Fıkıh Tarihimiz ve Fetvaların Serencamı | İslami İlimler Geleneğine Eleştirel Bir Bakış | 5. Kısım
Fıkıh Tarihimiz ve Fetvaların Serencamı
İslami ilimler tarihine baktığımızda hadis usulündeki esneme, gevşeme veya genişlemenin karşılığında fıkıh ilminde özellikle fetvalarda git gide bir daralma veya katılaşma görürüz.
Anlaşılan odur ki özellikle uygulamaya dair meseleler fetva verenler tarafından zamanla daraltılmıştır. Bunun da en önemli nedenlerinden birini “Ne olur ne olmaz!” düşüncesi olarak belirtebiliriz. Dolayısıyla fetvalarda çoğu zaman tedbiri elden bırakmamak, en kötü ihtimale göre en korumacı hükmü fetva olarak vermek gibi bir alışkanlık hâkim olmuştur.
Bu tutum aslında doğru hüküm verme hakkında gerekli cehdin, gayretin dolayısıyla gerçek manasıyla içtihadın işletilmemesi demektir. Bu da bizi içtihat kapısının açık olup olmamasıyla ilgili tartışmalara götürmektedir.
İctihadın Tunç Kapısı
Bilindiği gibi içtihat kavramı cehd kökünden gelir ve zor bir işi başarmak için elden gelen bütün gayretin sarf edilmesini ifade eder. Fıkıh usulünde ise içtihat, içtihat yapabilecek seviyeye ulaşmış bir alimin ayet ve hadislerin (nass) lafızlarından ve manalarından hareket ederek ve hakkında nass bulunmayan durumlarda da çeşitli çıkarım yöntemlerini kullanarak şer’î hüküm hakkında zannî bir bilgiye ulaşma çabasıdır. Buradaki “zannî” kavramı içtihat sonucu ulaşılacak bilginin mutlak, kesin, ilahi bir hüküm gibi bağlayıcı olmamasını ifade eder. Çünkü sonuçta beşerî bir faaliyetin ürünüdür.
İçtihat yapabilecek seviyedeki bir İslam alimine literatürde “müçtehit” denilir. Müçtehitler mutlak müçtehit ve mukayyet müçtehit olmak üzere ikiye ayrılır. Mutlak müçtehitler dinin her alanında, ibadetlerde olduğu kadar hukuki ve cezai meselelerde de içtihat yapabilecek yetkinlikte alimlerdir. Bu alimlerin yaptıkları içtihada da mutlak içtihat denilir. Mukayyet (kayıtlı, sınırlı) müçtehitler ise dinin sadece belli bir alanında, örneğin sadece ibadetler veya sadece miras hukuku alanında içtihat yapabilecek alimlerdir. Diğer yandan içtihat yapabilecek seviyede olan alimlere müftü (fetva veren) veya fakih (fıkıh sahibi) unvanları da verilmiştir ancak müftü ve fakih terimleri içtihat seviyesine ulaşmamış alimleri de kapsayabildiği için müçtehit kavramı daha özel bir anlamda kullanılmıştır.
Klasik fıkıh literatürümüzde içtihat edebilmenin bazı şartları öngörülmüştür. Bunlar kısaca kaynak, alet, usul bilgisi ve meleke olarak özetlenebilir. Kaynak, Kur’an ve sünnet bilgisi ile müçtehitlerin icma ettiği hususları bilmektir. Alet bilgisi Arapça hakimiyetidir. Usul bilgisi, fıkıh usulünü derinlemesine bilmek, nasslardan hüküm çıkarma yollarını kavrayarak uygulayabilir olmaktır. Meleke kavramı ise doğuştan ortalama üstü bir zeka ve doğru yorum kabiliyetine sahip olmayı ifade eder. İmam Gazali bu şartlara bir de iyi niyet ve güzel ahlak kavramlarını ilave eder. Bu özelliklere sahip bir alim dinin her alanında içtihat yapabilir, yeni hükümlere ulaşabilir, fetva verebilir. Ayrıca böyle bir alim diğer müçtehitlerin içtihatlarına tâbi değildir ve olmamalıdır. Hatta böyle bir alimin diğer müçtehitlerin içtihatlarına tâbi olması, onları taklit etmesi caiz değildir.
Fıkıh ilminde Müslümanlar alim ve avam olmak üzere ikiye ayrılırlar. Dolayısıyla bir insan dinini bilmekte ya alimdir veya avamdır. Tabii ki bu iki kategorinin kendi içinde de farklı dereceleri vardır. Buna göre alim, delile dayalı bir fıkıh bilgisine sahip olanlardır. Delile dayalı fıkıh bilgisine sahip olmayanlar yahut fıkıh alanında alimlerin görüşlerine ve bilgilerine ihtiyaç duyanlar da avam kabul edilir. Avam aynı zamanda mukallittir yani taklit edendir. Bu durum değersel anlamda bir hiyerarşiyi ifade etmez çünkü fıkıh sahasında uzman olanların görüşlerini doğru varsayarak kabul etmek ve uygulamak toplumsal bir işbölümünün de doğal bir uzantısıdır. Bu aynen toplumda herkesin doktor veya avukat olamayacağı türünden bir toplumsal realitedir. Ancak “zarurat-ı diniye” denilen dinin en azından zaruri olan kısımları yani itikat, ahlak ve ibadet alanlarındaki temel meselelerde taklit hoş karşılanmamıştır. Özellikle itikadi meselelerde taklit pek makbul değildir.
İçtihat kavramı ve uygulaması tarih boyunca İslam hukukunu veya fıkhı canlı tutan en önemli dinamik olmuştur. Efendimiz’in (sas) içtihadı teşvik eden meşhur Muaz bin Cebel (ra) hadisi ile sahabe uygulamaları içtihadın yerini ve önemini göstermeye yeterli örnekler olarak kabul edilir. Sahabe arasında kendi içtihadıyla amel edip insanları aydınlatan alimler olduğu gibi sahabe sonrası dönemde de hem sahabenin bizzat yetiştirdiği tabiin alimleri hem de farklı şekillerde yetişen alimler içtihat uygulamasını devam ettirmişlerdir.
Ayet ve hadisler bir tarafta, pratik hayat diğer taraftadır. Bu ikisi arasında doğru ve dengeli bir bağlantı kurmanın yegâne yolu içtihattır. Özellikle yeni meseleler yeni içtihatları gerektirir. Nitekim sahabe böyle davranmış, sahabe sonrası nesil de bu realiteyi aynen devam ettirmiştir. İmam-ı Azam, İmam Şafii, İmam Malik gibi isimler bu konuda atılımcı fikirleriyle birer sistem oluşturmuşlardır.
Mesele tam da burada başlamaktadır. Bir şeyi sistematize etmek o şeyin uygulanabilirliğini ve yayılmasını kolaylaştırdığı gibi dondurma, durağanlaştırma potansiyeline de sahiptir. Özellikle “sistem” mutlaklaştırıldığında sistem dışına çıkılamaması gibi sorunlar doğabilir.
İslam hukuku tarihinde de mezheplerin oluşması ve her mezhebin kendine özgü sistemine göre yapılan içtihatların en azından temel seviyede yazılı hâle getirilmesiyle içtihat kavramı eski dinamizmini yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır. Ayrıca ictihat kavramının ilk dönemlerdeki geniş anlamı daralmıştır. Ancak yanlış anlaşılmasın, içtihat kavramının eski dinamizmini kaybetmesinin nedeni mezheplerin oluşması değil, mezheplerin mutlaklaştırılmasıdır. Bu da tek neden değil pek çok nedenden sadece biridir. Çünkü öncelikle mezheplerin oluşumu içtihadı disipline eder, doktrin oluşturur ve meseleyi derleyip toparlar. Diğer yandan bir mezhebin kendi yöntemine veya sistemine göre yapılmayan içtihatları içtihat olarak kabul etmemesi gibi bir durum da henüz ortalıkta yoktur. Bu bağlamda mezhepler ve içtihat arasında bir çelişki var ise bu çelişki mezheplerin varlığında değil tek bir mezhebin yöntemine göre yapılan içtihatların dışına çıkamamakta aranmalıdır.
İçtihat hicri ilk üç yüz yıl boyunca son derece dinamik bir şekilde varlığını devam ettirmiştir. Ancak üçüncü (bazılarına göre dördüncü) yüzyılda bir kırılma yaşanmıştır. Çünkü hicretin ikinci yüzyılından itibaren bir “taklit” düşüncesi başlamış, bu düşünce zamanla akım halini almıştır. 4. yüzyılda Hanefilerden Ubeydullah bin Hüseyin el-Kerhî ve Maliki alimlerden Ebu Bekr b. el-‘Alâ içtihat kapısının kapandığını iddia eden ilk alimler olarak kabul edilir. Bu kapının kapanmasının en önemli nedeni de mezheplerin tam olarak oluşmuş ve oturmuş olması gösterilir. Aslında mezheplerin oluşumundan önce mezhep imamları ve önde gelen alimler içtihat eden ve içtihat edilmesini tavsiye eden insanlardır. Ancak dördüncü yüzyılın ortalarında insanlar önceki alimlerin otoritesi etrafında toplandılar ve bu toplanma zamanla bağlanmaya, sahiplenmeye ve nihayet taassuba dönüştü. Dolayısıyla bu dönemde içtihat için bir “kapı” icat edildi ve o kapıya içeriye girmek isteyenleri durduran bazı bekçiler konuldu. Müslümanların iç meseleleri, siyasi çatışmalar ve toplumsal çalkantılar da içtihat kavramını donduran diğer hususlar oldu.
Artık eskisi gibi yaygın bir şekilde içtihat edilmemesinin farklı nedenleri de vardır. Örneğin İmam Şafii’nin serbest akıl yürütmeye karşı sistematik akıl yürütmeyi öne çıkarması ve bunun yaygınlaşması bu nedenlerden biri olarak kabul edilir. Ancak bu husus ayrı bir tartışma konusudur. Diğer nedenler ise şöyle sıralanabilir;
- Re’y (kişisel görüş belirtme) karşıtı faaliyetler ve bu karşıtlığın devlet nezdinde destek bulması,
- İcmanın kurumsallaşması,
- Fıkıhçıların siyasi suiistimalleri önleme gayreti,
- Zamanın bozulduğundan bahisle insanların heva ve heveslerine göre hareket edip nassları kendi arzularına göre yorumlayabilecekleri endişesi...
Elbette ki her sebebin kendine göre haklılık payı vardır. Özellikle fıkıhçıların siyasi istismarları önleme çabaları ve insanların kendi hevalarına göre içtihat yapma potansiyelleri ciddiye alınması gereken risklerdir. Ancak bu riskleri bertaraf etmenin yolunun içtihat kapısını kapatmak olup olmadığı da tartışmalıdır.
Yine yedinci yüzyılın sonlarında yaşanan Moğol istilası ve katliamları, son Abbasi halifesi Müstasım-Billah’ın işkenceyle öldürülmesi gibi travmalar içtihat ve özgür düşünce gibi değerler yerine tarafgirlik, taklit ve kutuplaşmayı daha etkili bir hale getirmiştir.
Bu ve benzeri nedenlerle ister hicri dördüncü miladi onuncu yüzyıldan itibaren olsun ister bir yüzyıl öncesinden İslam fıkıh tarihinde öyle bir kırılma yaşanmıştır ki o kırılmadan sonra fıkıhçıların bütün işlevleri kendilerinden önceki imamların doktrinlerini yorumlamak ve eski hükümleri yeni olaylara analojik olarak uyarlamaktan ibaret kalmıştır. İçtihat kapısının kapanmasından asıl kasıt da budur.
Aslında İslam ilim tarihi boyunca içtihat kapısını canlı tutmaya yönelik ferdî girişimler hiç olmamış değildir. Özellikle bazı isimler bu konuda ciddi atılımlarda da bulunmuşlardır. Örneğin onuncu yüzyılda yaşamış İbn Cerir et-Taberî, Muhammed bin Huzeyme, el-Cessâs, 11. yüzyılda yaşamış el-İsferayînî, el-Mâverdî, Serahsi, 16. yüzyılın başlarında yaşamış Suyuti ve el-İmâdî, 18. yüzyıl alimlerinden Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, 19. yüzyıl alimlerinden Şekvanî gibi isimler ilk dönemlerdeki canlılığıyla ve orijinalitesiyle olmasa da içtihat geleneğini devam ettirmeye çalışan isimler olarak kabul edilebilir. Ancak bu isimler taklitçiliği benimsemiş ve bir alışkanlık hâline getirmiş geniş ve güçlü kesimlerin mutaassıp direnişini kıramamışlardır.
Diğer yandan örneğin İbn Hümam isimli bir Hanefi alimi vardır. Bu zat 14. yüzyılın sonlarıyla 15. yüzyılın ortalarında yaşamış önemli bir fıkıh, usul ve kelam alimidir. Sonraki alimler tarafından da Hanefi mezhebinin son müçtehitlerinden birisi olarak kabul edilir. İlmini ve zekasını takdir etmeyen yoktur. Bazen kendi mezhebinin sınırlarını da aşan görüşler ortaya koymuş ve kendi mezhebinin bazı görüşlerini tenkit etmekten çekinmemiştir. Bu büyük alimin yine büyük bir alim olan İbn Kutlubuğa isimli bir öğrencisi vardır. O da Hanefi fıkıhçısı ve hadis alimidir. Ancak İbn Kutlubuğa hocası İbn Hümam hakkında “Hocamızın Hanefi mezhebine uymayan içtihatları ile amel edilmez.” diyebilmiştir. Bu da bize meselenin ilimden ziyade anlayış ve ufuk meselesi olduğunu göstermektedir.
Bir başka orijinal ve ilginç atılım da Cüveyni ve Şatıbi gibi isimler tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Cüveyni 11. yüzyılın Şatıbi ise 14. yüzyılın alimleridir. Bu zatlar “makasıd içtihadı” adı verilen bir içtihat türünü savunmuş ve bu türün temel ilkelerini tesis etmeye çalışmışlardır. Makasıd, maksat kelimesinin çoğulu olup hedeflenen şeyler ve amaçlar anlamına gelir. Bundan kasıt, ayet ve hadislerin genel maksatlarını bilip anlamak, yapılacak içtihatlarda da ayet ve hadislerin lafızlarından çok genel maksatlarını esas almaktır.
Aslında makasıd düşüncesi fıkıh tarihi boyunca içtihadın temelindeki yapı taşlarından biri olmuştur. Yani müçtehitler genellikle ayet ve hadislerin lafızlarının yanında temel maksatlarını da hesaba katarak içtihatlarda bulunmuşlardır diyebiliriz. Ancak içtihatta makasıdı öne çıkarmak, metnin lafzına yani ayet ve hadislerin sadece literal manalarına bağlı kalmayıp yapılacak içtihatların toplumda oluşturacağı etkiyi de dikkate alarak içtihatta bulunmak demektir.
Ayet ve hadislerin literal manalarının veya lafızlarının yorumunu esas alan içtihat aslında dinin ruhunun anlaşılması ve anlatılması, problemlerin çözümü konusunda bazen yetersiz kalabilmektedir. Bu nedenle içtihat yaparken sadece lafzın yorumu değil içtihat sonucu ulaşılacak hükmün oluşturacağı olumlu veya olumsuz etki de dikkate alınmalıdır. Makasıd içtihadının asıl mantığı da budur. Ancak meselenin bu kısmı son derece önemli olmasına rağmen fıkıh geleneğimizde hak ettiği önemi görememiştir.
Günümüze doğru son yüz yıla gelindiğinde de Batı dünyasının İslam dünyası karşısındaki ekonomik, siyasi ve askeri üstünlüğü içtihat düşüncesini yeniden gündeme getirmiştir. Bu bağlamda Arap dünyası ile Türk dünyası arasında tuhaf bir çelişki de göze çarpmaktadır. Modern sorunlar karşısında içtihat kavramına yaklaşım konusunda Araplar genel olarak Türklerden daha ilerici bir tavır takınmışlardır. Muhammed Abduh’tan Afgani’ye ondan Yusuf el Karadavi’ye uzanan bir çizgi Arapların genel yaklaşımını ifade ederken bizde merhum Mustafa Sabri gibi isimler daha muhafazakâr ve gelenekçi çizgiyi temsil etmişlerdir.
Diğer yandan meseleyi daha derinlerde gören, asıl sorunun daha temelde olduğuna inanan, içtihattan daha önemli bir konu olarak iman meselesini gündeme getiren ve adeta her şeye sıfırdan başlama gibi bir motivasyonla hareket eden Bediüzzaman gibi isimler de olmuştur.
Son olarak tarihte görülmemiş nevzuhur bir kesim daha ortaya çıkmıştır. Bunlar da içtihadı gerekli görmektedirler ancak bu konuda hiçbir sınırlayıcı ilke tanımamaktadırlar. Kendilerinin tutarlı ve işlevsel bir yöntemleri de yoktur. Ancak dinin her alanında uzman olduklarını düşünen ve bunun için sadece Kur’an meali bilgisini yeterli gören bir anlayışa da sahiptirler. “Kur’an yeter!” mottosuyla hareket eden bu kesim bütün fıkıh tarihini yok saymakta bir beis görmemektedir. Buna karşılık namaza üç vakit demekte, tesettürü farz saymamakta, eti yenebilen her hayvandan kurban olabileceğini belirtmekte de bir beis görmemektedirler. Bunları en azından bu konu bağlamında ciddiye almamıza pek gerek de yoktur.
Sonuç olarak fıkıh tarihimizin adeta bir big bang gibi harikulade bir patlamayla başladığı ancak gelinen noktada sönmeye yüz tuttuğunu söylemek abartı olmayacaktır. Özellikle fıkıh tarihimizin belli bir dönemden sonra kendini tekrar eden bir mahiyete büründüğünü görmek ve meseleyi gerekirse en baştan ele almak olmazsa olmaz bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır.