24 dk.
20 Ağustos 2022
Gündelik hayatın içinde dini yaşamak-gorsel
Youtube Banner

Gündelik hayatın içinde dini yaşamak

Soru: Günlük yaşantımızın içerisinde İslam'ı yaşamakta zorlanıyoruz. Gerek ibadetlere yeterli vakti ayırmak, gerek İslam'ın emir ve yasaklarına karşı hassas olmak noktasında sıkıntılar yaşayabiliyoruz. Bu noktada bize ne tavsiye edersiniz?

Cevap: “Gündelik hayat” kavramı hakkında hepimizin az çok fikri vardır. Çünkü hepimizin kendine göre bir gündelik hayatı vardır. O halde "Gündelik hayat nedir?" diye sorulduğunda verilecek cevaplarımız da vardır. Sabah uyanmakla gece uyumak arasında geçen rutin davranışların bizim için en etkili ve anlamlı olanlarını seçer, bunları zihnimizde hızlıca bir araya getirerek sınıflandırır ve iyi kötü bir cevap veririz.

 

Bu cevaplar genellikle “Bir gününüz nasıl geçer?” sorusuna verilecek cevaplarla aynıdır ya da birbirine çok benzerdir. Dolayısıyla cevaplar gündelik hayatın parçalarını anlatmaktan ibaret kalacaktır. Onun bütününü kapsayacak, arka planındaki gerçekleri öne çıkaracak bir tanımlama yapmayı aklımıza pek getirmeyiz. Çünkü biz sosyolog değiliz. Olmamıza da gerek yok. Meselenin hakikatini kavramak için böyle bir kavramsallaştırma bizim için sıkıcı bir akademik çalışma olabilir. Diğer yandan böyle bir çalışma bazen faydalı olsa da her zaman için doğru ve gerekli sonuçları da vermez.

 

Ayrıca verilecek cevapların birbirleriyle neredeyse aynı olacaklarını da daha baştan söyleyebiliriz. Çünkü neredeyse hepimiz benzer rutinlerin içinde dönüp duruyoruz; uyanmak, hazırlanmak, yemek, çalışmak, dinlenmek, tekrar çalışmak, ara vermek, tekrar yemek, tekrar dinlenmek, aile veya arkadaşlarla vakit geçirmek, biraz eğlenmek, belki arada ibadet, kişisel meditasyonlar ve minik deşarj olma teknikleri, tekrar uyumak…

 

Ancak farkına pek varmadığımız asıl şey, gündelik hayatın kendine mahsus bir iç mantığı, bir işleyiş düzeni, iç ve dış belirleyicileri, bir akış şeması ve bu şemanın bir matematiği olduğudur.

 

İşte! Sosyologlar bu mantığı ve işleyiş düzenini çözebilmek için 1960’lardan bu yana amansız bir çaba içindeler. Bu çabaların içinde yayaların davranışları, insanların uyku düzenleri ve tarzları, çalışma yaşamına dair deneyimler, konuşma, boş zaman, tatiller, alışkanlıklar, telefonların hayatımıza etkisi gibi çeşitli araştırma konuları da yer alıyor. Neden çalışıyoruz? Çalışma ve ev yaşamı birbirlerini nasıl etkiliyor? Sosyal medya platformları nasıl oluyor da herkese bir “fikir adamı” unvanı verebiliyor? Tatiller kapitalizmin “yeniden üretme” mekanizmasına nasıl hizmet ediyor? Okunan kitaplardan elde edilen bilgiler ne yapılıyor? Bunlar ve benzeri yüzlerce sorular, yüzlerce araştırma konuları… Onlar durmaksızın araştırdılar, araştırdıkça yeni sorular ortaya çıktı ve her soruya verilen cevap yeni araştırmalara konu oldu. Olmaya da devam ediyor.

 

Aslında bu bir yandan dramatik denilebilecek bir görüntü. Çünkü 18. Yüzyılda doğduğu kabul edilen sosyolojinin "gündelik hayat" gibi anahtar bir kavramı ve yaşamsal bir alanı kendine bir alt disiplin olarak seçmesi için neredeyse 150 yıl geçmesi gerekiyormuş. Ne diyelim! 150 yıl sonra olsa da bu gibi ‘sıradan’ görünen davranışların arkasındaki düzenleyici gücü bulmak inşallah nasip olur.

 

Aslında böyle bir sonuca bir parça yaklaştıkları da söylenebilir. Mesela “Gündelik Hayat” kavramındaki ‘gündelik’ kelimesinin bir rutine gönderme yaptığını çözdü sosyologlar! Gündelik demek neredeyse her gün tekrarlanan rutinler demek. Dolayısıyla bu kavram bir alışkanlığı, sıradanlığı, ezbere tekrarlanan davranışları, dolayısıyla insanın ruhunu, yaşam enerjisini emen tek sesli bir melodiyi ifade ediyor.

 

İnsanın yaşaması, ayakta kalması, yaşam kalitesini geliştirmesi için tekrarladığı şeylerin gün gelip onun ruhunu emecek bir rutinler kalabalığına dönüşmesi de ilginç bir ironi. Çünkü günlük etkinliklerimizin bütünü veya toplamı demek olan "gündelik hayat"; hayatta kalmak, beslenmek, barınmak, sosyalleşmek, üremek ve olgunlaşmak, mümkünse de yaşam kalitemizi artırmak için gerçekleştirdiğimiz ritüellerin, etkinliklerin bizzat kendisidir aslında. Hayatta kalmak için her gün ve her gün yaptığımız şeyler nasıl olur da hayatımıza mâl olabilecek bir hale gelebilir?

 

Bir gün içinde gerçekleştirdiğimiz temel etkinliklerin bir listesini tutsak ve bunların gün içinde vaktimizin ne kadarına mâl olduğunu kabaca hesaplasak, geriye ne kalır?

 

Bazen hiçbir şey. Çünkü geriye kalanlar da bu rutinlerin ertesi gün tekrarlanması için gerekli enerjiyi toplamamızla ilgili etkinlikler olabilir. Hatta çoğunlukla öyledir. Belki de tam olarak öyledir. Örneğin uyumak zorundayızdır çünkü ertesi gün de aynı rutinleri tekrarlamak için enerjiye ihtiyacımız olacaktır. O halde uyumak da günlük rutinin bir parçasıdır. Rutinlerden bunaldığımızda film izlemek, bilgisayar oyunu oynamak, tatil yapmak gibi kaçamaklarla kendimizi toparlamak isteriz. Toparladığımız anda ilk yapacağımız şey yine rutinlerin dünyasına hızlı bir dalış yapmaktır. O halde izlenilen filmler de oynanan oyunlar da tatiller de o rutine hizmet etmektedir. Hayatta kalmak için gerçekleştirdiğimiz o rutinler, gün gelir bizi öldürmesin diye yaptığımız kaçamaklarla bir parça katlanılır hale gelir ve hemen sonrasında o kaçamakları da kendine hizmet ettirir. Döngü asla bozulmaz.

 

Düşünün! Pazartesi gününüzü Salı gününden farklı kılan nedir? İşsiz, aylak, amaçsız insanlar dışında hiçbir şeydir. Aslında onlar için daha fazla hiçbir şeydir. Çünkü işi gücü olan insanlar için de aylak insanlar için de Pazartesi ve Salı günü yapılan işler birbirinin tekrarıdır. Tekrarlanan bu işlerin ileride gerçekleşecek herhangi bir kariyer, zenginlik, başarı gibi bir ideale hizmet etmesi ise yolun sonunu göstermez, yoldaki herhangi bir durağa işaret eder. Çünkü zengin olduktan, bir şeyleri başardıktan sonra da günlük rutinlerin en fazla biçimi değişebilir. Değişen biçim kısa sürede tekrar bir rutin halini alacak ve döngü kısa bir yavaşlamadan sonra en fazla daha renkli bir şekilde devam edecektir.

 

Uzun süre evli olanlar ne demek istediğimizi daha iyi anlayabilirler. Evliliğin hemen öncesindeki ve evlendikten kısa süre sonraki o heyecanı aynen hisseden kaç evli vardır? Sıfır! Bu, kötü bir şey değil, iyi bir şey de değil. Bu, olması gereken ve olan şeydir.

 

Konunun bu seviyeden sonraki analizlerini sosyologlara havale edelim ve kendi gündemimize dönelim.

 

Meselenin bizi ilgilendiren tarafı "gündelik hayat" denilen heyulanın karşı konulmaz gücüdür. Evet! Gündelik hayat o kadar güçlüdür ki kendisinden başka şeyle ilgilenmememiz için bütün imkanlarını seferber eder. İlginizi rutinden farklı bir yöne doğru çevirmeye niyetlendiğiniz anda telefonunuz çalabilir. Yeni bir kitabın kapağını açar açmaz anneniz odanızı temizlemenizi söyleyebilir. Yabancı dil öğrenmeye niyet edip kafanızdan bir planlama yapmaya başladığınız anda misafir çıkıp gelebilir. Arkadaşlarınızla tatil planı yaparken dedeniz hastalanabilir ve bütün aile bu konuya odaklanır.

 

Dikkat! Rutini bozmak anlamına gelebilecek her şey ya kısa sürede rutinleşir ya da rutine teslim olur:

 

Bütün bunların ötesinde, hayatta kalmak, beslenmek, barınmak, sosyalleşmek, üremek ve olgunlaşmak zorundasınızdır. Bunlar gündelik hayatın farzlarıdır. Bu farzları terk etmenin bedeli ağır fakat basittir: Ölüm! Her yönüyle, madden ve manen ölüm… Yani bu farzları yerine getirmezseniz ölürsünüz. Bunları gerçekleştirmek için de gündelik hayat tarafından zihinsel, duygusal ve fiziksel tüm enerjinizi bunlara sarf etmeniz gerektiği söylenir.

 

Sonuçta "gündelik hayat", bizim gün içindeki davranışlarımızın yüzlerce, binlerce kez toplamından başka bir şey değildir. O halde gündelik hayat, hayatın ta kendisidir. Bir günümüz nasıl geçiyorsa bütün bir ömrümüz de aşağı yukarı o şekilde geçecektir. Bundan kaçış yoktur. Kaçmaya gerek de yoktur. Kaçınılması gereken şey, içsel değişim veya gelişim adı verilebilecek bir takım olgunlaşmalara karşı gündelik hayatın olumsuz etkilerini mümkün olduğunca bertaraf edebilmektir. Hepsi bu.

 

Peki dini pratikler bunun neresinde?

 

Aslında tam da içinde.

 

"Gündelik hayat" kavramını az okumuş çok bilmiş bir sosyolog edasıyla tüketim kültürü, kapitalist metalaşma, kültür endüstrisinin yozlaştırıcı baskısı gibi sırf dış etmenlerin etkisiyle inşa edilen bir yaşam formu olarak görürseniz, din ve dini pratikler gündelik hayat içinde sadece biçimsel olarak var olacaktır. Çünkü bu durumda namaz kılmak dini bir pratik olarak görülürken bir esnafın tartıda hile yapmaması dini bir davranış olarak görülmeyecektir.

 

Başörtüsü veya belli biçimleriyle sakal dini bir motivasyonun tezahürü olarak görülürken kitap okumak dini bir davranış olarak ele alınmayacaktır.

 

Kütüphaneye gitmek nötr, gece kulübüne gitmek seküler, camiye gitmek dini bir davranış olarak alınınca da "yaşam tarzı" kavramını belirli ritüellere indirgemek gibi abes bir durumla karşılaşırız.

 

Her neyse. Biraz da kitabın ortasından konuşalım: Gündelik hayatın içinde dinin yeri ayrıksı bir yer değildir, öyle olmamalıdır. Bir davranışımız seküler, bir davranışımız nötr, diğer davranışımız dini olamaz. Bu, sosyoloji açısından değil dini açıdan böyledir. Din kavramına "ilahi kanunlar manzumesi" olarak bakmak her zaman yeterli ve açıklayıcı olmayabiliyor. Çünkü ilahi kanunlara sadece ceza hukuku maddeleri gibi bakma yüzeyselliği şeklinde bir tehlikeyi içinde barındırıyor. Din, bütün bir hayat görüşünü, yaşam tarzını niteleyen şey, toplam paradigmadır. Böyle baktığınız zaman dini, gündelik hayat içinde ayrı bir yere koymak, diğer parçalar gibi bir parça olarak ele almak anlamsızlaşır ve iyi de olur. Sonuçta dinde, daha doğrusu İslam’da, davranışlara rengini veren şey niyettir. 

 

Böyle bakınca 1 günümüzün içinde dine ayırdığımız zaman 24 saat de olabilir 1 saat de olabilir. Bir insan 5 vakit namazını kılar, tesbihi elinden düşmez, sakalı düzgün kesilmiştir, her fırsatta selam verir, arada sesli sesli Bismillah’lar ve Estağfirullah’larla çevresindekilerin dikkatini çeker. Ancak tartıda özenli değildir, eşine kaba davranır, çocuklarını başkalarının yanında mahcup eder, işçilerinin hakkından kırptıklarıyla cami ve Kur’an kurslarına kör göze parmak tarzında yaptığı hayırları karşılar, kendisi gibi olmayanlara düşman nazarıyla bakar, insanları cehenneme göndermeye meraklıdır. “Gıybet olmasın ama” diye başladığı cümlelerin sonunda etini afiyetle yediği insanların sayısını kendisi de bilmez. Tutmadığı sözlerin mazeretini önceden hazırlar. Sizce bu insanın gündelik hayatında dinin yeri nedir?

 

Bir başkası namazlarını yaşamına tam oturtamamıştır. Nafileleri, vakit namazların sünnetlerini pek kılmaz, 5 vakti zorlanarak da olsa iyi kötü kılar, Ramazan dışında oruç tutmaz, camiye cumadan cumaya gider, sade hatta basit giyinir. Diğer yandan gıybetten tiksinir, yalan söylemeyi insan olmakla bağdaştıramaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde korumak için elinden geleni yapar, küçük bir söz verse dahi tutmak için çabalar durur. Peki bu insanın gündelik hayatında dinin yeri nedir?

 

Dolayısıyla gündelik hayatın içinde din; diğer davranış tarzlarından farklı davranış tarzlarını, kendine özgü sembolleri ve göstergeleri olan iletişim biçimlerini ve yapıları ifade etmez, etmemelidir. Evet, namaz kılmak ile yemek yemek arasında yapısal bir farklılık vardır. Ama ikisi de gündelik hayat denilen çerçevenin içinde kalarak yapılan davranışlardır.

 

Yine fazla açıldık ve yine her neyse. Konumuza dönelim.

 

Gündelik hayat bizim için dünya hayatıdır. Kur’an ifadesiyle "Hayatü’d-Dünya"dır. O da, kendisinden başka hiçbir şeye fırsat vermemek üzerine ayarlanmıştır. Bütün hayvanlar hatta tüm canlılar buna göre yaşar. İnsan da biyolojik olarak bir hayvandır. Onu özel kılan tek şey, içsel olarak gelişebilme özelliğine sahip olmasıdır. Bütün imtihan da bunun üzerine kuruludur.

 

İçsel olarak gelişebilmemiz için ise dine ihtiyacımız vardır. Çünkü başka hiçbir şey bizi yaratanın bizden istediğini yerine getirmemiz için yeterli değildir. Bunu da dünya hayatı içinde yani gündelik hayatımız içinde yapmamız istenmektedir. Yani diğer insanlarla iletişim halindeyken, bir yandan yiyip içerken bir yandan uyuyup uyanırken ve çalışırken, dinlenirken, otururken, yatarken, gezerken, koşarken, araba kullanırken, bilgisayar oyunu oynarken, kitap okurken, temizlik yaparken, işyerinde veya okuldayken vs…

 

Burada gündelik hayat ve din ayrı iki kavram olsa da ikisini birbirinden koparmak imkansızdır. Gündelik hayat bir çerçevedir. Bizi sarıp sarmalayan, içinden çıkmamızın imkansız olduğu bir çerçevedir. Ne yaparsak bu çerçevenin içinde yapacağız ve bu çerçeveyi kırmadan yapacağız.

 

O halde içsel gelişimimizi sağlayacak yegane unsur olarak dini de bu çerçevenin içinde yaşayacağız. Bir yandan nefes alırken diğer yandan yemek yemek birbirine engel olmadığı gibi bir yandan gündelik hayatımızı sürdürürken diğer yandan dini hayatımızı da sürdüreceğiz. Çünkü dini hayat, gündelik hayata nitelik kazandıran bir şeydir, onun dışında yaşanabilecek bir şey değildir. Yani suyun içindeyiz. Zararlı ve zehirli bir yosun türü olarak kalmayı da tercih edebiliriz faydalı bir balık olarak devam etmeyi de ama her zaman suyun içinde kalacağız. Dolayısıyla gündelik hayatla kavga etmenin bir gereği de mantığı da yok.

 

Kur’an okumak davranışını ele alalım. Gündelik hayat içinde Kur’an okumak için rutininizi bozmaya ne kadar gerek görüyorsunuz?

 

Bu sorunun cevabı size gündelik hayatınızda, dolayısıyla bütün bir ömrünüzde Kur’an okumaya ayırdığınız zamanı, harcadığınız enerjiyi gösterecektir.

 

Daha da ileri gidelim.

 

Yatarak roman okuyabilirsiniz. Uzanırken film izleyebilirsiniz. Bacak bacak üstüne atılı bir halde müzik dinleyebilirsiniz. Peki bu haldeyken Kur’an meali veya bir hadis kitabı okuyabilir misiniz?

 

Cevabınız evet ise, dini gündelik hayatın içine o kadar yerleştirmişsiniz demektir. Hayır ise gündelik hayatın çerçevesini kendiniz için bir hapishane duvarı haline getirmiş olabilirsiniz ve o duvarın içinde Kur’an’ın yeri yüksek bir yerde asılı durmaktan ibaret olabilir demektir. Bunlar tabii ki mutlak ve genel hükümler değil. Ama en azından böyle bir tehlike var demektir ve farkına varmadığınız sürece bu tehlike er geç gerçekleşecek, bizzat sizin veya çevrenizden birinin başına gelecektir.
 

Bir insan yatağında uzanırken film seyredebiliyor, herhangi bir romanı okuyabiliyor, o romanı kenara koyup başka işlerini yapıp sonra romana devam edebiliyor. Ancak elindeki kitap hadis kitabı veya Kur’an meali olunca bunu yapamıyorsa, Kur’an’ı veya hadis kitabını kaçınılmaz olarak gündelik hayatın, yani hayatın bizzat kendisinin dışına atmış oluyordur. Çünkü bir şey için fazladan kural koyduğunuz an onu gündelik hayatın bir tık daha dışına taşımış olursunuz. Fazladan her kural o şeyi hayatın dışına bir adım daha itmiş olur.

Bu noktada konulan kuralların elbette belli hikmetleri ve faydalı yönleri olabilir. Hele konulan bu kurallar Kur'an ve hadis gibi kaynaklarla bize ulaşan ilahi kurallarsa onları bir Müslüman olarak elbette ki kutsal sayarız. O kuralların bizim tahminlerimizin de ötesinde faydaları ve hikmetleri olduğunu kabul ederiz. Bizim bahsettiğimiz “fazladan” kurallar ise, bize Kur'an ve hadis yoluyla ulaşmamış; geleneklerle tevarüs edilen veya kendi kendimize devam ettiğimiz kurallardır. 
 

Tekrar etmenin güzelliğine binaen tekrar edelim: İnsanlar mümkün olan her yerde cep telefonlarıyla, tabletleriyle ilgilenebilirler. Yolda, sokakta, parkta, bahçede, evde, çekyatın veya yatağın üzerinde, koltukta, kanepede, arabada, otobüste “boş zaman etkinliği” denilebilecek ve gündelik hayatın rutinini hafifleştirmek adına yapageldikleri davranışlara muhteşem bir genişlik tanırlar. Çünkü ayakta da müzik dinleyebilirsin, yatarken de, evde de, yolda da, arabada da, otobüste de, mutfakta da balkonda da… Ama bir hadis kitabı için “Bu kitabı okumak için bunu yapamazsın, şunu yapamazsın, abdestli olmalısın, kadınsan başını kapatmalısın, uygun bir ortam hazırlamalısın.” gibi harici şartlar arka arkaya sıralanmaya başlandığı an bu şart koşmaların neredeyse “Bu hadis kitabını çok kısıtlı uygun zaman dilimleri dışında okuma.” demek olur.
 

Evet. Yatarken de, otururken de, yaslanmış vaziyetteyken de, mutfakta yemekle uğraşırken de, karşınızda televizyon açıkken de, otobüste giderken de, bacak bacak üstüne atmış bir haldeyken de, spor yaparken de, yolda yürürken de Kur’an okunabilir, dinlenebilir, bir hadis kitabı okunabilir, bir dua metni dinlenebilir veya ağzınız-diliniz bir zikirle, bir evradla meşgul olabilir. Kendinizi sınırlamanız gereken tek şey, bunları yaparken içinizde saygısızlık kastı bulunmamasıdır. Ki ortalama hatta başlangıç seviyesindeki bir Müslümanın böyle bir kastı genellikle olmaz. Bu, “Saygısızlık mı yapıyorum acaba?” hissiyle karıştırılmamalıdır. Hayır, saygısızlık kastı, bilerek saygısızlık etmektir. “Dur yatarak Kur’an okuyayım da Kur’an’ı ne kadar küçük gördüğümü yanımdakiler de anlasın.” gibi bir iç pazarlıktır. Bunu da aklı başında kimse yapmayacağına göre sorun olmasa gerektir.
 

İslami eserler okumak, kendisi için özel vakitler ayıracağımız, özel steril ortamlar hazırlayacağımız, başlamak için pek çok şartı yerine getireceğimiz çok özel davranışlar ve ritüeller değildir. Kur’an meali veya hadis veya herhangi bir dini kitabı okumak, hayatın içine özellikle dahil etmemiz gereken, hayatın içine yemek yapmak ve yemek gibi, yolculuğa çıkmak ve ders çalışmak, spor yapmak ve tedavi olmak, temizlik ve istirahat gibi sıradan işlerimizin içine dahil etmemiz gereken davranışlardır. 

 

Kur’an, mümkün olan her yerde ve her şekilde okunabilir, okunmalıdır. 

Hadis, mümkün olan her yerde ve her şekilde okunabilir ve okunmalıdır. 

Her konudaki dini kitaplar mümkün olan her yerde, her şekilde ve her durumda okunabilir ve okunmalıdır. 

Evrad u ezkâr ve dua ile mümkün olan her yerde, her şekilde ve her durumda meşgul olunabilir ve olunmalıdır.

 

Bunlar, gündelik hayatın dışında, çok yukarılarda, ulaşmak için ekstra gayret ve enerji sarf edeceğimiz davranışlar haline getirilmemelidir. Bu hale getirilmişse, kendimizi sıkan bağlardan kurtulmak için yaptıklarımızı bunun için de yapmalı ve durumu normalleştirmeliyiz. Aksi halde Kur’an ve hadis okumaktan her gün biraz daha uzaklaşacağız.

 

Dikkat ederseniz Kur’an veya hadis okumak için kafalarda kurgulanan "gerekli şartlar" kolay kolay da bitmez. “Ben bunu okuyunca iyice anlamış olmalıyım, o yüzden not etmeliyim. Yanımda bir sözlük de olmalı. Kafam dinç olmalı. Bunun için de çok aç veya çok tok olmamalıyım. Bir çocuk veya televizyon sesi de olmamalı.” gibi şartları, sınırları koydukça o sınırlar ve engeller aşılmaz hale gelir. Böylece Kur’an okumak veya hadis okumak bir türlü gerçekleştirilemeyen, sürekli ertelenen önemli ve ulvi davranışlar arasına girer. Bu şartlar eklendikçe çıkan sonuç, sadece hiçbir şey yapılmaması olur.

 

Bu tip şartların ve ön hazırlık düşüncelerinin ilgili kişinin maneviyatına bir faydası olduğu da görülmemiştir. 

 

Aslında çok nadiren, belirli bir anda insan belirli bir duygusal durum içinde, o anki hürmetinin anlık bereketini görebilir. Örneğin "Subhanellezi esrâ bi abdihî…ilh" ayetini(1) okurken ayetteki belagati görür, hisseder ve gayr-i ihtiyari secde edesiniz gelir. Ya da “Qul! Yâ I’badiyellezine esrafu ala en füsihim. Lâ taknetû min rahmetillah” ayetini okur, ümitle ve hürmetle coşar, sayfayı öpersiniz. Böyle bir duygusal yoğunluk anındaki hissiniz sizi Allah’a yakınlaştırmaya da vesile olabilir ve anlık bir bereket, anlık bir fayda görebilirsiniz. Fakat hayatın içinde, gündelik hayat pratiklerinin genelinde meseleyi şartlara, formalitelere, ön hazırlıklara boğduğunuz zaman bu tip yaklaşımlar maneviyata zarar vermeye başlar. Çünkü sonuçta Kur’an okuyabilecekken okumamış, Kur’an dinleyebilecekken dinlememiş olursunuz. Her durumda, bir konuda ekstra sınır o şeyin hayatta bulunma miktarını azaltır. Asıl kaide budur. Bunu gözlemleyerek de deneyerek de rahatlıkla görebilir, anlayabilirsiniz.

 

Her genç ve yetişkin insan aslında tamamen alışkanlıklarından ibarettir. Bu durum, gündelik hayatımızın bozulmayan bir rutin halinde ilerleyip durmasından da anlaşılabilir. Ancak insanların çoğu bu durumdan habersizdir. Hatta yine çoğu alışkanlıkları olduğunu kabul bile etmezler. Ancak duygusal, fiziksel ve zihinsel merkezlerimiz baştan sona alışkanlıklarımızda doludur. Bu alışkanlıklarımızı fark etmedikçe, onları teker teker tanımadıkça da aslında kendimizi tam tanımış olmayız. Ancak bilinmelidir ki bizleri, duygularımızı, düşüncelerimizi hatta hareketlerimizi büyük oranda şuurumuz değil alışkanlıklarımız yönetmektedir.

 

Bu alışkanlıklarımızın dini hayatımıza yansıması da doğal olarak şuurumuzun değil alışkanlıklarımızın eseri olacaktır. Kur’an okumak için oturmak, sessiz bir ortamda bulunmak, kafanın dingin olması gibi fazladan ve aslında hiç de gerekli olmayan şartlara alışmış bir insan da bu zihinsel ve duygusal alışkanlığının aslında sadece bir alışkanlık olduğunun farkına varmalıdır. İlk yapılması gereken budur. 

 

Daha sonra yatarak hadis veya meal okumaktan daha kötü şeylerin olabileceği kabul edilmelidir. Mesela yatarak hadis veya meal okumaktan daha kötü olan şey, yatarak da olsa hadis veya meal okumamaktır. Salih bir amelin yani pozitif bir davranışın zıddı her zaman negatif bir davranış olmak zorunda değildir. Salih amelin yapılmaması da bizzat negatif bir davranış olabilir hatta olur. O halde Kur’an ve hadis okumayı, evrad u ezkarla meşgul olmayı, gündelik hayatın içinde içsel gelişimimizi sağlama adına gerçekleştireceğimiz her türlü davranışı gerçekleştirmek için bizi o davranıştan uzaklaştıracak ve Allah'ın emir buyurmadığı harici şartlar, fazladan engeller, gereksiz koşullar üretmenin nasıl bir çelişkiyi barındırdığı anlaşılmalıdır.

 

Nedir bu çelişki?

 

Dini bir davranışı yerine getirmek için kurguladığımız şartların bizzat kendisinin bizleri o dini davranıştan (Kur’an, hadis veya cevşen okumaktan, evrad u ezkarla ve duayla meşgul olmaktan vb.) uzaklaştırmasıdır.

 

Her Müslüman namaz kılmak için abdest almak zorundadır. Bu, namaz için harici bir şarttır ve Kur’an’ın emriyle sabittir. 

 

Ancak bir Kur’an meali veya hadis kitabı okumak için abdestli olmak, sessiz bir ortamın oluşmasını beklemek gibi harici şartlar genellikle bizim kendi zihinsel ve duygusal alışkanlıklarımızın, geleneğin ve yanlış bilgi aktaran bazı otoritelerin dayatmasıdır. Bu tip harici şartlar insanların çoğu için meseleyi zorlaştıran birer engeldir. Genellikle de o insanların çoğu bu engelleri aşmak yerine hedeften uzaklaşmayı tercih ederler. Çünkü insan fıtraten tembel ve acelecidir. Bu durumda o engelleri kaldırmanın ve hedef davranışı (Kur’an ve hadis okuma, dua etme, evrad u ezkarla meşgul olma gibi davranışları) gerçekleştirmenin ilk yolu bu engelleri zihinlerden, duygu dünyasından kaldırmak olmalıdır.

 

Hatta bırakın Kur’an ve hadis okumayı, namazı hayatına tam oturtamamış bir insana “Bir namaz vakti girdikten ilk yarım saat içinde kılınırsa, ilk ve son sünnetleriyle, tesbihat ve sonunda okunan aşır ile olursa tam bir namaz olur. Yoksa eksiktir.” gibi bir mesaj bile bu insanların çoğunu namazdan uzaklaştıracak hatta namazı komple bırakmalarına yol açacaktır. Evet, farz namazların öncesi ve sonrasındaki sünnetler cebr-i noksandır. Farzları tahkim eder, kendi başlarına nafile sevapları olduğu gibi farzlardaki eksiklikleri de kapatmaya vesiledir. Ancak ”İlk sünnet yoksa farz da olmasın." noktasına götürecek bir şart koşma pek çok insanı farzlardan da uzaklaştıracaksa bu sünnetlere farz muamelesi yapılması dahi yanlış olacaktır. Çünkü Efendimiz (sav) böyle davranmamış, insanları namazdan uzaklaştırabilecek bir şeye (hatta bu namazı uzun kıldırmak olsa bile) şiddetle karşı çıkmış, hatta bunun için "fitne" tabirini kullanmıştır. Geçmiş ulema ve maneviyat büyükleri de böyle davranmıştır. Bediüzzaman’ın namaza yeni başlayan birisine “Sen farzları kıl, sünnetleri ben senin yerine kılarım.” dediğini biliriz. 

 

Tekrar edelim: Her ekstra sınır, fazladan kural sadece o şeyin hayattan daha da fazla itilmesine yol açar.

 

Peki. Abdestsiz (örneğin) evrad u ezkarın işe yaramayacağı düşüncesi insanları neden abdest almaya yönlendirmiyor da evrad u ezkardan vazgeçirmeye yönlendiriyor?

 

Böyle bir düşünce çok az sayıda insanı, insanların belki binde birini abdest almaya sevk eder. Büyük çoğunluğu ise evrad u ezkarı terk etmeye sevk eder. Çünkü insanlar temelde tembeldir. Kafalarında bin tane başka düşünce vardır. Adını açıkça koymasalar bile bir tevehhüm-ü ebediyet hissi ve düşüncesi hakimdir. Yani pek çok insan öyle zanneder ki bir gün gelecek, anne babaları, çocukları, eşleri, çevreleri, sağlıkları, maddi sıkıntıları onlara mani olmayacak, rahata kavuşacaklar, uygun bir ortamları ve zamanları olacak. İşte o zaman da rahat rahat evrad u ezkar okuyacaklar. Gürül gürül Kur’an hatmedecekler. Mealler ve tefsirler arasında yüzecekler. İlimde derinleşecekler. 

 

Halbuki böyle bir gün asla gelmeyecektir. Bu beklenti boş bir hayaldir. O tembellikle bu hayal birleşince sonuç abdesti terk etmek olur. Bunun devamı da evrad u ezkarı terk etmek olacaktır maalesef.

 

Bir deneyde insanlara boş zamanlarında hangi filmleri daha çok izlemek istedikleri soruluyor. İnsanlar genellikle Oscar almış, IMDB’de ilk yüzde yer alan, sanatsal kıymeti bulunan filmleri izlemek istediklerini söylüyorlar. Ancak cumartesi akşamı boş vakitlerinde daha çok komedi, aksiyon, yani kolay ve çabuk tüketilen filmleri izliyorlar. Evet, insanların çoğu her zaman daha kolay ve hafif olanı tercih etme eğilimindedir. O halde Kur’an okumak, evrad u ezkar ile meşgul olmak gibi hakikaten kıymetli olan davranışları zorlaştırmanın bir anlamı yoktur. 

 

Film izlerken de, bilgisayar oyunu oynarken de, sair gündelik işlerinizi yaparken de bir yandan zikirle meşgul olabilirsiniz. Çünkü zikir için ayrıca abdest alıp, diz çöküp, kıbleye dönmek şart değildir. Bunları şart koşarsanız elinizde bir şey kalmaz. Hiç kimse bunları yapmaz denilebilir. Herhangi bir şey yaptığınız esnada, yürürken, otururken, yatarken, film izlerken, yemek yaparken, bulaşık yıkarken, oyun oynarken hiç değilse birkaç tane “La İlahe İllallah” veya “La Havle ve La Kuvvete İlla Billah” demek veya birkaç salavat okumak… Böylesi güzel davranışları gündelik hayatın içerisine yerleştirmek için oldukça kolaylaştırıcı olacaktır.

 

İnsanlardan bir şey yapmalarını istiyorsanız onun yolunu mümkün olduğunca kolaylaştırmanız, onları günlük rutinin akışıyla kavga ettirmemeniz gerekir. 

 

Hakkında açıkça şart koşulmuş hükümler vardır. Namaz kılarken abdest almanız, bedeninizde ve elbisenizde namaza mani olacak kadar kirlenme varsa bunları temizlemeniz ve vücudunuzun belirli yerlerini örtmeniz, namaza durmadan önce de Kıble dediğimiz belirli bir yöne dönmüş olmanız gerekir. Ancak bunun gibi açıkça şart koşulmamış şeylerde insanlar bazı şartlar koşarak bir ulviyeti yakalayacaklarını zannedebilirler ama aslında daha çok o şeyi hayatın dışına itmiş olurlar. 

 

Aynı şey ders çalışma gibi dünyevi işler için de geçerlidir. Birileri “Verimli ders çalışmak için  kafanız rahat olmalı, masanız temiz olmalı, masanıza önce kalemi kağıdı hazırlamalısınız, not alacağınız bir şey yanınızda bulunmalı, sizi meşgul edecek şeylere karşı kapınızı kapatmalısınız, telefonunuzu kapalı tutmalısınız.” gibi şeyler söyleyebilir. Bunlara kulak veren öğrencilerin çoğu bu şartları yerine getirmek yerine ders çalışmaz olurlar. 

 

Bazı anne babalar da “Çocuğum oyun oynasın ama üstünü kirletmesin, zararlı bir şey yemesin, yerlere oturmasın, yalınayak yere basmasın." gibi gereksiz hassasiyetlere girerler ve sonuçta çocuk oyun oynayamaz ya da oynadığı oyundan hiçbir şey anlamaz. 
 

Sonuçta, ekstra kural koyduğunuz her şeyin miktarı, kalitesi, içeriği ve direkt kendisi hayatın içinde azalmış olur. Zamanla da yok olur. Böyle bir akıbetten de Allah’a sığınırız.


1 ) Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.(17 - İsrâ suresi 1. âyet)

2 ) De ki: "Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." (39. Zümer suresi 53. ayet)