İki Ömerden Birisi | 3. Kısım
Not: Bu yazı, “İki Ömer'den Birisi” başlıklı yazı dizisinin üçüncü yazısıdır. Serinin ikinci yazısına buradan erişebilirsiniz.
Altıncısı: Her insan kendine özgü kabiliyetlerle donatılmıştır. Bu nedenle her insan kendi başına diğer insanlardan farklı bir alemdir. Dolayısıyla insan kendisini başkalarıyla karşılaştırmamalıdır.
Hayata başlangıç şartları açısından insanlara verilen nimetlerin dağıtımına baktığımızda bazı insanları daha avantajlı görebiliriz. Kimimiz için zengin bir ailede doğmak yahut içine doğulan sosyal çevrenin eğitimli, zengin, kalbur üstü insanlardan oluşması her şeyden daha önemli görünebilir. Kimimiz için güzellik veya fiziksel güç daha önemli, kimimiz için de zeka, disiplin, irade gücü gibi hususlar daha ön planda olabilir. Kimimiz öfkesine sahip olamazken, kimimiz öfkelenince dengemizi koruyabiiriz. Kimimiz birkaç saatlik çalışmayla bir sınavda dereceye girecek kadar başarılı olabilmekte, kimimiz ise günün en az yarısında çalışırsa aynı başarıya ulaşabilmektedir. Kimimiz günde 12 saat çalışarak ancak karnını doyurabilmekte, kimimiz günde birkaç saatlik mesaiyle başkalarının 1 aylık çalışmayla elde edebileceği kazanca erişebilmektedir. Kimimiz “Ben teheccüte başlayayım artık.” der ve bir anda her gece rahatlıkla teheccüte kalkabilir. Kimimiz belki yüz defa teheccüte kalkmaya niyetlenir ancak birkaç kere kalkmayı başarabilir. Kimimiz “Ben artık harama bakmayacağım ve gıybet etmeyeceğim.” deriz, bir daha asla harama bakmaz ve gıybet etmeyiz. Kimimiz ise bu konuda yüzlerce defa düşüp kalkabiliriz.
Bu gibi durumlarda meselelere “adalet” veya “hakkaniyet” açısından bakmak, “Başkası niye kolayca teheccüte kalkıyor da ben kalkamıyorum?”, “Başkası neden birkaç ayda yabancı dil öğreniyor da ben öğrenemiyorum?” diye düşünmek hem dünyevi hem uhrevi anlamda enerji kaybına yol açacağı gibi kişinin kendisini de vebale sokacaktır.
Allah Teala nimetlerini -tabiri caizse- rastgele dağıtmaktadır. Buradaki rastgele tabiri herhangi bir hikmet gözetmemek veya hesaplamamak anlamına gelmez. Bizim bakış açımızdan “rastgele” gibi göründüğü için bu şekilde ifade ettik. Hakikaten de örneğin bir bölgeye yağan yağış miktarını ölçmek için bir grafik çizmeye çalışsak ve ölçümlerimiz, gözlemlerimiz sonucu çizdiğimiz grafik sonucu “Bu bölgeye yağışlar rastgele yağmaktadır.” gibi bir sonuca ulaşmamız mümkündür. Çünkü yağışların zamanını, tam sebeplerini gözlemlememiz pek mümkün değildir. Aynı şekilde Allah Teala’nın nimetlerini dağıtmadaki iradesini, hikmetini de gözlemlememiz, O bildirmedikçe anlayıp çözümlememiz her zaman mümkün değildir.
Bizim “iki insan” dediğimiz şey temelde iki farklı varlıktır. Bu iki varlık birbirleriyle kardeş de olsalar hatta ikiz de olsalar, benzer genetik mirasa ve benzer sosyal şartlara da sahip olsalar aslında ayla güneş kadar farklı varlıklardır. Her birisi için farklı kanunlar ve kaideler işlemektedir. Dolayısıyla her ikisinin de hayat tecrübesi bambaşka olacaktır. Bu sebeple iki kardeşi birbiriyle kıyaslarken aslında bir timsah ile bir elma kurdunu kıyaslıyor gibi oluruz.
O hâlde iki insanı birbiriyle karşılaştırmak anlamsız bir davranıştır. Bu iki insandan birisinin kendimiz olması durumu değiştirmemektedir. Yani “O da çalışıyor ben de çalışıyorum ama o yabancı dili kolayca öğrenebiliyor ben çok zorlanıyorum.” diye düşünmek ve bunu bir hakkaniyetsizlik, adaletsizlik olarak görmek son derece yanlıştır.
Allah Teala’nın tecellileri de fiilleri de yaratmaları da böyle işlememektedir. Yani insanların şikâyet ettikleri karşılaştırmalar aslında her şeyin eşit dağıtılması gerektiği şeklinde örtük bir varsayımdan kaynaklanır. İnsanlar genellikle kendilerinde eksik olana odaklandıkları, başkalarına nazaran kendilerinde daha fazla olanı pek önemsemedikleri için de bu şikayetlerini artırabilmektedirler. Ancak bu şikayette ısrar insanın içini karartmaktan, enerjisini sömürmekten başka işe yaramayacaktır. İleri gidince de Allah Teala’ya karşı suizanlara neden olacağından kişinin imanına zarar verebilecektir.
Bu nedenle insan bir başkasında hoşuna giden bir nimeti gördüğünde “Maşaallah, Barekallah” demeli, “Bu nimet neden bende yok?” diye düşünüp Allah Teala’nın takdirini ve nimet dağıtımındaki hikmetini itham etmemelidir.
Meselenin konumuzla ilgisine gelince: Amr bin Hişam ile Ömer bin Hattab’ı (ra) aynı temelde, aynı değişkenlere göre karşılaştırmak sağlıklı sonuçlar vermeyecektir. Her ikisi kendine özgü başlangıç şartlarıyla doğmuş, kendine özgü karakterleri olan insanlardır ve kendilerine özgü değişkenlere sahiptirler.
Yedincisi: Efendimiz’in (sas) Ebu Cehil’in kesinlikle iman etmeyeceğini bildiği için böyle dua etmesi ihtimal dahilinde değildir. Çünkü böyle bir ihtimal bizzat duanın kendisiyle çelişmektedir. Efendimiz (sas) eğer Ebu Cehil’in iman etmeyeceğinden emin olsaydı veya bunu kesinlikle bilseydi duasına Ebu Cehil’i dahil etmezdi.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Hz. Peygamber (sas) insanları iç dünyalarıyla da çok iyi tanımaktadır. Efendimiz’in (sas) abes cümle sarf etmeyeceği, hele abes bir dua etmeyeceği de düşünülünce ve Ebu Cehil’de bir kabiliyet görmemesi durumunda, hatta Ebu Cehil’in iman etmeyeceğini kesinlikle bilmesi durumunda böyle bir dua etmesi de bir yönüyle abes olacağından baştaki ihtimali devre dışı bırakabiliriz.
Ancak şu kuvvetli bir ihtimaldir: Efendimiz (sas) Amr bin Hişam ve Ömer bin Hattab’ta diğer insanlardan daha fazla güç ve netlik, bir yola girince o yolun hakkını verme, imanı ve İslam’ı hakkıyla anlayabilecek kabiliyeti görmüş ve bu ikisinden en az birinin hidayeti için dua buyurmuştur.
Sekizincisi: Meselenin bir diğer yönü şudur ki: Efendimiz (sas) Mekke döneminde güç kullanılmasına izin vermemiştir. Bilal-i Habeşi (ra) yahut Ammar bin Yasir (ra) gibi toplumsal açıdan görece daha zayıf denilebilecek Müslümanlar zaten güç kullanamazlardı ancak Hz. Ebu Bekir (ra) de dahil olmak üzere Hz. Hamza (ra), Sad bin Ebi Vakkas (ra) gibi nice isimler vardır ki böyle bir izin verilmiş olsaydı rahatlıkla güç kullanabilirlerdi. Çünkü bu insanlar savaşmayı da bilen insanlardır. Fakat bu izin Medine’de gelecektir.
Bu bağlamda manevi bir kaideye işaret edildiğini söyleyebiliriz:
Ekstra inayet ancak ekstra bir zahmetten sonra gelebilir. Dolayısıyla mesela bizler bir konuda hemen hiç çalışmadan, gayret göstermeden Allah Teala’dan sadece kavlî olarak başarı istesek bu duamız kabul edilmeyebilir. Örneğin hayatının bir döneminde ailesinin yeterli geliri olduğu için çalışmayan bir insan bu gelir kesilince çalışmaya ihtiyaç duyabilir. Bu insan sadece “Allah’ım bana her ay şu kadar gelir gönder!” diye dua etse bu duası kabul edilmeyebilir. Ancak sonuçta bulamasa bile sadece iş arasa, bir kursa gitse ve meslek edinmeye çalışsa, yine iş bulamasa, yani sadece iş arayıp meslek edinmek için çabalasa, herhangi bir işte çalışmaya henüz başlayamasa, bu durumda oturup dua etse işte o zaman duası kabul edilmeye daha yakın olacaktır.
Bu manada Mekke’de müminler belli bir dereceye kadar zahmet çektikten sonra böyle bir güce kavuşulacağı için Efendimiz (sas) müminlerin artık güçlü olması yahut güç kullanmaya hak kazanıldığı düşüncesiyle de böyle bir dua etmiş olabilir.
Böyle bir kaide olmasaydı ne olurdu?
Efendimiz (sas) tebliğe başladığı ilk günden itibaren hiç çaba göstermeden sadece dua eder ve hidayeti için dua ettiği herkes İslam’ı kabul eder, mesele kalmazdı. Fakat işler böyle yürümemektedir. Bu alemde gördüğümüz maddi kanunlar gibi manevi kanunlar da vardır ve meseleler o kanunlara göre işlemektedir.
Örneğin Eylül’de ekilmesi gereken bir tohum cinsi Haziran’da ekilmiş ise o tohum muhtemelen tutmayacaktır. Ancak Eylül’de ekildikten ve gerekli bakımı yapıldıktan sonra aynı zamanda dua da edilirse hem o tohum yetişecek hem Allah’ın izniyle bereketli olacaktır.
Efendimiz (sas) de hem maddi kanunlara hem de manevi kanunlara ittiba ile birlikte böyle bir dua etmiş olabilir diyebiliriz.