Hakikate kıymet verme | İnsanı imana taşıyan ve iman etmeye engel olan faktörler 6. kısım
Bu yazı, “İnsanı imana taşıyan ve iman etmeye engel olan faktörler” başlıklı yazı dizisinin altıncı yazısıdır. Serinin beşinci yazısına buradan erişebilirsiniz.
İnsan, çevresinden etkilenmeye açıktır. Hatta temel olarak biyolojik yapımız ile içsel dünyamız çevremizi etkilemek ve çevremizden etkilenmek üzere yaratılmıştır. Ancak bu çerçevede nasıl ki cereyanda kalınca hasta olunur, manevi bir cereyanda kalınca da imani açıdan insan bazı hastalıklara yakalanabilir.
Kuran’da, cehenneme giden insanlara meleklerin veya zebanilerin “Size hak gelmemiş miydi, Resul’ü tanımıyor musunuz, neden buraya düştünüz?” minvalinde bir takım sorular sorulduğu görülür. (1) Yine Kuran’da cehennem ehlinin cevapları arasında “Dalalete dalanlarla beraber biz de dalar giderdik.” şeklinde cevaplara da rastlanır. (2) Kur’an bize bunları aktararak şu dersi veriyor: İnsan, okuduğu ve dinlediği şeylerin, beraber bulunduğu insanların ve ortamların kendi üzerindeki etkisine bakmalı ve dikkat etmelidir. Bu ortamların bazıları zararsız bir gönül dinlendirme, genel dinlenme, meşru veya meşrunun sınırlarında bir eğlence olabilir ama bazıları da hakikaten imana zarar verebilir. İmanını, imandaki duygusal derinliğini kaybedebileceğini bilen bir insan, bu kayıplara yol açabilecek, ona zarar verebilecek çevre etkisine karşı da, tıpkı kıymetli eşyalarını korumaya çalıştığı durumlardaki gibi hassas olacaktır.
İmanın kıymetini bilme, bu nimetten dolayı kendisine en büyük piyango çıkmış gibi sevinme, “Bunu verip başka şey almak istemezdim.” duygusunu iliklerine kadar hissetme; böyle bir imana bu manalarıyla sahip olamayan insanların o eğlenceli, şaşaalı görünen dünyevi hallerine özenmeme, imrenmeme halini de beraberinde getirir. İnsan imanın tadını aldıkça ve bu yolda ilerledikçe, bu halin belirli yönleri ve yansımaları kendiliğinden gelişecektir. Zaten iman derken kastettiğimiz de o gelişme ve içine yerleşme halidir.
“İnsanı imana taşıyan faktörler nelerdir?” sorusuna tek maddelik bir cevap vermek gerekirse bu cevap “kıymet verme” olsa yeridir. Genel bir doğru, truth, hakikat, gerçek olan şeye kıymet verme… Kendimize menfaat sağlayacak olana değil, kendimizi rahat hissettirecek olana değil, bulunulan sosyal konum içinde kendimizi mutlu edecek veya kendimizi bir şeyin parçası hissettirecek olana değil; hakikate kıymet verme. İman ediyor olmanın, imanın verdiği emir ve tavsiyelerin, getirdiği ve getirmesi gereken ahlaki değişimlerin kıymetini bilme.
Bazı değer vermeler kendiliğinden olur. Bir şeyi seviveririz ve o bizim için artık çok kıymetli olur. Bazı değer vermeler için de kendimize onun varlığını, anlamını, mahiyetini öğretebiliriz. Mesela, doktor bazen belli bir süreliğine bir ilaç verir. “Bunlardan sabah ve akşam birer tane al. Bu ilaç, sende eksik olan, sistemin karşılayamadığı belli mineralleri, vitaminleri karşılayacak ve bu sayede daha iyi hissedeceksin. Şikayetlerin ortadan kalkacak.” der. İlacın mahiyetini öğrendiğimizde gözümüzde o ilaç daha kıymetli olur, onu daha dikkatle kullanmaya devam ederiz. Buna benzer biçimde, insan kendi hayat tecrübesi ve ilmiyle imanın kıymetini hissedebilir. Hissedemiyorsa hissettiren, onun kıymetini anlatan kişilerle beraber olarak, bununla ilgili eserler okuyarak o hissi yakalayabilir.
İmanın kıymetini bilmek; aynı zamanda Kuran’ın kıymetini bilme, Efendimiz’in (sav) kıymetini bilme, hidayetimize vesile olan başka zatların kıymetini bilme sonucunu da doğurur. “Sizden biriniz beni annesinden, babasından, çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe gerçek manada iman etmiş olamaz.” (3) hadisi de gösteriyor ki, imanın kıymetini bilmek demek, o imanı bize taşıyan ana kaynağa karşı ciddi bir sevgi, iştiyak, arzu, saygı, hürmet duymak demektir. Şefkat, ilgi gibi daha ne kadar güzel duygu varsa, hayatında yer vermeye, başköşeye almaya çalışma ve bütün bu duyguları içselleştirme demektir.
Efendimiz (sav) zirve noktasıdır. Onu bizzat her şeyden çok sevmek bir iman şartı olduğu gibi, çağımızda yaşayıp bize imanı getiren, ders aldığımız başka büyük zatlar için de anlamlı bir biçimde sevme, ilgi ve dualara dahil etme imana dair faktörlerden sayılabilir.
Hakikate kıymet verme, insanın duygusal durumlarını zamanla formatlayacaktır. Böylece insan, bir nevi regülasyonla en çok sevmesi gerekeni en çok sevecek, ilgisini vermesi gereken yere verecektir. O, hakikate kıymet veriyorsa, kendisini ölçüp, “Ben bunu öğrenebilecek donanıma sahip miyim? Şu bilgiyi de öğreneyim. Şöyle mantık kaideleri de varmış, onları da öğrenirsem doğruyu daha iyi seçebilirim.” diyecektir. Hakikate verdiği bu kıymet, fiziksel irade kısmında da kendisine belirli bir seviyede irade, enerji ve motivasyon kazandıracaktır.
Bu irade, enerji ve motivasyonla da insan, hakikati görünce tanıyabilecek donanımı kazanmak için çaba sarf eder hale gelecektir. Zira Efendimiz’e (sav) ilk iman etmiş insanlar tam da böyleydi. Efendimiz (sav) zamanından sonraki çağlarda da imanda derinleşmiş, onu kabul etmiş, benimsemiş, o yola baş koymuş insanların temel vasfı da buydu. Yani bu insanların temel vasfı nedir diye sorulsa; hakikati, doğruyu görünce tanıyabilme denilebilir.
Hakikati tanıyabilmek için bazı zihinsel kabiliyetler gerekir. Az çok devrinin kültürüne sahip, başka fikir akımlarından veya İslam’ın farklı yaklaşımlarından haberdar; okuduğunu ve dinlediğini anlayabilecek kapasiteye sahip olunmalıdır. Ancak, anlama fonksiyonu yalnızca zihinsel bir mesele değildir. İnsan, duygusal olarak da hakikate dair bir arayış içinde bulunmalı, hakikati seviyor olmalı, o anda ağır depresyonda veya büyük hırslara sahip olmamalı, ciddi kibir ve alçaklık kompleksi içinde bulunmamalıdır. Malumdur, Mekkelilerin bazıları, “Hacılara su verme işi sizde, falanca iş sizde, peygamberlik de mi sizde olacak, onu sizin ailenize bırakamayız.” diyecek kadar kompleks içindeydi. Farklı kabilelerin ve ailelerin sosyal konumu meselesine duygusal olarak o kadar kilitlenmişlerdi ki başka bir şey duyamaz, göremez hale gelmişlerdi. Buradan anlıyoruz ki, hakikati görünce tanıyabilme, duygusal olarak da bir temizlik gerektirdiği gibi herhangi bir saplantı içinde bulunmama halini de gerektiriyor.
Öte yandan, insanın çevresindekilerin rağmına bir fikri kabullenmek ve intisap etmek için bir çeşit medeni cesarete, bir cins kendine güvene de ihtiyacı vardır. Mesela, biri İslam’ı çok da önemsemediği halde sevdiğini söyleyebilir. Önüne kaynaklarla, farklı ayet ve hadisleri koyarak, bu konudaki makul hüküm bu deseniz, “Bunlar tamam ama ben yine çevremdekilerin çoğunun uyduğu fetvaya uysam en iyisi.” diyebilir. Bu durumda o insanda hakikat olana, doğru olana, bizzat gerçeğe pek kıymet verme gibi bir durumun olmadığını; farklı yönleriyle pratik hayatın zaruretleri veya toplum içinde ayıplanma korkusunun baskın geldiğini anlayabilirsiniz. Eğer genel bir hakikate değer verme durumu olsaydı, hakikati seçip değerlendirecek, kavrayacak bir konsepte ulaşırdı. Kaldı ki, insan ev veya araba alacağı zaman bir ekspere gösteriyor veya bir bilene soruyor. İnsanlar önemsediği bir şeyi alacaksa, bu küçük, ucuz bir şey de olsa, çevresine sorar, soruşturur, tavsiye ister. Çünkü o şeye sahip olmaya veya parasını harcamaya bir kıymet veriyordur. O yüzden de daha gerçeğe, daha doğruya ulaşma konusunda kabiliyetlerini artırma veya kabiliyeti olanlardan faydalanma gayreti içinde olur.
Sonuç olarak, serinin başından beri anlatılan tüm maddelerin, farklı dalları ve farklı yönleriyle “hakikate kıymet verme” maddesinin çiçeklerinden veya meyvelerinden ibaret olduğu ifade edilebilir.
Allah, bizi kendisine hakkıyla inanan, kamil imana ulaşmış kullarından eylesin. Amin!
1 )Zümer Suresi 71. Ayet
2 )Müddessir Suresi 45. Ayet
3 )Buhari, İman, 8