Ebu Talib İman Etmiş miydi?
Soru: Peygamber Efendimiz’in (sas) amcası Ebu Talib’in iman edip etmediği hakkında farklı rivayetler var. Kimilerine göre Hz. Abbas (ra) Ebu Talib’in son nefesinde iman ettiğini duymuş ve durumu Efendimiz’e (sas) söylemiş ancak Efendimiz “Ben duymadım.” demiştir. Pek çok insan da Allah Resulü'ne yaptığı iyilikler nedeniyle Ebu Talib’i seviyor ve onun imansız ölme ihtimaline karşı üzüntü duyuyor. Bu konudaki görüşleriniz nedir?
Cevap: Konunun farklı noktalarını maddeler hâlinde sıralayalım:
Birinci Nokta: Öncelikle bu konunun bizleri doğrudan ilgilendirmediğinin altını çizmek gerekir. Dünya üzerinde bugüne kadar milyarlarca insan yaşamış ve ölmüştür. Gerçi hepsine tebliğ ulaşmamıştır, bazıları fetret devrinde yaşamıştır. Kendilerine tebliğ ulaşanlardan ise peygamber eşi veya çocuğu olduğu hâlde iman etmeyenler olmuştur. Diğer yandan Firavun sarayında yaşayıp iman etmekle birlikte imanını gizlemesi gerekenler olmuştur.
Ayrıca, iman aslen kalp işidir ve kalptedir. Dışarıdan bakınca amelleriyle salih insan görünüp de Allah katında hiçbir kıymeti olmayan, ölür ölmez direkt cehenneme yuvarlanacak insanlar olduğu gibi; insanların farklı nedenlerle kötü bildikleri, hüsnü zan edecek bir şey göremedikleri fakat gizliden hem imanı hem ibadeti olan, hem de imana ve Kur’an’a ciddi hizmetleri olmuş insanlar vardır.
Bir tarafta “Sen dilediğin kimseyi hidayete eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete ulaştırır. O, hidayete gelecek olanları çok iyi bilir!”1 ayeti vardır. Diğer tarafta da bizler kullar içinde herhangi bir kuluz. Başka kulların cennetlik veya cehennemlik olup olmamaları bilebileceğimiz bir alan değildir. Üstelik bu konu hüküm verebileceğimiz, bizim arzumuza, keyfimize, hislerimize, düşüncelerimize, takdirimize bırakılan bir alan da değildir. Bu mesele, yani kullarından hangilerinin cennete hangilerinin cehenneme gireceğinin hükmü sadece Allah Teala’nın kudretine ve takdirine bağlanmıştır. Bu konudaki mutlak hüküm sahibi O'dur.
Meselenin en önemli yönü bu konudaki hükmün ve takdirin sadece Allah Teala’ya ait olmasıdır. Bu hakikat çok önemlidir çünkü bazen insanlar, insanlığın yararına çok önemli bir keşif yapmış bir bilim insanının veya önemli eserleri olan bir sanatçının veya çok sevilen bir yazarın cennete gitmeyeceğini düşünmek bile istemeyebilir. Hayatını sokak hayvanlarına veya Afrika’daki kimsesiz çocuklara adayan bir yardımseverin de cehenneme gideceğine ihtimal bile vermeyebilir. Bu durumun aksi bir versiyonu da şudur: Bazen de bazı insanlar gerçekten salih ve mümin bir insanı sırf kendi siyasi görüşüne, mezhebine, meşrebine veya tarikatına mensup olmadığı için cehennemlik olarak görebilir, cennetlik olduğunu düşünmek bile istemeyebilir. Halbuki kimin cennete kimin cehenneme gideceği sadece Allah Teala’nın takdirindedir ve bizim bu konuda düşünüp söyleyeceklerimiz hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Dolayısıyla hiç kimse Rububiyete müdahale edemeyeceği gibi Uluhiyete ait olan alanlara da müdahale etmeye çalışma anlamına gelebilecek düşünce ve söylemlere kapılmamalıdır. Çünkü cennet ve cehennem ehlinin kimler olacağının takdiri Zât-ı Ulûhiyete aittir. Bu hakikatin böyle bilinmesi ve bu bilincin canlı tutulması hem imanı koruma hem de imanda belli bir derinliğe ulaşma adına çok önemlidir.
İkinci Nokta: Ebu Talib’in imanı meselesinin kitaplarımıza girmesi Emeviler döneminde Hz. Ali (ra) ve neslinin aleyhine yapılan propagandaların bir sonucudur. Emeviler, Hz. Ali ve nesline yaptıkları zulümlerde kendilerini haklı çıkarmak için Ebu Talib’in imanı meselesini kendi lehlerine ve Hz. Ali’nin aleyhine (Ebu Talib bilindiği üzere Hz. Ali’nin babasıdır) kullanmak istemişlerdir. Hz. Ali taraftarı olduğunu söyleyen Şia çevreleri de Hz. Ali’yi savunma adına Ebu Talib’in bir mümin olduğu şeklinde antipropagandaya başvurmuşlardır. Böylece işin içine siyasi ve duygusal unsurlar da dahil olmuştur. Hâl böyle olunca her iki taraf için de objektif hakikati araştırıp tespit etmenin önü bir parça kapanmıştır. Meselenin bugün halen tartışılıyor olmasının en önemli nedenlerinden biri de konuya bulaştırılan siyasi ve duygusal yaklaşımlardır.
Üçüncü Nokta: Bu ve benzeri konular tarih boyunca tartışılırken maalesef incelikli nüanslara dikkat eden, bilgece yorumlar değil de en avam insanların anlayabileceği düz yorumlar daha makbul olmuş, daha çok yayılmış, daha çok ifade edilmiştir. Üstelik konuyla ilgili birkaç rivayeti birleştirerek adeta fantastik hikayeler türünden anlatımlar da oluşmuştur. Bu eğilimin iki yansıması olmuştur: Birincisi, Ebu Talib’in imansız öldüğü şeklinde yorumlanabilecek rivayetleri esas alarak metnin zahirine ve düz anlamına göre hüküm verip “Ebu Talib imansız ölmüştür.” kanaatine sahip olanlar ve insanlara bu meseleyi gayet yüzeysel bir şekilde anlatanlardır. İkincisi, Ebu Talib’in imansız öldüğüne ihtimal vermek istemeyip farklı rivayetlerdeki hususları kendi arzusuna ve hayal dünyasına göre şekillendirerek yeni bir forma sokup insanlara bu şekilde anlatanlardır. Örneğin Efendimiz’in (sas) Ebu Talib’in naaşını mesh etmesi ancak ayaklarının altını unutması, bu nedenle Ebu Talib’in cehennemde ayaklarının altından azap göreceği şeklindeki anlatımlar bu türdendir ve gerçekle ilgisi yoktur.
Dördüncü Nokta: Biz, Ebu Talib’in hayatına tanık olmadık, o devirde orada değildik. Daha da ötesi Ebu Talib’in kalbini açıp bakmış da değiliz. Ayrıca levh-i mahfuzu okumak gibi bir kabiliyetimiz ve imkânımız da yok. Elimizdeki konuyla ilgili hadisler, siyer kaynakları ve diğer rivayetleri bir arada değerlendirdiğimiz zaman ise her iki ihtimal de mümkün görünmektedir. Bu nedenle, hakikate saygılı, gerçekten ilim aşığı bir insanın bu konuda yapabileceği yorum “Biz bu konunun hakikatini bilemiyoruz.” demek olmalıdır. Bu durum tarih boyunca katı Sünniliğin veya duygusal Şiiliğin arasında bir yol gibi görünebilir. Ancak gerçekten de Ebu Talib’in imanı konusu elimizdeki somut verilere göre net şekilde bilebileceğimiz bir durum değildir. Ne Sünni alimlerin zahirperest yorumları ne Şii alimlerin duygusal yaklaşımları hakikati net, objektif bir şekilde belirleyebilmemize imkân vermemektedir. Zaten Ebu Talib’in imanına dair genellikle olumsuz fikirler ileri süren Sünni alimlerin içinde dahi Ebu Talib’in mümin olarak yaşayıp öldüğünü veya son anında mümin olarak can verdiğini söyleyen alimler olmuştur. Bu konudaki söylenenler eldeki somut verilerden hareketle ulaşılan kişisel kanaatler ve yorumlardır. Objektif, net, tartışılmaz bilgiler değildir.
Bu durumda eldeki rivayetleri veya somut verileri bir arada değerlendirmek, bunu yaparken zekâ, bakış açısı, siyer felsefesine hakimiyet, dönemsel şartlar, kabile ilişkilerine dikkat etmek, Kur’an ve sünnetin genel hükümlerini de hesaba katmak gibi çok katmanlı değişkenlerin hepsine dikkat ederek bazı tahminlerde bulunmak gerekecektir.
Ebu Talib’in İmanına Dair İhtimaller
Siyeri geniş bir bakışla taradığımızda karşımıza çıkan ve sonradan birleştirilmesi gereken parçalar şunlardır:
Hz. Abbas (ra) Efendimiz’e ilk iman edenlerdendir ancak nüfuz ve itibarını kullanarak Müslümanları koruma amacıyla Müslüman olduğunu ilan etmemiş, Medine’ye hicret edenlerden olmamış, hicret edemeyip Mekke’de kalmak zorunda olan müminlere yardım etmiştir. Bedir savaşında müşriklerin tarafında yer almış ve müminlere esir düşmüştür. Fidyesini ödeyip Mekke’ye döndükten sonra da müminleri himaye etmeye ve Kureyş müşriklerinin İslam aleyhindeki faaliyetleri hakkında Efendimiz’e (sas) bilgi aktarmaya devam etmiştir. Dönemin şartları gereği imanını gizli tutan insanlar vardır ve Efendimiz’in (sas) amcası Hz. Abbas’ın bunlardan birisi olduğu anlaşılmıştır.
Kabile ilişkileri ve dönemin toplumsal şartları itibariyle Ebu Talib’in de Hz. Abbas gibi bir konumda olması mümkündür. Eğer imanını açık etse o dönemde Haşimoğullarının lideri olmasına rağmen toplumsal itibarı büyük yara alacak ve müminleri, özellikle de Efendimiz’i (sas) himaye etmesi pek mümkün olmayacaktır. O dönemin “himaye” sistemi ve kabile önderliğinin toplumsal itibarı ile bu itibarın şartları Ebu Talib’in imanını ilan etmesine manidir denilebilir. Çünkü himaye sistemi öyle bir sistemdir ki ihlal edildiği anda iç savaşa neden olacaktır ve kimse, himayesi geçerli birisinin himaye ettiği birisine dokunamamaktadır. Dikkatli okuyucular burada “himayesi geçerli” ibarelerinin altını çizmelidir. Çünkü örneğin Efendimiz (sas) Taif dönüşünde Mekke’ye öldürülme ihtimaline binaen girememiştir. Birisinin Efendimiz’i himayesine alması gerekmektedir. Efendimiz (sas) bu noktada Hz. Ebu Bekir’den ve Hz. Ömer’den hatta kendi akrabası olan Hz. Hamza’dan himaye istememiştir. Çünkü onların himayesi dönemin yazılı olmayan kurallarına göre geçersizdir. Haber gönderdiği ve himayelerini talep ettiği kişilerden Beni Nevfel’in lideri Mutim bin Adiyy bu talebi kabul etmiş, oğullarını silahlandırarak Efendimiz’in (sas) Mekke’ye girişini sağlamış ve Efendimiz’e evine kadar refakat etmiş, Onu himayesine aldığını da açıklamıştır. Müşrikler buna çok kızmışlardır ancak himaye sisteminin yazısız kurallarına göre onların da yapabileceği bir şey yoktur.
Bu yazısız kurallar içerisinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Hamza gibi isimlerin himayelerinin geçersiz olmasının en önemli nedenlerinden biri de onların mümin olmalarıdır. Elbette ki Efendimiz (sas) bu isimlerden himaye isteseydi onlar düşünmeden kabul edeceklerdi ancak bu Mekke’de bir iç savaş demek olacaktı. Dolayısıyla “himaye” kavramından beklenen sonuç hasıl olmayacaktı. Diğer yandan pek çok insan efsanevari siyer okumalarına alıştığı için Hz. Hamza (ra) ve Hz. Ömer (ra) gibi isimleri güçleri nedeniyle dokunulmaz zannetmektedir ancak onlar da Mekke dönemindeki baskılardan nasiplerini almışlardır. Örneğin yıllarca süren boykotu önlemeye güçleri yetmemişti. Bu yönüyle de Efendimiz’in (sas) kendisine himaye edici olarak bir müşrik olmasına rağmen Mutim bin Adiyy'i tercih etmesi son derece isabetli bir karar olmuştu.
Bu anlatılanlar bize Ebu Talib’in himayesinin önemini göstermelidir. Bu durumda Ebu Talib eğer iman ettiğini açıklasa idi onun himaye edici kimliğinin de bir önemi kalmayacaktı denilebilir. Dolayısıyla himaye etmek için müşrik olmak müşrikler açısından oldukça geçerli bir durumdur ve Efendimiz’e (sas) saldırılarda Mekke müşrikleri için aşılmaz bir engel gibidir.
Nitekim Ebu Leheb de açıkça mümin olmamasına ve inkarda diretmesine hatta düşmanlıkta ileri gitmesine rağmen Ebu Talib’in vefatı üzerine Haşimoğullarının reisi olması hasebiyle bir dönem Efendimiz’i (sas) himaye etmiştir. Bu yönüyle de dönemin şartları açısından Ebu Talib’in müşrikler için müşrik olarak bilinmesi önemlidir denilebilir.
Sonuç olarak: Eldeki verilere bakılınca Ebu Talib’in kesin bir şekilde mümin veya müşrik olduğunu söyleyebileceğimiz bir sonuç çıkmamaktadır. Ancak yukarıda değindiğimiz gibi; eldeki bütün rivayetler, hadisler, siyer kaynakları, dönemin toplumsal ve kültürel şartları, kabile ilişkileri, Haşimoğullarının Efendimiz’e (sas) karşı genel tavrı gibi parçalar birleştirildiğinde Ebu Talib’in tamamen stratejik nedenlerle imanını açıklamamış olması da ihtimal dahilindedir.
Sünni Kanaatin Dayanakları
Bu konuda Şia’nın konuya duygusal yaklaştığını belirtmiştik. Onlar Ebu Talib’in müşrik olarak öldüğüne ihtimal bile vermeyecek bir kanaate sahiptirler. Ancak bu konudaki delilleri daha çok ehl-i beyt imamlarına atfedilen sözlere dayanmaktadır ki hadis kriterleri açısından hepsi tenkit edilebilir.
Sünni görüşte olanların ise pek çoğu Ebu Talib’in mümin olarak ölmediği kanaatindedir. Aksi görüşte olan bazı isimler (İbn Cevzi, Kurtubi, İbn Hacer gibi) var ise de bu isimler de genellikle Ebu Talib’in öldükten sonra diriltildiği ve iman ettikten sonra yeniden öldüğü şeklindeki zayıf bir rivayete dayanırlar.2
Ebu Talib’in mümin olarak ölmediğini söyleyenler ise kendilerine göre daha sağlam delillere sahip olduklarını düşünmektedirler.
Örneğin; Hz. Abbas (ra) bir gün Efendimiz’e (sas) “Ey Allah’ın Rasulü! Ebu Talib sizi gerçekten korur ve yardım ederdi. Acaba bu ona bir fayda verdi mi?” diye sorar. Efendimiz de (sas); “Evet, fayda verdi. Ben onu cehennemin derin dalgaları içinde buldum da kendisini sığ bir yere çıkardım.” cevabını verir.3
Bir başka hadiste de Efendimiz (sas) “Umulur ki, kıyamet gününde benim şefaatim ona bir fayda verir de cehennemin sığ yerine konur. Topuklarına kadar erişir, ondan beyni kaynar.”4
“Cehennemliklerin azap yönünden en ehveni (en az azap göreni) Ebu Talib’dir. O dahi iki ayakkabı giyecek, onlardan beyni kaynayacaktır.”5
Son olarak Buhari ve Müslim’in ittifakla rivayet ettiklerine göre; Ebu Talib vefat ettikten sonra Efendimiz (sas) “Men edilmedikçe senin için mağfiret dileyeceğim.” demiş ve mağfiret dileyince de Tevbe suresinin 113. ayeti nazil olmuştur. Ayetin meali; “Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, akraba bile olsalar Allah'a ortak koşanlar için mağfiret dilemek Peygambere ve mü'minlere yaraşmaz.” şeklindedir.6
Öncelikle; konuyla ilgili hadislerin tümü ahad haber niteliğindedir. Ahad haberler ravi sayısı bakımından mütevatir derecesine ulaşmamış hadisler için kullanılır. Ahad haberlerin dini konularda bir delil sayılıp sayılmayacağı ise tartışmalıdır. Konumuz itibariyle bir delil sayılamayacağı kabul edilmelidir çünkü konumuz, imanı hakkında kesin ve net bir bilgi bulunmayan bir zat hakkındadır. İmanı veya küfrüyle ilgili özellikle de son nefesindeki hâliyle alakalı kesin bir bilgi bulunmayan bir insanı, özellikle de Ebu Talib gibi ömrü boyunca Efendimiz’i (sas) korumaya azmetmiş bir insanı cehennemde görmekten memnun olacak hastalıklı bir ruh hâline sahip değilsek konuyla ilgili ahad haberleri kesin delil saymamak daha makul olsa gerektir.
Elbette en doğrusunu Allah bilir.
1 ) Kasas, 56
2 ) İbn Kesir, Tefsir, c. 2, s. 374
3 ) Müslim, İman, 358
4 ) Müslim, İman, 360
5 ) Müslim, İman, 363
6 ) Buhari, Tefsir, 9; Müslim, İman, 39