Örneğin İrvin Yalom’un psikoterapi ile edebiyatın imkanlarını bir arada kullanarak yazdığı kitaplar, Heidegger’in kendi varoluşçu görüşlerini edebî üslupla anlatmaya çalıştığı eserleri, Sartre’ın romanları veya diğer kitapları, sosyalist teoriye bağlı tarih ve sosyolojinin bir arada işlendiği kitapları da bu kategoride değerlendirebiliriz. Bu kategoride genel olarak dinlerin, özel olarak da Kur’an ve sünnetin öngördüğü bakış açısına ters görüşlere rastlamak fazlasıyla mümkündür.
Bu durumda örneğin “pozitivizm” üzerinden bir sorgulama ve açılım yapalım.
Pozitivizm kavramı bilindiği üzere gerçek, kesin, olumlu gibi anlamlara gelen pozitif kelimesinden türetilmiş olup deneye ve gözleme dayanan bilginin (bilimsel bilginin) tek gerçek ve geçerli bilgi türü olduğunu, metafiziği, sezgiyi ve dogmaları bilimsel etkinlik alanından uzaklaştıran, bilinebilir şeyler olarak sadece maddi olguları ele alan bir dünya görüşü, felsefe akımı veya öğreti olarak tanımlanır. Metafizik ve dogmalar ile sezgiyi dışladığı, dolayısıyla dini bilginin kaynağını bilgi kaynağı olarak kabul etmediği için de ilk dönemlerde Müslümanlar tarafından bazen sert bazen daha düşük seviyede bir tepkiyle karşılanmıştır.
Bu bağlamda, okuduğumuz kitaplarda veya diğer metinlerde pozitivist temelli önermelere ve düşüncelere karşı nasıl yaklaşılabileceğine dair bir sıralama yapalım:
Birincisi: Bir insan karşısına yeni çıkan herhangi bir bilgiye karşı kesin ve kendinden fazlasıyla emin bir şekilde “Benim daha önce bildiğim, edindiğim tüm bilgiler, değerlendirdiğim tüm yorumlar mutlak doğrudur, bu kitaptaki her şey ise yanlıştır.” gibi bir nazarla bakarsa yeni bir şey öğrenemez. Bu tavır kendini öğrenmeye kapatmaktır.
Bizim geleneksel eğitimimizde (formel ve informel eğitimimizde) böyle bir özellik vardır. Bu eğitimi ister imam hatip okullarından, ister Kur’an kurslarından, ister ailemizden, ister mensubu olunan bir gruptan almış olalım, genellikle edindiğimiz yöntemin dışında başka şekilde düşünemez, üretemez, yorumlayamaz ve değerlendiremez bir haldeyiz. Bunun farklı nedenler yanında bir nedeni de edindiğimiz bilgi ve yöntemin dışındaki bilgi ve yöntem türlerini toptan reddetmeye odaklı bir niyetin, bakış açısının katılığıdır ve bu da bir cins taassuptur. Yeni ve farklı bilgilere karşı kapalı olduğumuz için de zihnimiz miladî 1100-1200’lerde kalmış, donmuş gibidir.
İkincisi: “Gerçek bilgi sadece olguların bilgisidir. Bu bilgiye de ancak deney ve gözlem yoluyla ulaşabiliriz.” önermesi ile “Şuur, insan beynindeki sinir hücrelerinin maddi etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan bir durumdur.” önermesini ele alalım.
Bu iki önermenin ortak noktası sadece maddi olarak araştırılabilen, üzerinde deney yapılabilen olguları gerçek kabul eden bir bakış açısının ürünü olmasıdır.
Burada hemen şu ayrımı yapmış olmamız lazım: Bu önermelerde pozitif olmayan, maddi olarak araştırılamayan ve üzerinde deney yapılamayan unsurlar tamamen çalışma alanının dışında bırakılmıştır. Buna bir çeşit metodolojik pozitivizm diyebiliriz.
Diğer yandan bu cümlelerde söylenmeyen ama alt metin olarak bir varsayımı içeren şöyle bir önerme daha vardır: Yalnız maddi olarak araştırılabilen ve üzerinde deney yapılabilen şeyler vardır. Bunların dışındakiler yoktur. Buna da bir cins ontolojik pozitivizm diyebiliriz.
İkinci cümlenin bir adım ötesi “Sadece maddi şeyleri varsaymalıyız” cümlesidir. Buradaki varsaymak bir cins adem-i kabuldür. Yani kabul-ü adem değildir. Yokluk iddiasında bulunulmamaktadır ancak varlığın sınırları bir varsayıma dayandırılarak çizilmektedir ve bu alanla ilgilenileceği, diğer alanların yok sayılacağı söylenmektedir. Çoğumuzun Papua Yeni Gine’yi yok saymamız gibidir bu. Hiçbirimiz oraya özellikle gitmek istiyor değilizdir. Oranın kültürünü öğrenmek aklımızdan geçmez. Oranın parasına yatırım yapmayız. Günlük hayatımız içinde Papua Yeni Gine yokmuş gibi davranırız. Bu iddia da buna benzer bir yok saymadır.
Bunun bir adım ötesi ise; “Ancak ve ancak maddi olgular vardır, başka şeyler yoktur.” cümlesidir. Bu da pozitivizm süsü verilmiş bir metafizik önermedir. Çünkü neyin var ve neyin yok olduğuna dair bir hüküm kurulmaktadır. Dolayısıyla bir inancın, birileri tarafından var sayılan veya gerçekten var olan şeylerin yok olduğuna dair bir inancın ifadesidir. “Pozitif olmayan şey yoktur” demek pozitif olmayan şeylerin yok olduğuna inanmak demektir. Çünkü bu konu iddia sahibinin kendi kabul ettiği çalışma alanı olan deney ve gözlem alanına (yokluk gözlemlenebilir ve üzerinde deney yapılabilir bir alan olmadığı için) girmez.
Bütün bunların yanında pozitivizmin bir bilimsel yöntem olarak çok faydalı olabileceği yerler de vardır. Hatta sözlük anlamıyla İslami ilimler tarihindeki ilk pozitivistler hadisçilerdir.
Örneğin; “Bir Müslüman, yanında bulunmayan bir din kardeşi için dua ederse, mutlaka melek ona, “Aynı şeyler sana da verilsin.” diye dua eder.”1 hadis-i şerifini ele alalım. Burada başkalarının pozitivizm dışı olarak görebileceği bir pozisyon seçebilir ve “Benim nazarımda Efendimiz (sav) metafizik bilgilerin kaynağıdır ve O bu konuda ne demişse doğrudur.” diyebilirsiniz. Ancak önemli olan Efendimiz’in (sav) gerçekten böyle bir sözü söyleyip söylemediğidir. Meselenin bu kısmında ise örneğin İmam Buhari “Ben ancak ve ancak; hafıza ve anlayış bakımından güçlü olan, Müslüman ve dürüst oldukları dışarıdan belli olan, birbirleriyle mutlaka görüşmüş insanların birbirlerinden yaptıkları hadis rivayetlerini doğru kabul eder ve kitabıma alırım.” der ki bilimsel bir yöntem olarak gayet de pozitivist bir tavırdır.
Hatta Efendimiz’in (sav) “Ben insanların kalplerini yarmakla ve iç hallerini deşmekle emrolunmadım.” hadisini şöyle bir olay münasebetiyle ifade buyurduğu anlatılır: Bir ganimet dağıtımı sırasında birisi Efendimiz’e (sav) gelerek adaletli davranmasını ve Allah’tan korkmasını söyler. Bu aslında son derece küstah bir tavırdır. Efendimiz ise herhangi bir cezalandırma hatta kınama yoluna gitmeden “Ben yeryüzündeki insanların Allah’tan korkmaya en layık olanı değil miyim?” buyurur. O sırada orada bulunan Halid b. Velid ve Hz. Ömer gibi sahabeler bu küstah şahsın cezalandırılmasını isterler. Efendimiz (sav) tam bir nebî tavrıyla “Belki ileride namaz kılan birisi olur.” diyerek buna izin vermez. Yine orada bulunan sahabelerden bazıları “Nice namaz kılanlar var ki kalplerinde olmayanı söylerler.” der. Efendimiz de (sav) bunun üzerine “Ben insanların kalplerini açmak, karınlarını yarmak (iç dünyalarını araştırmak) için emrolunmadım.” buyurur.2 Hatta o küstah şahsın münafıklardan olduğu da bazı kaynaklarda bir yorum olarak geçer ancak burada önemli olan Efendimiz’in (sav) ortaya bir ölçü koymuş olmasıdır ki bu da insanların zahiri hallerine göre; yani somut, gözlemlenebilir, pozitif özelliklerine göre değerlendirilmeleri gerektiğidir. Bunun da gayet “pozitif” bir tavır olduğu açıktır. Ayrıca bu hadis ve benzeri temeller üzerine İslam Hukukunda, hükümlerin zahire göre verileceği, yani gözlemlenebilen durumlar üzerine hüküm verileceği kaidesi yerleşmiştir. Yani İslam hukukunda adaleti sağlama çabaları içinde tam bir pozitif yöntem hakimdir.
Dolayısıyla Batı Felsefesi geleneği içinde birilerinin “Sadece deney ve gözlem yoluyla açıkça kanıtlanabilen şeyler doğru ve gerçek kabul edilmelidir.” demesinin Müslümanların imanına doğrudan bir zararı yoktur. Çünkü bu pozitivist ilke, ayetlerin anlamları ve bağlamları ile hadislerin sıhhatine dair delil getirme konusunda uygulanabilir bir yöntem olarak ele alınabilir.
Not: Yazı dizisinin üçüncü yazısı burada sona ermektedir. Serinin dördüncü yazısı yarın internet sitemizde yayımlanacaktır.
1 ) Müslim, Zikir 86
2 ) Müslim, Zekat, 142-148