Enkaz Altında Namaz
Soru: Maraş depreminde enkaz altında kalan ve orada namaz kılan bir vatandaş dışarıdan görevlilerin “Sesimi duyan var mı?” diye seslenmesine rağmen namazını bozmamıştı. Bu vatandaşın yaptığı, namazını bozmamak için ses vermemesi dinen uygun mudur?
Cevap: Bu konuda kesin bir şey söylemek zordur çünkü meselenin sübjektif, kişinin kendi hâllerine bağlı olan yönleri vardır. Bu yönlere maddeler halinde değinmek gerekirse:
Birincisi: Bir insan namazda Allah Teala’ya teveccühü, o anki konsantrasyonu nedeniyle dışarıdan gelen etkilere kapalı olabilir veya sesleri yeterince duymuyor olabilir. Örneğin bir gürültüyü veya bağırma sesini bir sinek vızıltısı kadar algılıyor olabilir. Bir insanın namazı bu kadar derin ve kaliteli ise bu harikulade bir şeydir.
Zatu’rrika seferinin dönüşünde bir mola esnasında Efendimiz’in (sas) isteği üzerine Hz. Ammar bin Yasir (ra) ile Hz. Abbad bin Bişr (ra) nöbet tutarlar. Hz. Ammar nöbet tutup etrafı gözetlerken Hz. Abbad da namaza durur. Bu sırada aşırı yorgun olan Hz. Ammar uyuyakalır. Hz. Abbad’ın ise Hz. Ammar’ın uyuduğundan haberi yoktur. Bu esnada onları takip eden bir müşrik Hz. Abbad’a ok atar ve ok Hz. Abbad’a saplanır. Hz. Abbad namazını bozmadan oku çıkarır ve namaza devam eder. Bu şekilde tam üç kere ok yarası alır. Üçüncüden sonra namazını da bitirerek Hz. Ammar’ı uyandırır ve durumu haber verir. Hz. Ammar duruma şaşırır ve neden ilk oku yediği zaman kendisini uyandırmadığını sorar. Hz. Abbad da “Kehf suresini okuyordum. Yarıda kesmek istemedim. Ancak adam ikinci ve üçüncü oku atınca rükuya varıp seni uyandırdım. Allah’a yemin ederim eğer Rasulullah’ın beklenmesini emrettiği bu yerin korumasız kalmasından korkmasaydım ben sureyi bitirmeden o adam beni öldürmüş olurdu.” cevabını verir.1
Hz. Osman’ın (ra) hanımı Meryem de Hz. Osman’ın namaz kılışını tarif ederken şöyle der: “Osman namaza durana kadar aramızda sohbet etmeyi ve şakalaşmayı ertelerdik. Rabbiyle halvete çekildiğine de ne bizim konuşmalarımızı ne de başka bir şeyi hissetmezdi.”2
Tabiinin önde gelen alimlerinden Müslim bin Yesâr (rh.a) da namaza duracağında ev halkına “Aranızda rahatça konuşabilirsiniz. Ben namazdayken sizin ne konuştuğunuzu duymuyorum.” derdi.3
Yine tabiinin büyüklerinden ve namazlarını kırk yıl cemaatle kılmasıyla meşhur Said ibn Müseyyeb’in (rh.a) bu süre boyunca namazdaki konsantrasyonu nedeniyle safta iken sağında ve solunda kim olduğunu bilmediği nakledilir.4
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ayrıca günümüzde de namaza bu denli konsantre bir hâlde duran, kalbini Allah’a tam teveccüh ettirebilmiş insanların varlığı tuhaf karşılanmamalıdır.
Eğer soruda geçen durum böyle bir durum ise namaz kılan kişinin de yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü sesleri duymamakta veya hissetmemekte, yeterince algılayamamaktadır.
İkincisi: Bir konuda verilen fetvalar veya belirtilen görüşler, fetva verenin şahsi terakki sürecinde zihnine ilk gelen, kalbini ilk dolduran mananın farklılığına göre değişebilmektedir. Örneğin, “Bir insan imam olarak cemaate namaz kıldırıyor ve kıyamda bir sure veya ayetleri okumayı bitirip rükuya varacağı sırada arkadan hızla koşuşturma sesi geliyor. Belli ki birisi cemaate yetişmek için acele ediyor. Bu durumda imam hemen rükuya varmayıp kıraati uzatmalı mıdır yoksa rükuya mı gitmelidir?” sorusuna verilebilecek cevapları düşünelim. Bazıları bu soruya “Allah’ın huzurunda iken neden başkasını düşüneyim ki? Bu saygısızlık olur. İmam hemen rükuya gitmelidir.” cevabını verebilir. Bazıları da “Cemaatle namaz kılınmaktadır ve arkadan cemaate yetişmeye çalışan mümin kul da ilk rekâttan itibaren cemaate yetişip cemaat sevabını tam kazanmak istemektedir. İmamın 1-2 ayet daha okuyuvermesinin kimseye bir zararı olmayacağı gibi namaza da bir zararı olmaz. Zaten Efendimiz (sas) de namazı uzatmak istediği zamanlarda cemaat içinden ağlayan çocuk sesi geldiği zaman namazları kısalttığını söylemiştir.” cevabını verebilir. Bu cevapların ikisinden birini alıp “Kesin doğru budur diğeri yanlıştır.” diyemeyiz.
Aynı şekilde enkaz altında da olsa bir insanın tam bir teveccühle namaza durması, ürpererek ve huşu halinde namazını kılması, o esnada kim çağırırsa çağırsın namazını kısaltmamaya azmetmesi de mümkündür. Bu da kendi başına yanlış bir davranış olmayabilir.
Diğer taraftan bu insanın kendi hayatını da koruması gerekir ve asıl farz hayatta kalmak olduğu için namazını bırakabilir. Tam o esnada selam vererek namazdan çıkabilir ve kendisine seslenenlere cevap verebilir. Dışarıdakiler kendisine ulaşana kadar da namazını tamamlamayı düşünmüş olabilir.
Ancak çoğu insanın kalbinde veya zihninde düşünceler bu kadar saf bir hâlde bulunmaz. Bu derece saf bir şekilde düşünceleri oluşmayan insanlar için o esnada namazı bozup, kendisine seslenenlere cevap verip namazını tekrar kılması daha doğru olacaktır. Ancak kişinin namaza dair duygu ve düşünceleri, konsantrasyonu, teveccühü o esnada tam saf bir hâlde ise ve “Ben şu an Rabbimin huzurundayım, bu huzurdan ayrılmamalıyım.” hissini tam duyabiliyorsa bu hâli de doğru olacaktır.
Üçüncüsü: Tehlikeli ve can sıkıcı bir gerçeği kabullenmek zorundayız: Yazının başından beri sahabeden ve tabiinden örnekler versek de çoğumuz itibariyle bizler o büyük zatlara göre hayaller aleminde yaşayan insanlarız. Bu çağın insanları arasında kalpleri kaskatı, rabıta-i mevt adına kazılan bir çukura veya tabuta girdiği hâlde orada kıkırdayan, tam o esnada dizi veya ekonomi düşünebilen ve kendisini rabıta-i mevt yapmış zanneden insanlar vardır. Cami çıkışı yardım toplamak için açılan kutulara 100 TL atıp da kendini herkesten cömert bir infak kahramanı zanneden insanlar vardır. Gün içinde namazlarını geçiştirerek kılan, bir gece de arkadaşının veya ailesinden birinin zorlamasıyla teheccüte kalkınca gecenin o vaktinde ışıkları yanmayan evlere bakıp o evlerdeki insanları gafiller kendini ise derin ve müttaki bir kul gibi hisseden, riyakarlığının farkında bile olmayan insanlar vardır. Bütün bunlar bizim hikayemizdir. Sonuçta insanlar kendilerini ulvi hislerle dolu zannettikleri zamanlarda aslında boş hayallere kapılmış olabilirler. Kendi takvamıza dair kurduğumuz hayallerin de aslında bir karşılığı olmayabilir.
Elbette ki bir insan namazda Allah Teala’ya tam teveccüh edip tam konsantre olabilir ve çevresinde olup bitenlere kendini kapatabilir. Hatta belirli acıları bile o esnada hissetmeyebilir. “Allah’ın huzurunda olmak.” hakikatini hissedebilir. Bunların hepsi mümkündür. Ancak işin gerçeği, böylesi hâller pek nadirdir. Özellikle bu yüzyılda, bu çağda, mevcut dindarlık geleneği içinde pek bulunmamaktadır. Olayın daha çok kendine olan sevgiden beslenen, kendisine yüce ulvi payeler atfetmekten kaynaklanan o kişisel resimlerden ibaret olma ihtimali oldukça büyüktür.
Bunları anlatırken ne enkaz altında namazına devam etmeyi tercih eden kişi ne de bir başkasını kastediyor değiliz. Ancak bu konudaki genel durum böylesi hâllerin çoğunlukla hayali bir resimden kaynaklanıyor olmasıdır.
Buna binaen diyebiliriz ki; soruda bahsedilen durumda doğru olan, kişinin namazını bırakıp kendisine seslenenlere cevap vermesidir. Çünkü bu hayati bir durumdur, cevap verilmezse dışarıdaki görevliler o enkazı bırakıp başka bir yere gidecekler, tekrar gelene kadar da kişi ölmüş veya sağlığını kaybetmiş olabilecektir. Böyle bir durumda da kişinin rasyonel olanı yapması daha doğrudur.
Hatta bu konuda günümüz realitesi de dikkate alınınca genel bir kaide olarak şunu söyleyebiliriz: Dünyevi meselelerde önce dünyevi olarak ne yapılabileceğini kontrol etmek, daha sonra İslam’ın getirdiklerini bunun üzerine ilave etmek en doğrusu olacaktır.
Efendimiz (sas) Uhud Savaşına çift zırh giyerek çıkmıştır. “Ben peygamberim, Allah beni nasılsa korur, zırh giymeme gerek yok.” dememiştir. Bütün savaşlarında bir savaş nasıl yapılması gerekiyorsa, hangi stratejilerin uygulanması, hangi tedbirlerin alınması gerekiyorsa, bir komutanın nasıl davranması gerekiyorsa Efendimiz (sas) de öyle davranmıştır. Örneğin Efendimiz’in savaşlarda güneş açısını Müslüman askerlerin arkasına alması sık uyguladığı bir taktiktir.5 Hatta Efendimiz’in Mekke’de gerek tebliğin gizli döneminde gerekse açık döneminde uyguladığı tedbirler, bazen namazları gizli kılması ve kıldırması, o dönemde Daru’l Erkam’ın tercih edilmesinde gözetilen stratejik faydalar, tebliğin açıktan yapıldığı dönemde akrabalarından destek istemesi, hayatta kalma stratejisi açısından Habeşistan Hicreti, Hz. Ammar’ın (ra) müşriklerin istediklerini söylemesine rağmen kalbindeki imanın esas olduğunun söylenerek gerekirse bu tip stratejilere başvurulabileceğinin müminlere anlatılması, tebliğ ve destek için Taif’e gitmesi, Akabe’de Medineliler ile yaptığı görüşmelerde Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ali’yi (ra) gözcü tayin etmesi hatta bunu Mekkeli müminlerin bile bilmemesi6 gibi tedbir adına gerçekleştirdiği pek çok örneğe bakılınca adeta “Allah sabredenlerle beraberdir.”7, “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”8 gibi ayetler -haşa- hiç yokmuşçasına davrandığını zannetmek mümkündür. Bu tedbirlerin ve dünyevi sebepler adına yapılması gerekenlerin yapılmasının yanında duanın, namazın da ihmal edilmediğini görürüz.
Hendek savaşında Efendimiz’in (sas) ve müminlerin savaşın şiddetlendiği bir anda ikindi namazını kılamadıkları, sonradan kaza ettikleri bilinir.9 Hatta Hendek savaşında kazaya bırakılan namazların sadece bir kere değil dört kere olduğuna dair farklı rivayetler de vardır.10 Dolayısıyla “Efendimiz (sas) harbin en şiddetli anlarında dahi namazını terk etmemiştir.” diyebileceğimiz bir durum yoktur. Çünkü savaşın o şiddetli anlarında insanın gözünü bile kırpmaması gerekir. Efendimiz de “Siz nöbet tutun, biz birkaç kişi şurada namazımızı kılalım.” dahi dememiştir. O hâlde esas olan öncelikle hayatın varlığını devam ettirmektir.
Bu yönüyle de soruda geçen kişinin namazını bırakıp cevap vermesi, dışarıdakiler kendisine ulaşana kadarki sürede de namazına devam etmesi doğru olacaktır. Ancak dışarıdakileri duymayacak kadar konsantre olmuş bir hâlde ise o durumda mesul olmaz. Çünkü zaten duymamaktadır ve bu durum iradi değildir. Ancak iradi bir tercih yapılacağı zaman öncelikle hayati tehlikenin bertaraf edilmesi esas olmalıdır.
1 ) Ebu Davud, Sünen, 1/136
2 ) Beyhaki, Şuabu’l İman, 3/165
3 ) İbn Sa’d, Tabakatül Kübra, 7/186
4 ) Buhari, Tarihul Kebir, c. 3, s. 510
5 ) Vâkıdî, Megazi, 1/220
6 ) Muhammed Sallabi, Siyer, s. 416
7 ) Bakara, 153
8 ) Maide, 67
9 ) Müslim, Mesacid, 205; Buhari, Daavat, 58
10 ) Tirmizi, Salat, 18; Nesai, Sünen, 22