


Gerçeklikle Yüzleşemeyen Ahlakın İflası | Hayvan Eti Yemek ve Etik | 3. Kısım
Gerçeklikle Yüzleşemeyen Ahlakın İflası
Modern etik tartışmalarındaki yaygın ve popüler bazı duruşların hayatın en temel biyolojik ve kozmik gerçeklerinden kopuk bir zeminde yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Bu kopukluk ahlaki argümanları hassas ve insancıl göstermekle birlikte, onları kaçınılmaz olarak "irrasyonel" bir temele mahkûm eder. Hayvan yemek, savaşın kaçınılmazlığı ve cinselliğin doğası gibi insanlığın en kadim meseleleri kimi zaman varoluşun inkâr edilemez gerçekleri (realite) göz ardı edilerek ele alınır. (1)
"Hayattan zihinsel kopmuşluk" olarak tanımlayabileceğimiz bu modern duruşları ahlaki bir üstünlükten ziyade, varoluşun doğasını anlama noktasındaki bir zafiyet olarak okuyabiliriz. Gerçekliğe dayanmayan bir ahlak naif bir romantizm veya sürdürülemez bir yanılsamadır. Sonuçları itibariyle de büyük fiyaskolara yol açma potansiyeli taşımaktadır. Bu nedenle sağlam bir etik zemin inşa etmek için öncelikle hayatın en temel ve kaçınılmaz ilkelerini göz önünde bulundurmak gerekir. (2)
Varlığın Ölüm Üzerine Kurulu Doğası
Hayvan yeme etiği gibi spesifik bir konuyu tartışmaya başlamadan önce "yemek" eyleminin kendisini kavramsal olarak iyi konumlandırmak gerekir. Zira mesele insanın bir canlıyı tüketip tüketemeyeceği değil, bizzat varoluşun kendisinin bir tüketim ve dönüşüm döngüsü üzerine kurulu olup olmadığıdır. Bu döngüyü anlamak ahlaki yargılarımızı realitenin sağlam zeminine oturtmamızı sağlar. Bu konuya dair detaylı bir izahı "Realiteden Kopuk Etik Değerler Kurgulamak" başlıklı bölümde yapmıştık, arzu edenler o kısmı tekrar okuyabilirler.
Dünyamızdaki yaşam döngüsü bu realitenin açıkça görüldüğü bir noktadır. Biyosferin birincil enerji kaynağı olan Güneş, fotosentezi mümkün kılmak için "adım adım kendisini yiyerek" yani kütlesini enerjiye dönüştürerek varlığını sürdürür.(3) Bu enerjiyle büyüyen bitkiler otçullar tarafından "öldürülerek" tüketilir. Otçullar ise etçiller için bir besin kaynağı hâline gelir. Nihayetinde tüm canlılar öldüğünde bu sefer de mikroorganizmalar tarafından "yenilerek" döngüye yeniden dahil edilirler.
Bu kozmik ve biyolojik gerçeklik ışığında, canlıların dokunulmaz bir "var olma hakkına" sahip olduğu fikri anlamsızlaşır. Hiçbir canlı, ömrünün sonuna kadar dokunulmaz bir şekilde yaşama garantisine sahip değildir. Hayat birbiriyle beslenen bir sistemdir ve her varlık, bu büyük gıda-enerji zincirinin potansiyel bir halkasıdır.
Bu gerçeklik karşısında, canlıları tüketme eyleminin kendisine mutlak bir ahlaki değer (iyi ya da kötü) atfetmeye çalışmak, varoluşun temel yasasını yanlış anlamak manasına gelir. Cinsel üremenin ahlaki değil biyolojik bir zorunluluk olması gibi, beslenme de bir ahlak sorunu değil, bir varoluş realitesidir. Asıl ahlaki soru "yemek ya da yememek" değil, bu kaçınılmaz eylemin "nasıl" gerçekleştirileceğidir.
İnsan Denen Hayvan: Biyolojinin Ahlakla Yüzleşmesi
İnsanın doğadaki yerini doğru konumlandırmak pek çok ahlaki yanılgıyı önlemek için kritik bir öneme sahiptir. İnsanın bilinç, şuur ve medeniyet kurma gibi "üstün" yetenekleri, onun temel biyolojik gerçeklerini ortadan kaldırmaz. Meseleye biraz dikkatle bakarsak şunu göreceğiz: İnsanlar hayvanları onlardan daha öte, daha yüce, daha üst varlıklar olduğu için yemiyor. İnsanlar hayvanları kendileri de hayvan oldukları için yiyorlar.
Bu argümanı felsefede sıkça düşülen bir mantık hatasından, yani doğallık safsatasından net bir çizgiyle ayırmak gerekir. Burada doğallık safsatası yapılmıyor. "Doğal" kelimesine yüklenen manayı iki farklı kategoride ele almamız gerekir:
Birincisi, doğadaki canlıların sergilediği keyfi veya kültürel davranışlardır (Örn: "Goriller harem kurar, öyleyse bu doğaldır ve insanlar için de meşru bir model olabilir" iddiası). Bir davranışın doğada gözlemleniyor olması onun ahlaki bir norm olarak kabul edilmesini gerektirmez, bu tür bir çıkarım bir safsatadır.
İkincisi ise bir davranış değil varoluşun kendisi için kaçınılmaz olan biyolojik zaruretlerdir (Örn: "Canlılar hayatta kalmak için başka canlıları tüketmek zorundadır"). Bu argümanın dayandığı temel birinci kategorideki gibi keyfi bir davranış modeli değil, ikinci kategorideki varoluşsal zarurettir. İnsanın beslenme ihtiyacı ahlaki bir tercih değil, tıpkı nefes almak gibi ahlak-öncesi (pre-moral) bir zorunluluktur. Bu nedenle bu eylemin kendisi ahlaken yargılanamaz, ahlak bu zaruretin nasıl yerine getirildiği noktasında başlar.(4)
İnsanın bu biyolojik tabiatı ne zekasının parlaklığıyla ne de manevi arayışlarıyla ortadan kalkar. En bilge insan dahi, fizik yasaları karşısında 60 kiloluk bir buzdolabından farksızdır. Albert Einstein gibi bir deha, trafikte ani bir fren anında momentumun korunumu yasasına tabidir ve tıpkı cansız bir nesnenin bağlanması gerektiği gibi onun da emniyet kemerine ihtiyacı vardır. Aklı onu fizik yasalarından muaf kılmaz. Benzer şekilde en medeni bireyin hormonları da doğanın temel itkileriyle, tıpkı Mart ayındaki bir kedinin dürtüleri gibi işler. Bu güçlü biyolojik itki görmezden gelinemez; ya meşru bir kanala (İslami çerçevede nikah) yönlendirilir ya da bastırılarak kişinin psikolojisine ciddi zararlar verir.
Bu örnekler, insanın biyolojik bir varlık olduğu gerçeğini bize hatırlatmalıdır. İnsanın insani veya üstün yönü yeme, üreme veya kendini koruma gibi temel eylemleri reddetmekte değil, bu eylemleri nasıl gerçekleştirdiğinde ortaya çıkar. Bir hayvanı yerken ona gereksiz acı çektirmemek, bıçağı önünde bilememek veya diğer hayvanların gözü önünde kesmemek gibi tavsiyeler yeme eyleminin meşruiyetiyle ilgili değildir.(5) İnsanda var olan biyolojik zorunluluğun insani bir çerçeve ve estetik bir duyarlılıkla yerine getirilmesini sağlar.
İrrasyonel Duruşlar: Hayatın Gerçekliğinden Kopan Modern Ahlak Eleştirisi
Modern dünyada yaygın kabul gören ancak hayatın doğasıyla açıkça çelişen bazı ahlaki duruşları "irrasyonel" olarak tanımlayabiliriz. Bu tarz duruşlar hayattan zihinsel kopuş halini paylaşır ve gerçekliğin yerine romantik idealleri koyma eğilimindedir. Bu bölümde üç temel irrasyonel duruşu eleştirel bir süzgeçten geçirmeye çalışacağız.
1-)Mutlak Pasifizm ve Savaşın Reddi: Her ne koşulda olursa olsun savaşa ve şiddete karşı çıkmayı savunan mutlak pasifizm, kulağa ne kadar ulvi gelse de hayatın temel bir gerçeğini göz ardı eder: Güçlü olanın zayıf olan üzerinde egemenlik kurma potansiyeli. Bir kaplanın ormanda savunmasız bir insanı yemesi veya tarihte Nazilerin savunmasız insanlar üzerinde deneyler yapması bu acımasız realitenin farklı tezahürleridir. Savaşın bir realite olduğunu yok saymak kendini savunma ve hayatta kalma tedbirlerini almayı engeller. Bu ahlaki bir erdem değil tehlikeli bir saflıktır. Gerçekçi bir ahlak, savaşı idealize etmez ama onun bir olasılık olduğunu kabul ederek caydırıcı gücü ve savunma mekanizmalarını inşa etmeyi ahlaki bir sorumluluk olarak görür.(6)
2-)Hayvan Yemenin Mutlak Reddi: Hayvan yemeyi kategorik olarak ahlak dışı ve yanlış ilan etmek biyolojik bir zorunluluğu, gerçeklikten kopuk bir ahlaki yargıyla mahkûm etmeye çalışır. Bu duruş, hayatın en temelinde bir tüketim döngüsü olduğu gerçeğinden ve insanın da bu döngünün bir parçası olduğundan zihinsel bir kopuş anlamına gelir. Canlıların birbirini yiyerek hayatta kaldığı bir dünyada sadece insanın bu eylemden ahlaken sorumlu tutulması rasyonel bir temele dayanmaz.
Bu noktada tercih ile zaruret arasında felsefi olduğu kadar sosyolojik ve tarihsel bir ayrım yapmak da şarttır. Hayvan yemenin kategorik olarak reddedilmesi, bu eylemi modern ve bireysel bir tercih olarak konumlandıran dar bir perspektife dayanır. Bu perspektiften bakarak Kur'an'ın hayvan yeme davranışına izin vermesi sorgulanır. Oysa bu bakış açısı hem tarihsel hem de küresel gerçeklikten bütünüyle kopuktur.
İnsanlık tarihinin %99'undan fazlası için hayvansal gıda tüketimi bir keyfi tercih değil hayatta kalmanın temel şartı olmuştur. Günümüzde B12 takviyeleri, zenginleştirilmiş gıdalar ve özel diyet lojistiğine erişebilen küçük bir refah toplumu azınlığı için bu eylemin biyolojik bir zaruret olmaktan çıkıp bireysel bir tercih alanına girdiği doğrudur. Ancak bu yeni ve ayrıcalıklı tercih imkanını, insanlık tarihinin %99'u ve gezegenin bugünkü çoğunluğu için hala geçerli olan "sistemik zaruret" gerçeğini ahlaken kınamak için bir dayanak olarak kullanmak makul bir temele dayanmaz. (7)
Bir azınlığın bireysel tecrübesi, insanlığın ezici çoğunluğunun temel realitesi üzerine inşa edilmiş evrensel bir ahlak kuralını geçersiz kılamaz. Günümüzde dahi gezegenin çoğunluğu için durum farksızdır. B12 takviyeleri, zenginleştirilmiş gıdalar ve özel diyet lojistiğine erişebilen küçük bir refah toplumu azınlığının tecrübesi, evrensel ve mutlak bir ahlak kuralına dönüştürülemez.
Bu ayrıcalıklı pozisyonu (privilege) evrensel bir ahlaki "norm" olarak dayatmak ve bu sebeple İslam'ı yanlışlamaya çalışmak ne kadar ahlaki bir pozisyondur? Bu yalnızca felsefi bir hata değil, aynı zamanda hayvansal gıdaların eksikliğinde ortaya çıkacak olan çocuk ölümlerini, yaygın hastalıkları ve yaşam süresindeki dramatik kısalmayı da yok saymaktır. Dolayısıyla realist bir ahlak sistemi insanlığın ezici çoğunluğunun bu temel zaruretleri üzerine inşa edilmelidir.
3-) Dünyevi Zevklerin ve Cinselliğin Aşağılanması: Bazı ruhban veya asketik geleneklerde görülen yeme, içme, dostlarla sohbet etme ve cinsel ilişki gibi bedensel ve dünyevi zevkleri hayvani ve abes olarak niteleyen bakış açısı da bir başka irrasyonel duruştur. Bu yaklaşım insanın biyolojik doğasını aşağılayarak onu inkâr etmeye çalışır. Bu zihinsel kopuş o kadar derindir ki, bu düşünceye sahip bazı akımlar İslam'ın vaat ettiği somut ve bedensel zevkler içeren cennet tasavvurunu dahi anlamsız ve kaba bulur. (8) Oysa insanın biyolojik doğasını reddetmek hakiki ve ulaşılabilir mutluluğu, ulaşılamaz hayali ideallerle bozmaktan başka bir anlama gelmez. Gerçeklikten kopuk bu irrasyonel duruşlara karşı, İslam’ın sunduğu gerçekçi ve düzenleyici ahlak modeli orta yolu işaret eder. Enes (b. Mâlik) tarafından nakledildiğine göre, Hz. Peygamber"in (sas) ashâbından bazı kimseler Hz. Peygamber"in (sas) eşlerine gelerek onun yalnız başına iken yaptığı ibadetleri sordular. (Kendi ibadetlerini az görerek) birisi, “Kadınlarla evlenmeyeceğim.”; birisi, “Et yemeyeceğim.”; birisi de “Yatakta uyumayacağım.” dedi. (Onların bu sözleri kendisine bildirilince Resûlullah) önce Allah'a hamdedip O'nun yüceliğini dile getirdikten sonra şöyle buyurdu: “Bazılarına ne oluyor da bu sözleri söylüyorlar? Hâlbuki ben namaz da kılarım, uyurum da; oruç da tutarım, tutmadığım da olur; kadınlarla da evlenirim. Her kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir." (9)
İslami Perspektif: İnkar Değil Sınırlama
İslam hayatın beslenme, çatışma ve üreme gibi zorlu gerçeklerini inkâr etme yoluna gitmez. Bunun yerine bu gerçekleri insani bir çerçevede yönetme, düzenleme ve sınırlama yoluna gider.
Bazı şeylerden bütün bütün uzak kalmak onları belirli bir miktarda yapmaktan daha kolaydır. Mesela kilo sorunu olan bir kişi için hiç ekmek yememek, her öğünde sadece bir dilim ekmek yemekten daha kolay uygulanabilir bir yöntemdir. Çünkü mutlak yasak iradeyi bir kez kullanmayı gerektirirken, makul seviyede bir sınırlama her an bir öz-denetim ve ölçü bilinci gerektirir.(10) Bu prensip temel meselelerde şu şekilde kendini gösterir:
1. Beslenme: Hayvan yeme eylemi meşrudur. Bu, hayatın bir tüketim döngüsü olduğu gerçeğinin kabulüdür. Ancak bu eylem sınırlanmıştır: Hayvana gereksiz acı çektirmek, eziyet etmek yasaktır. Hz. Peygamber'in kesimden önce bıçağın hayvana gösterilmemesi, bir hayvanın diğerinin gözü önünde kesilmemesi gibi tavsiyeleri biyolojik bir zorunluluğun nasıl insani bir çerçeveye oturtulduğunun mükemmel örnekleridir.
2. Çatışma (Savaş): Savaşın ve çatışmanın bir realite olduğu kabul edilir. Ancak bu kabul sınırsız bir vahşete izin vermez. Hz. Peygamber'in (sas), kamp kurdukları yerde bir yılanla karşılaşan ve onu öldüremeyen ashabına söylediği şu söz, bu inceliğin zirvesini temsil eder: "Siz onun şerrinden korundunuz, o da sizin şerrinden korundu."(11) Bu ifade basit bir zafer veya mağlubiyet anlatısının çok ötesindedir. Burada, birbirine zarar verme potansiyeli taşıyan iki farklı türün (insan ve yılan) kaçınılmaz çatışmasının tanınması vardır. Yılan kendi doğası (hayatiyeti) gereği, insan da kendi doğası gereği bir tehdittir. Peygamber Efendimiz'in (sas) yorumu çatışmanın sonlanarak her iki tarafın da kendi varlık alanına çekildiği bir denge durumunu vurgular.
3. Cinsellik: Cinsel dürtüler yok sayılamaz. İslam'da cinsellik nikahın kolaylaştırılması gibi bir çerçeve ile düzenlenir ve meşru bir statüye kavuşturulur. Burada bir realiteyi yok saymak yerine onun hem birey hem de toplum için yapıcı bir kanala yönlendirildiğini görürüz.
Son olarak bireysel hassasiyet ile evrensel ahlak yasası arasındaki farkı netleştirmek gerekir. Bir insanın kan görmeye dayanamaması veya et yemekten kişisel olarak hoşlanmaması son derece doğaldır. İslam, bu tür kişisel farklılıklara alan tanır. Ancak bu tarz durumların bütün insanlığa teşmili büyük problemlere kapı aralayacaktır.
Özetle; sürdürülebilir, yaşanabilir ve rasyonel bir ahlak sistemi ancak hayatın tüketim, çatışma ve biyolojik dürtüler gibi temel gerçekleri üzerine inşa edilebilir. Bu gerçekliği kabul etmek ahlaktan vazgeçmek değil, ahlakı sağlam bir temele oturtmaktır. Hayatın bu temel dinamiklerini inkâr eden, onları ilkel veya yanlış olarak etiketleyen ahlaki duruşlar, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar en nihayetinde irrasyoneldirler. Ancak mesele irrasyonellikten daha derindir. İyi niyetli bir naifliğin, realiteye çarptığında (daha önce tartıştığımız çocuk ölümleri ve hastalıklar gibi) yol açtığı trajik sonuçlar vardır. Bu somut zararlar ve sistemik zaruretler ortaya konduktan sonra dahi ayrıcalıklı bir idealde ısrar etmek, iyi niyetli bir felsefi hatayı, bizzat ahlaki bir sorumsuzluğa dönüştürür. Bu noktada, bu eleştirilerin (örn. İslam'a yöneltilen) kendisi, daha büyük bir ahlaki zafiyeti gizleyen bir araç hâline gelebilir.
İslam'ın sunduğu realist yaklaşım insanı ne her şeyi meşru gören tehlikeli bir tutuma ne de gerçeklerden kopuk naif bir idealizme sürükler. Bunun yerine insanı biyolojik bir varlık olarak kabul ederken, ona bu biyolojiyi yücelten ahlaki bir sorumluluk ve estetik bir duyarlılık yükler. Bu, varoluşun karmaşıklığı içinde hem hakikate sadık kalmayı hem de onurlu bir hayat sürmeyi mümkün kılan dengeli ve bilgece bir yol haritasıdır. (12)
Dipnotlar
1-) Bu "irrasyonel" temel felsefi olarak, David Hume'un "olan" (is) ile "olması gereken" (ought) arasındaki ayrımına benzer bir noktaya işaret eder. [David Hume, A Treatise of Human Nature, Book III, Part I, Section I (1739).]
2-) Bu "romantizm", özellikle 19. yüzyıl sonrası Batı düşüncesinde, doğayı (ve dolayısıyla insanı) biyolojik gerçeklerinden soyutlayıp onu "kutsal" veya "dokunulmaz" bir ideaya dönüştüren akımlarla paralellik gösterir.
3-) Bu durum, termodinamiğin ikinci yasası (entropi) ile felsefi bir paralellik taşır. Varoluş, düzenin (hayat) ancak daha büyük bir düzensizlik (Güneş'in kendini tüketmesi) pahasına geçici olarak var olabildiği bir sistemi zorunlu kılar. "Hayatın ölüm üzerine kurulu olması" bir metafor değil, fiziksel bir gerçektir. Bkz; Schrödinger
Schrödinger, Erwin. What Is Life? With Mind and Matter and Autobiographical Sketches. Cambridge University Press, 2013.
4-) Bu ayrım (keyfilik vs. zaruret), ahlaki sorumluluğun başladığı yeri tespit etmek için kritiktir. Ahlak, bir "tercih" alanında mümkün olabilir; oysa "zorunluluk" (nefes almak, beslenmek) ahlak-öncesi (pre-moral) bir alandır. [Immanuel Kant'ın ahlak felsefesi, örneğin Groundwork of the Metaphysics of Morals (1785); Lawrence Kohlberg'in moral gelişim aşamaları teorisi (1958'den itibaren).]
5-) Bu, İslam'daki "ihsan" kavramının mükemmel bir tezahürüdür. "Allah, her şeyin en güzel şekilde yapılmasını (ihsan) emretmiştir. Öldürdüğünüz zaman bile en güzel şekilde öldürün; (hayvan) keseceğiniz zaman bile en güzel şekilde kesin. Bıçağınızı bileyin ve kestiğiniz hayvanı rahatlatın." (Müslim, 1955, Kitabül Sayd). https://sunnah.com/muslim:1955a
Ahlak burada "eylemi iptal etmek" değil, "eylemi güzelleştirmek" olarak devreye girer.
6-)Bu gerçekçi ahlak, Batı düşüncesinde "Adil Savaş" (Just War) teorisiyle, İslam düşüncesinde ise "cihad" ve "savaş hukuku" (sivillerin, mabetlerin korunması vb.) doktrinleriyle bir denge kurmaya çalışır. Her iki gelenek de pasifizmin irrasyonelliğini ve mutlak savaşın (total war) vahşetini reddederek orta bir yol arar.
7-) Bu argüman, etik teorilerin maddi ve sosyolojik koşullardan bağımsız olamayacağını vurgulayan "etik materyalizm" veya "standpoint theory" (bakış açısı teorisi) ile ilişkilendirilebilir. Evrensel bir ahlak iddiası, evrensel bir zarurete dayanmalıdır; bir ayrıcalığa değil.
Sandra Harding, Rethinking Standpoint Epistemology: What is 'Strong Objectivity'? (1992)
8-) Bu eleştiri, kökleri Platonizm'e ve özellikle bedeni "ruh'un hapishanesi" olarak gören Gnostik/Maniheist inançlara dayanan ruhbanlık anlayışınadır. İslam düşüncesinde de bazı uç tasavvufi akımların benzer hatalara düştüğünü görebiliriz.
9-) Buhari, 5063. Bu hadis, metnin ana tezi olan inkâr değil, sınırlama (orta yol) ilkesinin Sünnet'teki en güçlü delillerinden biridir.
https://sunnah.com/bukhari%3A5063
10-) Psikolojide bu durum, "irade gücünün" (willpower) sınırlı bir kaynak olduğu ve "mutlak" kuralların, iradeyi sürekli test eden "esnek" kurallardan daha az yorucu olabildiği teorisiyle örtüşür (Bkz: Roy Baumeister, "Ego Depletion"). [Roy F. Baumeister et al., "Ego Depletion: Is the Active Self a Limited Resource?" Journal of Personality and Social Psychology, 1998, Vol. 74, No. 5, 1252-1265.]
11-): Sunan an-Nasa'i 2884
https://sunnah.com/nasai:2884
12-) Bu "dengeli ve bilgece yol haritası" ibaresi, İslam teolojisinin temel kavramlarından biri olan vasat (denge, orta yol) kavramına dayanır. "İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Peygamber'in de sizin üzerinize şahit olması için sizi 'vasat' (dengeli) bir ümmet kıldık." (Bakara 2/143).
