10 dk.
28 Ekim 2023
İki Ömerden Birisi | 2. Kısım-gorsel
Youtube Banner

İki Ömerden Birisi | 2. Kısım

Not: Bu yazı, “İki Ömer'den Birisi” başlıklı yazı dizisinin ikinci yazısıdır. Serinin ilk yazısına buradan erişebilirsiniz.

Üçüncüsü: Efendimiz (sas) genel olarak duaları kabul edilen bir insan, bir kul, bir peygamberdir. Ancak Onun bütün dualarının derhal kabul edilmesi şeklinde bir durum yoktur. Örneğin Uhud savaşı sırasında Efendimiz (sas) yaralandığı zaman “Kendilerini Allah’a davet eden peygamberlerinin başını yarıp dişini kıran bir kavim nasıl felah bulur?” deyince “Bu konuda sana ait bir iş yoktur. Allah isterse onlara tevbe nasip eder ve bağışlar, isterse kendilerine zulmettikleri için onları cezalandırır.”1 ayeti nazil olmuştur. Aynı ayetin bir başka nüzul sebebi olarak Efendimiz’in (sas) Uhud savaşı sırasında bazı müşriklere beddua etmek istemesi hatta beddua etmesi de gösterilir.2

 

Diğer yandan “Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir!”3 ayeti zaten hidayetin Efendimiz’in (sas) değil Allah Teala’nın tekelinde olduğunu açıkça belirtmektedir. 

 

Dolayısıyla Efendimiz’in (sas) bir kişinin hidayetini istemesiyle o kişiye hidayet nasip edilmesi arasında doğrudan bir orantı yoktur. Böyle olsaydı Efendimiz’in (sas) inanmadan vefat eden akrabaları iman etmiş olurlardı. Hatta Efendimiz’in (sas) hidayetini istemeyeceği herhangi bir kimse olmadığı ve olmayacağı için hidayete ulaşamayan kimsenin kalmaması gerekirdi.

 

Bir insanın hidayete ermesinin, mümin olmasının dinamikleri çok farklıdır ve sadece Efendimiz’in (sas) duasına bağlı değildir. Elbette Efendimiz’in (sas) duası çok kıymetlidir. Ancak Allah Teala hidayetin sadece kendi elinde olduğunu defaatle beyan buyurmuştur.

 

Sonuçta Efendimiz’in (sas) hidayet duası ettiği veya hidayetini ciddi manada istediği ancak hidayet nasip olmayan kişiler olmuştur. Bu nedenle “Efendimiz (sas) Amr bin Hişam için dua etmiş olsaydı o da Müslüman olurdu, cennete giderdi.” şeklinde düşünmek yanlış olacaktır. Demek ki kişinin kendi iradesini kullanması, hakikat karşısındaki dürüstlüğü, benliğini aşabilmesi gibi noktalar varken sadece bir dua ile iman nasip olmayabilmektedir. Çünkü Efendimiz’in (sas) bir dua insanı olduğunu, istediği her şeyi Allah’tan istediğini, dünyada iken insanların hidayetinden daha fazla bir şeyi isteyemeyeceğini biliyoruz. Bu nedenle Efendimiz’in (sas) hidayeti uğruna çaba gösterdiği insanların hidayetleri için dua etmemiş olabileceğini de düşünemeyiz. Ancak iman etmeden ölüp giden pek çok insanın varlığını da biliyoruz. O halde hidayet konusunda esas olanın kişinin kendi iradesi ve eğilimi, potansiyeli olduğu da ortaya çıkacaktır.

 

Dördüncüsü: Amr bin Hişam iman etseydi Ebu Cehil yerine Ebu’l Hakem mi olacaktı? 

 

Evet, hakiki bir imana erseydi aynen öyle olacaktı. Çünkü Allah Teala insanlara esas olarak her iki yönde, iyilik ve kötülük, doğruluk ve yanlışlık, güzellik ve çirkinlik yönlerinde kullanabilecekleri istidatlar vermiştir. Gücü ve imkanıyla insanlara zarar veren ancak iman ettiğinde gücünü ve imkanını insanların haklarını korumak için kullanan insan aynı olmayacaktır. Zenginliğini şöhrete, eğlenceye, sefahate harcayan bir insan iman ettiğinde bir infak kahramanına dönüşebilecektir. Hitabet kabiliyetini veya edebiyat yeteneğini kitleleri manipüle etmek için kullanan bir insan hidayete mazhar olduğunda bu kabiliyetini insanlara hakikati daha güzel anlatmakta kullanan bir kalem mücahidi olabilecektir. 

 

İnsanlara verilen kabiliyetler her zaman çift yönlüdür ve hangi amaçla kullanıldığına göre kıymet kazanır. Bu konuda genetik özelliklerin katkısı olabileceği gibi kişinin mizacının da katkısı olabilir. Böylece bir insanın şerde gösterdiği kabiliyet onun aslında hayırda da benzer bir kabiliyete sahip olabileceğini gösterir. Bu bağlamda örneğin Ebu Cehil aslında kitleleri yönlendirmede, insanları ikna etmede, organizasyon oluşturmada, herhangi bir konuda ısrarlı ve azimli davranmada oldukça kabiliyetli bir insandır. Eğer iman etmiş olsaydı o kabiliyetlerini İslam için kullanmış olacaktı ve bu yönüyle kendisine Ebu’l Hakem demek gerekecekti denilebilir. Bunun somut bir örneği Hz. Halid bin Velid’dir (ra). İman etmeden önce Müslümanları oldukça zorlayan, zeki, cesur ve güçlü bir komutandır. İman ettikten sonra da bu kabiliyetleri yok olmamış, onları İslam adına kullanmıştır. 

 

Ayrıca Efendimiz (sas) tebliğe başlamadan önce Mekke’nin önde gelenlerinden iman edenler aynı zamanda ashabın da önde gelenleri olmuştur. Efendimiz (sas) de bu bağlamda “İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidir. Onların cahiliyede hayırlı ve değerli olanları, İslam’ı kavramak, dini emirleri anlayıp amel etmek kaydıyla İslam devrinde de hayırlılarıdır.”4 buyurur. 

 

Demek ki Allah Teala’nın bireylere verdiği nimetler genellikle ve esas itibariyle nötrdür. Sahip olunan kabiliyetlerdeki negatif ve pozitif yük miktarı adeta eşittir. Bu kabiliyetlerin kullanımları esnasında niyet, amaç veya hedefler bu nötr kabiliyetlerin hayır veya şer olmasını sağlarlar.

 

Burada atlanmaması gereken bir husus da şudur: Şayet Ebu Cehil iman etmiş olsaydı, iman etmesinin önündeki engelleri aşacak bir iradeyi de ortaya koymuş olacaktı. O hâlde “Ebu Cehil iman etmiş olsaydı Ebu’l Hakem olurdu ve dinde fakih olmak yani dini iyi ve doğru anlayıp amel etmek kaydıyla ashabın da büyüklerinden olurdu.” denilebilir.  Ancak bu önermenin de ikinci maddede açıklanan “Şöyle olsaydı böyle olurdu.” şeklindeki tutarsız ve anlamsız bir önermeye dönüşmemesi için “Gaybı bilemeyiz.” dememiz gerekir. Ancak buradaki gayb eldeki verilere yani yukarıda zikredilen hadis ve açıklamalara göre kısmen bilinebilir bir hâle gelmektedir.

 

Beşincisi: Bizler olayların öncesini ve sonrasını hesaba katmamaya meyilli olabiliriz. Ancak bu meselede “Efendimiz (sas) niçin böyle bir dua etmiş olabilir?” diye sorduktan sonra Efendimiz’in dua konusundaki ciddiyetini, insanları tanımadaki kabiliyetlerini de düşünmemiz gerekecektir. Evet, Efendimiz (sas) nübüvvetinden önce de zeki, insanları her yönüyle tanıyan bir insandır. Nübüvvet ile serfiraz kılındıktan sonra Allah Teala’ya teveccühünde gösterdiği ciddiyet, hidayetin ve duanın ne demek olduğu konusundaki derin kavrayışı zaten malumdur. Bu durumda Efendimiz (sas) başka birileri için değil de Amr bin Hişam ve Ömer bin Hattab (ra) için dua etmiş ise bu iki insanda hidayete yönelik bir kabiliyet gördüğü içindir. Çünkü Efendimiz (sas) rast gele hareket eden, -haşa- bizim gibi içgüdülerinin anlık yönlendirmelerine kapılan bir insan değildir.

 

Hem Amr bin Hişam’da hem Ömer b. Hattab’da iman etmeye dair bir kabiliyet vardır çünkü böyle bir kabiliyet her insanda en azından potansiyel olarak mevcut bulunur. Ancak o potansiyeli kendi iradesi ile kullanıp kullanmamak kişinin kendi bireysel tercihidir. Bu bireysel tercihi Hz. Ömer (ra) pozitif manada kullanmış, Amr bin Hişam ise negatif manada kullanmış, yani kullanmamayı tercih etmiştir. Bu nedenle de hidayet Hz. Ömer’e (ra) nasip edilmiştir denilebilir.

 

Efendimiz’in (sas) söz ve fiillerini, tercihlerini değerlendirirken bakış açımızı derin ve geniş tutmamız gerektiğini söylemeliyiz. Çünkü Efendimiz (sas) hakikaten bizden çok daha farklı bir ufkun sahibidir ve davranışlarının, tercihlerinin arkasında bizim bazen ufkumuzu aşabilecek, görüş alanımızın dışında kalabilecek hikmetler bulunabilmektedir.

 

Örneğin, Huneyn zaferinden sonra Efendimiz (sas) ganimet mallarını taksim ederken özellikle müellefe-i kuluba fazlaca mal ayırmıştır. Cuayl bin Süraka (ra) ise Huneyn seferine de katılan fakir bir sahabidir. Efendimiz (sas) Hz. Cuayl’e herhangi bir pay vermez. Ancak Safvan bin Ümeyye, Ebu Süfyan, Uyeyne bin Hısn gibi henüz yeni Müslüman olmuş veya Müslüman olmaya çok yaklaşmış, zengin ve itibarlı insanlara fazlasıyla ganimet malı verir. Bizler bugünden böyle bir tabloya bakınca Hz. Cuayl’in (ra) o ganimet mallarını Safvan bin Ümeyye veya Ebu Süfyan gibi isimlerden daha fazla hak ettiğini düşünebilir, Efendimiz’in neden Hz. Cuayl’e hiçbir şey vermediğini anlamayabiliriz. Sad bin Ebu Vakkas (ra) da Efendimiz’e bunun sebebini sormuştur. Efendimiz de diğer isimlere onları İslam’a ısındırmak için fazla pay verdiğini, Cuayl’in (ra) ise imanına zaten güvendiğini, Cuayl’in onlar gibi dünya dolusu adama bedel olduğunu söylemiştir.5

 

Görüleceği üzere Efendimiz’in (sas) davranışları ve tercihlerinin arkasındaki niyet ve hikmet bizim ufkumuzu aşabilmektedir. Efendimiz (sas) ganimet mallarının dağıtımını yaparken bazı insanların zengin olmasını bazılarının da fakir kalmasını istiyor değildir. Yani bu dağıtım, ekonomik motivasyonlarla yapılan bir dağıtım değildir. Efendimiz için bir insanın hidayete gelmesi dünyadaki her şeyden daha önemli ve değerlidir. Bir kabilenin önde gelenlerine dağıtılacak pay ise sadece o kabile reisinin kalbini değil kabile fertlerinin de kalbini İslam’a ısındırma vesilesidir. Bir insan yüz koyun veya elli deve hediye edilerek İslam’a ısındırılabilecek ise Efendimiz bunu hiç düşünmeden yapacaktır. Çünkü bir insanın iman etmesi, namaza başlayıp Kur’an okuması ve o istikamette yaşaması değil yüz koyun veya yüz deve, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha önemli ve hayırlıdır. Bu noktada imanından emin olunan, kendisine maddi bir şey verilmediğinde bu durum imanına olumsuz etki etmeyecek, “Ben neden geri planda bırakıldım?” diye düşünmeyecek, “Kendisine pay verilenler Müslümanlara eziyet ederken ben bu davanın çilesini çekiyordum.” diye alınganlık göstermeyecek bir mümine ganimetten pay verilmemesi de haksızlık olarak değerlendirilemez. Çünk Hz. Cuayl (ra) kalitesinde imana sahip olanlar bilmektedirler ki kendilerine asıl mükafat ahirette zaten fazlasıyla verilecektir. Bu dünyanın koyunu veya devesi, makam veya mansıbı, kariyeri veya itibarı, altını veya gümüşü, parası veya hazineleri bu noktada bir hiçtir.

 

Demek ki Efendimiz’in (sas) davranışları, tercihleri, kararları veya hareketlerinin arkasında bir değil en az birkaç hikmet bir arada bulunmaktadır. Bizim gibi tek boyutlu düşünen, hadiselere sadece kendi açısından bakan insanlar Efendimiz’in (sas) hareketlerini, kararlarını, davranışlarını değerlendirirken büyük ihtimalle dışarıda bıraktıkları boyutları en azından ilk bakışta anlayamayacaktır. O hâlde Efendimiz’in (sas) davranışlarını değerlendirmek hatta yargılamak yerine Ona ittiba etmek imanımız açısından daha selametli bir tutum olacaktır. Anlayamadığımız hususları anlama adına Onun davranışlarını analiz etmemizde elbette bir problem yoktur. Ancak mesele kişisel değer yargılarımıza uymadığını düşündüğümüz bir davranışını yargılamak hatta yadırgamak boyutuna varırsa o zaman dengeyi bozmuş, haddimizin dışına çıkmış oluruz ki böyle bir şeyden Allah’a sığınırız. O hâlde Efendimiz’in (sas) davranışlarını iyi niyetle anlayabildiğimiz kadar anlamak, anlayamadığımız yerlerde hiç olmazsa “Bir hikmeti vardır.” demek gerekir.

 

Bu hakikati konumuza uyarladığımızda ortaya şu sonuç çıkmaktadır: Efendimiz’in (sas) başkaları değil de özellikle iki Ömer’den birisi için dua etmiş olmasında en az birkaç hikmet vardır. Bizler Amr bin Hişam’ı da Ömer bin Hattab’ı da Efendimiz (sas) kadar tanıyor değiliz. O günün şartlarında bu iki ismin her ikisinin veya en az birisinin İslam’a ve Müslümanlara ne tür katkılar yapabileceğini Efendimiz kadar kestirebiliyor veya planlayabiliyor da değiliz. Efendimiz (sas) o isimlerde bir kabiliyet, bir ışık görmüştür ve o isimleri zikretmiştir.

 


 

1 ) Al-i İmran, 128

2 ) Müslim, Cihad ve Siyer, 104; Müsned, I, 335; Buhari, Daavat, 58

3 ) Kasas, 56

4 ) Buhari, Enbiya, 2; Müslim, Birr,159

5 ) Buhari, İman, 19; Müslim, İman, 236-237; Vakıdi, Megazi, III, 948 (Bu konuyla ilgili daha geniş değerlendirme için bkz; https://kurantime.com/bir-teblig-metodu-mueellefe-i-kulub