21 dk.
04 Kasım 2023
Efendimiz'in (sas) Abdest Suyuyla Teberrük | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Efendimiz'in (sas) Abdest Suyuyla Teberrük | Tek Parça

Soru: Bazı sahabilerin Peygamber Efendimiz’in (sas) abdest suyunu alıp içmeye çalıştıkları, o suyu yüzlerine gözlerine sürdüklerine dair bir şeyler okumuştum. Öncelikle abdest suyu necis değil midir? Necis olan bir şeyi ele yüze sürmek yanlış değil midir? 

 

İkinci olarak, bu tavır bir putlaştırma emaresi değil midir? Peygamber Efendimiz’in getirdiği genel hükümlere ve davranışlarına aykırı değil midir?

 

Bu okuduklarımın kaynağı sağlam mıdır? Kaynağı sağlamsa bunu nasıl izah edebiliriz?

 

Cevap: Sondan başlayacak olursak; evet, sahabe efendilerimizin, Peygamber Efendimiz’in (sas) abdest suyu ile teberrükte bulunduğuna dair pek çok sahih hadis vardır. 

 

Teberrük kelimesi bereket kökünden gelir. Bereket genel olarak maddi ve manevi genişlik, bolluk, hayır ve saadet demektir. Teberrük ise “bereket sayma” anlamındadır. İslami ilimler literatüründe ise Efendimiz’in (sas) eşyalarına veya hatırasına karşı saygı ve muhabbet hisleriyle yaklaşmaya genel olarak “teberrük” denilmiştir.

 

Teberrük kavramı ayet ve hadislerde özel bir kavram olarak kullanılmamıştır. Kavram daha sonraları özellikle hadis alimleri tarafından bir terim olarak kullanılmış, Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarının konu başlıklarında bir terim olarak geçmiştir. Diğer yandan teberrük, bir sahabe uygulamasıdır. Yani sahabe efendilerimiz, Peygamber Efendimiz’in (sas) duası, eşyaları, dokunması gibi şeylerle teberrükte bulundukları gibi Onun mührü, kılıcı, hırkası, mübarek saç ve sakalının parçaları, abdest suyundan arta kalanlar ile de teberrükte bulunmuşlardır. Bu bağlamda teberrük kavramını sahabe efendilerimizin Peygamber Efendimiz’e (sas) ait eşyalar, saç ve sakal, abdest suyu gibi eşyaları kullanarak veya onları saklayarak bir bereket ve hayır ummaları şeklinde ifade edebiliriz. Ancak literatürde bu şekilde kullanılsa da sahabe efendilerimizin bu meseleyi sadece “hatıraya saygı ve sevgi” motivasyonuyla gerçekleştirdikleri, hayır ve saadeti ise sadece Allah’tan umdukları da söylenebilir.

 

Günümüzde ise teberrük, sakal-ı şerif ziyaretleri gibi bir cins ritüele indirgenmiştir diyebiliriz.

 

Sahabe efendilerimiz tarafından söz konusu teberrükler farklı şekillerde gerçekleştirilmiştir.

Örneğin, Enes bin Malik’in (ra) anlattığına göre; Efendimiz (sas) berbere tıraş olurken orada bulunan sahabe efendilerimiz de Onun etrafında toplanmış, saçının tek bir kılının bile yere düşmemesini, o saçarın kendi ellerine düşmesini istemişlerdir.1

 

Yine Efendimiz (sas) Hac için Mina’da bulunduğu sırada tıraş olmuş, sonra da kendi saçlarını sahabe arasında taksim etmiştir.2

 

Ayrıca Efendimiz (sas) bir seferde öğlenin sıcak vaktinde sahabe efendilerimizin yanına çıkmış, kendisine abdest alması için su getirilmiş, O da abdest almış, etrafındakiler Onun abdest suyunun artanını alıp kendi bedenlerine sürmüşlerdir. Yine Efendimiz (sas) bir defasında içinde su olan bir kap istemiş, ellerini ve yüzünü kabın içine yıkadıktan sonra kabın içine su püskürtmüş, orada bulunanlara “Bu sudan içiniz ve yüzlerinize, göğüslerinize dökünüz.” buyurmuştur.3

 

Cabir bin Abdullah (ra) hasta iken Efendimiz (sas) kendisini ziyarete gitmiştir. Bu sırada Hz. Cabir (ra) kendini bilemeyecek derecede hastadır. Efendimiz abdest almış, artan suyu da Hz. Cabir’in üzerine dökmüş, Hz. Cabir gözünü açmış ve “Ya Rasulallah! Mirasım kime kalacak? Benim varislerim kelaledir (Yani üst ve alt soyum değildir.)” şeklinde bir soru sormuştur.4

 

Burada Hz. Cabir’in (ra) kendine gelir gelmez kendisini en çok düşündüren soruyu sorduğunu anlamak mümkündür ancak konumuzla ilgili yönü Efendimiz’in (sas) abdest aldığı suyun üzerine dökülmesiyle kendine gelmesidir.

 

Enes bin Malik (ra) vefat edeceği sırada talebesine, kendisi öldüğünde Efendimiz’e (sas) ait saç tellerinden birinin dilinin altına konulmasını istemiştir.5

 

Yine Halid bin Velid (ra) Yermük savaşında iken başlığını kaybetmiş, bulunmasını ısrarla istemiş, savaş esnasında özellikle başlığını aramışlar ve sonunda başlık bulunmuştur. Daha sonra işin önemini anlatmış, anlattığına göre Efendimiz’in (sas) umre sırasında başını tıraş ettirdiği esnada Onun perçeminden kesilen saçı almış ve kendi başlığının içine koymuş, bu başlık veya sarığı giydiği her savaşta Allah’ın kendisine zafer nasip ettiğini söylemiştir.6

 

Yine Muaviye, Ömer bin Abdülaziz ve Ahmed bin Hanbel’in (ra) de vefat ettiklerinde kendi yanlarında bulunan Efendimiz’e (sas) ait sakal-ı şerifler ile beraber gömüldükleri bilinmektedir.7

 

Bütün bunlar “hatıraya saygı” kavramı altında değerlendirilebilir uygulamalardır.

 

Sahabe efendilerimizin Peygamber Efendimiz’e (sas) karşı saygısı, sevgisi ve bağlılığı gerçekten çok başka ve zirvedir. 

 

Bu konuda Urve bin Mesud’un söyledikleri bize bir fikir verebilir. Urve bin Mesud Hudeybiye sürecinde Mekkelileri temsilen Efendimiz’e (sas) elçi olarak geldiğinde önce Efendimiz’e (sas) hitaben; “Ben çeşitli kabilelerden toplanmış insanlar görüyorum. Bunlar savaş sırasında kaçıp seni yalnız bırakabilecek karaktere sahiptirler.” demişti. Ancak görüşmeler sırasında sahabe efendilerimizin Peygamber Efendimiz’e (sas) karşı tavırlarını dikkatlice gözlemlemişti. Mekke’ye dönünce de Kureyşlilere gördüklerini şöyle anlatmıştı: “Ey kavmim! Vallahi ben vaktiyle pek çok hükümdarın huzuruna elçi olarak çıktım. Kayser’in (Rum kralı), Kisra’nın (Pers kralı), Necaşi’nin (Habeş kralı) huzurlarında bulundum. Vallahi bunlardan hiçbir kralın adamlarının, Muhammed’in arkadaşlarının Ona hürmet ettikleri kadar hürmet ettiklerini asla görmedim. Vallahi Muhammed tükürdüğü zaman tükürüğü arkadaşlarından birisinin avucuna düşüyor, onlar da onu yüzlerine ve vücutlarına sürüyorlar. O bir şey emredince arkadaşları derhal emrini yerine getirmek için koşuyorlar. O abdest aldığı zaman abdest suyunu birbirleriyle yarışarak paylaşıyorlar. Onun yanında konuştuklarında seslerini yükseltmiyorlar. Hürmetleri nedeniyle Onun yüzüne bile bakamıyorlar!”8

 

Zaten Urve bin Mesud’un (ra) Müslüman olmasında gördüğü bu tablonun da onu etkilediği söylenmektedir.

 

Sahabenin Efendimiz’e (sas) düşkünlüğü gerçekten çok başkadır. 

 

Hz. Ömer (ra) Efendimiz’e (sas) hitaben “Vallahi Sen bana nefsimden daha sevimlisin!”9 der.

 

Hz. Ali’ye (ra) “Sizin Allah Rasulüne olan sevginiz nasıldı?” diye sorulunca; “Allah’a yemin olsun ki O bize, mallarımızdan, çocuklarımızdan, babalarımızdan, analarımızdan, susamış kişiye soğuk sudan daha sevimli idi.”10 cevabını verir.

 

Amr bin Âs, “Hiç kimse bana Allah Rasulünden daha sevimli ve gözümde Ondan daha kıymetli değildir.” demiştir.11

 

Uhud savaşının çetin atmosferi bitince müminler Medine’ye dönüş yolunda iken Medine’ye müminlerin savaşı kaybettiği şeklinde bir haber gelmiş, Ensardan Sümeyra binti Kays (rh.a) validemiz de telaşla evinden çıkarak savaştan dönenleri karşılamaya koşmuş, bu sırada ısrarla “Rasulullah’a ne oldu?” diye soruyordur. Orada bulunanlar “Elhamdülillah, Rasulullah iyidir!” deseler de Sümeyra validemiz “Onu bana gösterin!” demişti. Halbuki kendi babası, kardeşi ve kocası şehit düşmüştü. Ancak Sümeyra validemiz Efendimiz’i (sas) sağ salim görünce “Sen sağ olduktan sonra her musibet benim için önemsizdir!” diyebilmişti.12

 

Recî’ vakası sırasında Zeyd bin Desine (ra) ve Hubeyb bin Adî (ra) esir düşer ve Mekkeli müşriklere köle olarak satılırlar. Bir süre hapis tutulduktan sonra Mekkeli müşrikler tarafından öldürülmek üzere Harem sınırları dışında bir bölgeye götürülürler. Hz. Zeyd öldürülmeden önce 2 rekât namaz kılar. Mekkeli müşriklerin dinini terk etmesi halinde serbest bırakılacağı yönündeki telkinlerine kulak asmaz. Bu sırada henüz müslüman olmayan Ebu Süfyan “Ey Zeyd! Doğru söyle! Şimdi senin yerine Muhammed’in öldürülmesini, böylece evine dönmeyi istemez miydin?” sorusuna şu cevabı verir: “Yemin ederim ki şu anda ailemin yanına dönmek şöyle dursun, Rasulullah’ın ayağına bir diken batıp onun incinmesine bile gönlüm razı olmaz!” Bu cevap karşısında Ebu Süfyan “Doğrusu Muhammed’e iman edenlerin Onu sevdiği gibi bir başkasını seven kimseyi görmedim.” demek zorunda kalır. Daha sonra da Hz. Zeyd (ra) bir ağaca bağlanır ve oklanarak şehit edilir.13

 

Bu kadar örnek yeterli olmalıdır. Zaten sahabe efendilerimizin Allah Rasulü’ne (sas) duydukları saygı ve sevgiyi örneklendirmek bile zaman kaybı sayılabilir. Önemli olan bu saygı ve sevginin bizim şu an hürmet ve muhabbet adına hissedebileceklerimizin çok ötesinde olmasıdır.

 

Dolayısıyla sahabe efendilerimizin Allah Rasulü’ne (sas) ait bir eşyayı yahut Onun mübarek saç ve sakalının parçalarını birer muhabbet eseri olarak ve hatıra maksadıyla saklamaları garipsenmemelidir.

Mizaçlar ve Farklılıklar
 

Bazı mizaçlar hürmet ve muhabbeti farklı şekillerde gösterir veya hissederler. Bazı mizaçlar sevdiklerinden birer hatıra kalmasını özellikle isterler ve bunun için kıymet verdikleri şeyleri özenle saklarlar. Bazıları ise ne kadar severlerse sevsinler sevdikleri kişilerden herhangi bir objeyi saklamayı anlamsız görebilirler. Bunlar genellikle mizaç farklılıklarından kaynaklanan tutumlar olup biri diğerinden daha iyidir veya doğrudur denilemez.

 

Diğer yandan mizaçlar ne kadar farklı olursa olsun Efendimiz (sas) ve peygamber sevgisi söz konusu olunca ve Efendimiz’den (sas) geriye çok fazla eşya kalması o dönem için pek mümkün olmayınca insanların, özellikle de Efendimiz’i (sas) her şeyden çok seven sahabe efendilerimizin Ondan bir parçayı saklamaları anlamsız değildir.

 

Evet, sahabe efendilerimiz Onun asıl mirası olan Kur’an ve sünnete son derece sadık ve bağlı olduğu gibi Ondan kalan somut nesnelere ve objelere de kıymet vermiştir.

 

Örneğin Hz. Ömer (ra) bir Cuma günü mescide gidiyordu. O sırada Hz. Abbas’a (ra) ait evin önünden geçerken Hz. Abbas’ın evinde o gün iki yavru hayvan kesilmesi nedeniyle oluktan aşağıya ve Hz. Ömer’in üzerine bir miktar kan dökülmüştü. Hz. Ömer o oluğun sökülmesini emredip elbiselerini değiştirdi ve insanlara Cuma namazını kıldırdıktan sonra oluk meselesini de anlatarak dikkatli olmalarını söyledi. Hz. Abbas (ra), Hz. Ömer’in yanına gelip sökülmesini emrettiği oluğu oraya bizzat Rasulullah’ın (sas) yerleştirdiğini söyleyince Hz. Ömer pişman oldu ve Hz. Abbas’a “Senden, sırtıma çıkıp oluğu Rasulullah’ın koyduğu yere tekrar koymanı istiyorum.” dedi. Hz. Abbas da aynen Hz. Ömer’in (ra) dediğini yaptı.(14)

 

Elbette ki bu zatlar Efendimiz’in (sas) emir ve tavsiyelerine hem ciddi bir itaat içindeydiler hem de örneğin Kur’an’ın Efendimiz’den (sas) sonra kitap haline getirilip çoğaltılması gibi yenilikleri de dönemin bir gereği olarak uygulamaktaydılar. Sahabenin özellikle önde gelenlerinin böyle bir denge içinde olduğunu da söylememiz gerekir.(15)

 

Putlaştırma” Kavramı

 

Putlaştırmak demek herhangi bir şeyi put hâline getirmek demektir. Put ise kendisine saygı ve sevgi duyulan değil, kendisine Tanrısallık atfedilen nesneler veya objelerdir. Dolayısıyla en ufak bir saygı ve sevgi emaresi karşısında “putlaştırma” gibi ağır bir kavramı kolayca kullanmak doğru olmayacaktır.

 

Bir gün Adî bin Hatim (ra) henüz Müslüman değil iken boynunda altından bir haç olduğu hâlde Efendimiz’in (sas) huzuruna gelir. Efendimiz “Ey Adî! Şu boynundaki putu at!” buyurur. Hz. Adî de haçı çıkarıp atar. Efendimiz bir yandan da; “Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. Ondan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştuklarından uzaktır!”(16) ayetini okumaktadır. Hz. Adî; “Ama onlar onlara (din adamlarına) ibadet etmezlerdi” der. Efendimizse bunun üzerine şöyle buyurur: “Onlar Allah’ın helal kıldığını haram ederler, siz de bunu kabul etmez miydiniz? Onlar Allah’ın haram kıldığına helal derler siz de helal saymaz mıydınız?” diye sorunca Adî de “Evet.” diye cevap verir. Efendimiz (sas) “İşte bu onlara ibadettir!” buyurur.(17)

 

Demek ki bir şeyi putlaştırmak veya Rab ittihaz etmek öncelikle dini bir meseledir. Bu bağlamda Allah’ın açık emir ve yasaklarına zıt ve onlara alternatif emir ve yasaklar koymak, sonra bu alternatifleri din ittihaz etmek, alternatif emir ve yasakları koyanların da yaptıklarını kabul etmek anlamına gelebilir.

 

Ancak sahabe efendilerimizin Peygamber Efendimiz’e (sas) karşı sevgi ve saygılarında, bu sevgi ve saygının emaresi olan sakal-ı şerifi saklamak, abdest suyuyla teberrükte bulunmak gibi uygulamalarda ne şirk vardır ne de bu davranışlar -haşa- birer putlaştırmadır. Bunlar öncelikle duygusal davranışardır ve bu duygu yoğunluğu dinin haram kıldığı bir şeyi helal hale getirmemiş, helal saydığı bir şeyi de haram yapmamıştır. O halde burada putlaştırma gibi bir durum söz konusu değildir.

 

Örneğin Hz. Bilal-i Habeşi’nin (ra) Efendimiz’e (sas) karşı saygısı ve sevgisi tartışmasızdır, her türlü izahtan varestedir. Efendimiz’in (sas) vefatından sonra ise o hiç ezan okumamış, daha doğrusu okuyamamıştır. Bunda bir beis yoktur. Ancak Hz. Bilal (ra) “Rasulullahtan sonra ezan okumak caiz değildir.” gibi bir hüküm vermiş olsaydı veya “Rasulullahtan sonra ezanda 'Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah' kısmını okumak uygun değildir.” demiş olsaydı ve insanlar da bunu kabul etseydi o zaman belki bir parça putlaştırmaktan bahsedilebilirdi. Ancak ne Hz. Bilal’den ne de sahabe efendilerimizden böyle bir şey beklenemez.


Sahabe efendilerimizin Peygamber Efendimiz’in (sas) abdest suyuyla teberrük etmelerinde bazı ince noktalar bulunmaktadır.
 

Örneğin, Hz. Aişe (rh.a) validemiz kadınların ay hâllerindeki durumlarının Yahudilikteki gibi necis ve lanetli bir şey gibi görülmemesi gerektiği bağlamında aktardığı bir hadiste şöyle der: “Ben adetli iken bir şey içer sonra onu Allah Rasulü’ne (sas) uzatırdım, o da ağzını tam benim ağzımın değdiği yere koyarak içerdi. Yine ben adetli iken kemikli etten bir parça ısırıp sonra onu Allah Rasulü’ne (sas) uzatırdım, o da ağzını tam benim ağzımın değdiği yere koyarak ısırırdı.”(18)

 

Bu davranışın Hz. Aişe (rh.a) validemizi memnun ettiği anlaşılmaktadır. Zaten yakınlığın, dostluk ve arkadaşlığın getirdiği bir noktada aynı eşyayı beraber kullanmanın verdiği bir lezzet vardır. Örneğin pek çok anne baba çocuklarının ısırıp bıraktığı veya anne babalarına uzattığı çikolatayı o ısırılmış yerden yemekte ayrı bir lezzet duyarlar. Aynı durum iki yabancı arasında olsa insan böyle bir durumu hoş karşılamayabilir. Çünkü bu mesele yakınlık, samimiyet, sıcak ilişkiler için hoş görülebilecek bir durumdur.

 

Bir başka husus da Efendimiz’in (sas) -tabiri caizse- minik bir prosesten geçirdiği sıvıların şifa ve bereket olmasına dair örneklerdir. 

 

Daha önce de zikrettiğimiz Cabir bin Abdullah (ra) hasta iken, Efendimiz’in (sas) abdest aldığı suyun arta kalanını Hz. Cabir’in üzerine dökmesi ve Cabir’in iyileşerek kendine gelmesi bunun en bariz örneklerindendir.(19)

 

Yine Hayber savaşında Hz. Ali’nin (ra) hastalıktan ağrıyan gözlerine adeta ilaç hükmünde tükürüğünü sürmesiyle Hz. Ali’nin (ra) gözlerinin şifa bulması da bilinen örneklerdendir.(20)

 

Hz. Ebu Bekir’in (ra) kızı Esma (rh.a) validemizin anlattığına göre Abdullah bin Zübeyr (ra) doğduğunda onu Efendimiz’e (sas) götürmüş, Efendimiz yanındakilerden bir hurma istemiş, hurmayı ağzında çiğneyerek ezmiş, sonra tükürüğünden bebeğin ağzına bırakmıştı. Böylece Abdullah’ın midesine inen ilk şey Allah Rasulünün (sas) mübarek tükürüğü olmuştu. Sonra yine mübarek ağzında yumuşattığı hurma ile çocuğun damaklarını ovmuş ve onun için dua etmiştir.(21)

 

Muhammed bin Hatıb’ın (ra) anlattığına göre; çocuk yaştayken kendilerine ait bir kazanı tutunca elleri yanmış, annesi onu Efendimiz’e (sas) götürmüş, Efendimiz de yanığın üzerine tükürmüş ve “Ey insanların Rabbi! Acıyı gider, şifa ver. Gerçek şifa veren sensin. Senden başka şifa veren yoktur!” diye dua etmiş, Muhammed bin Hatıb şifa bulmuştur.(22)

 

Hz. Aişe (rh.a) validemizin aktardığına göre; bir sahabi Efendimiz’e (sas) gelip rahatsızlığını arz edince veya çıban, yara gibi bir cins dermatolojik rahatsızlıktan muzdarip olduğunda Efendimiz (sas) parmağını yere koyup kaldırır ve “Bismillah! Arzımızın toprağı, birimizin (kimimizin) tükürüğü ile Rabbimizin izniyle hastamız şifa bulacaktır.” derdi.(23)

 

Yine Medine’de çocuk tabiatında olduğu söylenen, belki bir cins engelli ancak hayasız davranışlarıyla bilinen bir kadın Efendimiz (sas) yemek yediği bir esnada Ondan lokma ister, Efendimiz bir parça verir ancak kadın “Yok, senin ağzındaki lokmadan istiyorum.” deyince Efendimiz (sas) o kadının istediği şekilde ağzındaki lokmadan verir. O hayasız ve çocukça davranışları olan kadın o lokmayı yedikten sonra Medine’nin en hayalı kadınlarından birisi hâline gelir.(24)

 

Medine’de Kuba Kuyusu denilen kuyunun suyu bazen çekilmekte yani bitmektedir. Efendimiz (sas) abdest aldığı suyu kuyunun içine koyup dua ettikten sonra o kuyunun suyu uzun süre hiç kesilmemiştir.(25)

 

Yine Hudeybiye seferinde müminler bir kuyuya rast gelirler. Müminlerin sayısı yaklaşık 1.400 civarındadır. Ancak kuyunun suyu ancak 50 kişiyi ancak idare edecek kadardır. Sahabe efendilerimiz mevcut sudan bir miktar çekerler. Efendimiz (sas) kuyunun başına gelir, bir kova su ister. Kovanın içine ağzının suyunu bırakır ve dua eder, sonra o kovayı kuyuya döker. Kuyu birden coşar ve ağzına kadar suyla dolar. 1.400 kişinin tamamı ve hayvanları su ihtiyaçlarını karşılar ve kaplarını da doldururlar.(26)

 

Bazı insanlar “Ben tükürükten rahatsız olurum.” diyebilirler. Ancak sonuçta böyle diyen insanların da vücutlarında bir rahatsızlık olsa, Efendimiz’in (sas) tükürüğü ve duası vesilesiyle şifa bulabileceklerdir. Suları kesilecek olsa Efendimiz’in (sas) ağzından çıkan su ile suları bereketlenecektir.

 

Bu noktada kişilerin algısı belirleyici değildir. Buradaki hakikat Efendimiz’in (sas) tükürüğünün veya ağzında çalkaladığı suyun getirdiği bereket ve şifa durumudur. Böyle bir olgu vardır, sahihtir, gerçekleşmiştir. Madem öyledir, gerisi bizim kişisel düşüncelerimiz, duygularımız ve algılarımızdır. Meseleye sadece kendi kişisel algılarımızdan ve duygularımızdan bakarsak şeytan ve nefis o noktada tuzaklar kurabilir, istediği oyunları rahatça oynayabilir. Ancak meselenin kendi kişisel algılarımızdan ibaret olmadığı bilinmelidir. Ta ki herkes kendi duygu dünyasını ve algılarını hakikatin ölçüsü zannetmesin.

 

Diğer taraftan; Efendimiz’in (sas) her hâlinin rahmet olması hakikatine de dikkat edilmelidir. “Biz Seni başka değil, ancak alemlere rahmet olmak üzere gönderdik!”(27) ayeti Efendimiz’in (sas) sadece insanlara ve ümmetine karşı merhametine ve şefkatli davranışlarına indirgenmemelidir. Efendimiz’in (sas) elbette ayetin işaretiyle ümmetine karşı hırs derecesinde bir düşkünlüğü vardır. Ümmetinden tek bir ferdin bile sıkıntıya düşmesi Ona pek ağır gelir. Bu nedenle Allah Teala, Efendimiz’i Rauf ve Rahim olarak vasfetmiştir. (28) Onun alemlere rahmet olması ise Onun misyonunun tekvini ve dini boyutları olan iki yönünü nazara vermektedir. Tekvini yönüyle Efendimiz (sas) yaratılış ağacının hem çekirdeğini hem en önemli meyvesini ifade eder. Hakikaten de O olmasaydı kainat kitabı kendisini okuyup anlayacak varlıklardan mahrum kalacaktı ve bu yönüyle kainatın varlığı mana yönünden bir bakıma eksik kalmış olacaktı. Üstelik Efendimiz (sas) Allah Teala’nın Rahmaniyet ve Rahimiyetinin sadece insanlara değil bütün varlıklara ulaşmasındaki en önemli vesilelerden birisi olması hasebiyle de Rahmaniyet ve Rahimiyetin en kapsamlı aynalarından birisi olmuştur. Dini yanıyla ise Efendimiz (sas) hem tek tek bütün bireylerin hem de bireylerden meydana gelen toplumların dünya ve ahiret saadetlerinin en mühim aracı, ahirette en büyük şefaat makamı olan Makam-ı Mahmud’un sahibidir. Efendimiz’in (sas) yolundan başka hiçbir yol ahiret adına kurtuluş vesilesi olamayacağı gibi O’na uğramadan saadete ulaşmak da imkansızdır.

 

Bu nedenle Efendimiz’in (sas) sözleri ve duaları olduğu gibi dokunması, nazarı, yiyeceği ve içeceği hatta kızması ve cezalandırması dahi bir yönüyle safi rahmettir. Efendimiz’in karşısına Ona düşman bir rakip olarak çıkmadıkça, Onun bize karşı her muamelesi rahmet esintilidir ve muhatapları için birer avantaj, şans, hayır, bereket, ihsan ve lütuftur.

 

Dolayısıyla “Tükürük, ağız suyu!” deyip geçmeden ve uygunsuz düşüncelere kapılmadan önce düşünülmelidir ki: Efendimiz’in (sas) mübarek elleri ve o ellerle insanlara dokunması, mübarek sözleri ve o sözlerin insanlar için dua olarak mübarek ağızlarından dökülmesi, mübarek gözleri ve o gözlerin insanlara rahmet ve merhametle nazar etmesi ne kadar hayır, bereket ve rahmet ise mübarek ağzında işleyip insanlara şifa vesilesi olarak temas eden ağız suyu da öyle hayır, bereket ve rahmettir. 

 

Abdest Suyunun Necisliği

 

Genel bir mantık kaidesi vardır: Bir önerme içindeki bir kavram önerme boyunca aynı anlamda kullanılmalıdır. Örneğin; “Biber acıdır, gerçekler de acıdır, o zaman gerçekler biberdir.” önermesinde “acı” kavramı biber için farklı gerçekler için farklı anlamda kullanılmıştır. Dolayısıyla bu önerme geçersizdir.

 

İslam fıkhında, özellikle de geleneksel fıkıh kitaplarımızda sular üç çeşittir:
 

  • Birincisi; tahûr denilen sulardır ki hem kendileri temizdir hem de başka şeyleri temizleyebilirler.
  • İkincisi; tâhir denilen sulardır ki kendileri temizdir ancak temizleyici değildirler.
  • Üçüncüsü; mütecennis sulardır ki hem kendileri temiz değildir hem de bir şeyin temizliğinde kullanılamazlar.

 

Buna göre abdest alınan su Hanefilerde tâhir denilen, yani kendisi temiz olduğu hâlde temizleyici özelliği olmayan sulardandır. Buradaki temizleyici özelliği olmaması da sadece onunla abdest ve gusül almanın caiz olmamasıdır. Ancak bedendeki veya bir elbisedeki kiri temizlemede yine kullanılabilirler. Yani abdest suyuyla elbise yıkanabilir, vücuda bulaşmış kan izi temizlenebilir, namaz kılınacak yerler silinebilir, o suyla sadece abdest ve gusül alınamaz.(29)

 

Necaset kavramı da benzer şekilde hem fıkıhta hem günlük hayatta değişken bir kavramdır. Günlük hayatta pantolona veya eteğe bulaşan toz ve çamur kirli sayılabilir ancak fıkıhta ibadete mâni bir kirlilik değildir. Yine örneğin domates suyu elbiseye bulaşırsa kir sayılabilir ve o elbiseye pis denilebilir ancak seccadeye yahut halıya bulaşırsa namaz kılmaya hiçbir şekilde engel oluşturmaz.

 

Ancak kan, idrar, dışkı lekesi, alkol gibi mutlak manada kirli ve necis olan şeyler elbette ibadete manidir. 

 

Bu manada abdest suyu için hiçbir İslam alimi mutlak manada necis dememiştir.

 

Diğer yandan geleneksel fıkhımızda “hades” kavramı hükmî veya manevi kirliliği, “necaset” veya “habes” ise maddi kirliliği ifade eder. “Taharet” kavramı ise “temizlenmek” demektir. Dini açıdan hades yani manevi kirlilik; abdestsizlik, cünüplük ve hayız durumları için söz konusudur. Bu bağlamda fıkıh açısından abdest suyunun hadesten taharet için kullanılamayacağı ancak necasetten taharet için kullanılabileceğini söylemek mümkündür.

 

Sonuç olarak hiçbir müminin abdest aldığı sudan dökülen veya arta kalan sular necis olmadığı gibi Efendimiz’in (sas) abdest aldığı sudan dökülen veya arta kalan sular haşa hiç necis değildir. Keşke Efendimiz’in (sas) abdest aldığı sudan kalan suları biz de yüzümüze gözümüze sürebilseydik, içebilseydik veya Onun saç ve sakalından bir şekilde ayrılan parçalarını merhum Sultan I. Ahmed’in dediği gibi “N’ola tâcım gibi başımda götürsem daim!” diyerek başımızda taşısaydık!

 


 

1 ) Müslim, Fedail, 75

2 ) Buhari, Vudu, 33; Müslim, Hac, 323; Ebu Davud, Menasik, 79; Nesai, Tatbik, 249

3 ) Müslim, Salat, 249-250; Nesai, Taharet, 103; Ebu Davud, Salat, 102, Müsned, XXXI, 41, Buhari, Megazi, 53

4 ) Buhari, Vudu, 44; İbn Mace, Feraiz, 5

5 ) İbn Sad, c. 7, s. 25

6 ) Fethul Bari, c. 7, s. 101

7 ) İbn Sad, Tabakat, c. 5, s. 406

8 ) Buhari, Şurut, 15; Müsned, IV, 324

9 ) Buhari, Eyman, 3

10 ) Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 2, s. 568

11 ) Müslim, İman, 192

12 ) İbn Hişam, es-Sire, c. 3, s. 105

13 ) İbn Hişam, es-Sire, c. 3, s. 181
14 ) Ahmed bin Hanbel, Müsned

15 ) Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz; https://kurantime.com/peygamberimiz-in-sav-soz-ve-tavirlarina-karsi-duygusal-yaklasimlar-mi-yoksa-mantiki-yaklasimlar-mi-sergilememiz-gerekir

16 ) Tevbe, 31

17 ) Tirmizi, Tac, 4/255-256
18 ) Müslim, Hayız, 14; Ebu Davud, Taharet, 102

19 ) Buhari, Vudu, 44; İbn Mace, Feraiz, 5

20 )Buhari, Cihad, 102; Müslim, Fedailü’s-Sahabe, 32

21 ) Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 45; Müslim, Adab, 26

22 ) Kadı Iyaz, Şifâ, c. 1, s. 324; Heysem, Mecmeu'z-Zevaid, c. 9, s. 415; Hâkim, el-Müstedrek, 4:62-63.

23 ) Buhari, 5745; Müslim, 2194

24 ) Kâdî Iyâz, Şifa, c. 1, s. 325; Heysemi, Mecmauz Zevaid, c. 8, s. 312

25 ) Beyhaki, Delailün-Nübüvve, c. 6, s. 136; Kadı Iyaz, Şifa, 1: 331

26 ) Buhari, Menakıb, 25; Müsned, IV, 290; Beyhaki, Delailü’n-Nübüvve, c. 4, s. 110

27 ) Enbiya, 107

28 ) Tevbe, 128

29 ) Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 1, s. 83-89