19 dk.
18 Kasım 2022
"Hakkını helal et!" | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

"Hakkını helal et!" | Tek Parça

Soru: Kul hakkı, hakkın helal veya haram edilmesi nedir? Helalleşme nasıl olmalıdır? İhlal edilen haklarımızı helal etmeli miyiz?
 

Cevap: Hak meselesi bir kontrat, bir sözleşme, bir çek gibidir. Mümin bir insan için gerçektir ve gerçek bir karşılığı vardır. Siz, bir insanın dilinizle, elinizle bir şekilde hakkına girerseniz, ona zulmederseniz, eziyet ederseniz, gerçek bir zarar verirseniz; o kişi güçlü de zayıf da olsa, haberdar olsa da olmasa da, kendisini savunacak durumda olsa da olmasa da sizin üzerinizde bir alacak sahibi olmuş demektir. Allah-u Teala da o alacaklarını, o karşılıklı borçların hepsini ahirette tahsil veya takas edecektir. Buna mahsup da diyebilirsiniz.

 

Hak ve Helalleşme Meselesinin Ciddiyeti

 

Bu, ciddi ve gerçek bir şeydir. Bir manada kişinin yaptıklarının tamamının, yani başkalarına verdiği zararların veya faydaların karşılıklarının her zaman verileceği bilgisi oldukça önemlidir. 

 

Daha da önemlisi: Siz, bir kişiye zulmediyorsanız, o kişiye zulmederken az veya çok bir güç kullanıyorsunuz demektir. Bu güçlerin bazısı açık, net ve bellidir. Örneğin siz daha zenginsinizdir, zulmettiğiniz kişi daha fakir veya sosyal çevresi olmayan birisidir. O kişiyle bahçeleriniz sınırdır. Siz de bahçe sınırını biraz kaydırarak istediğinizi alırsınız. O kişi de hakkını savunamayacaktır. Burada söz konusu olan açık ve net bir güç kullanımıdır.

 

Fiziksel güç kullanımları genel olarak açık ve nettir. Bir meseleden dolayı öfkelendiğiniz ve sizden daha zayıf birisini dövebilirsiniz. Bu açık ve net bir güç kullanımıdır.

 

Fakat açık ve net olmayan güç kullanımları da vardır. Örneğin siz arkadaş ortamınızda sözü dinlenen birisinizdir. Bir kişi hakkında bazı şeyler söylüyorsunuzdur ve o kişi de yanınızda değildir. Kendisini o an için savunma şansı yoktur. Size göre daha zengin, daha zeki, daha güçlü de olabilir. Ama o anda, o arkadaş ortamında sizin sözünüzün bir gücü vardır. Sözleriniz dinlenmektedir. Siz de o ortamda orada bulunmayan bir kişi hakkında atıp tutuyorsunuzdur. Yani gıybet veya iftira ediyorsunuzdur. Burada da bir güç kullanımı vardır ancak bu güç diğerleri gibi açık ve net değildir, görülmeyebilir, fark edilmeyebilir. 

 

Sonuçta bu hak yeme meselelerinin tamamında bazen açık bazen kapalı bir şekilde kişinin sahip olduğu gücü başkasına zarar vermede kullanması söz konusudur. Verilen zarar da zararı verenden her halükarda tahsil edilecektir.

 

Ayrıca, zarar veren kişinin zararının ahirette muhakkak suretle alınacağı bilgisi ve şuuru kişiyi tamamen değiştirecek çok güçlü ve ciddi bir meseledir. 

 

Bu değişimin farklı seviyeleri vardır. Mesela bir insan bu konuya “Ben zulmedersem cehennemde bana zarar verilecek.” şeklinde bakabilir.

 

Bir başkası aynı konuya izzet veya kişisel gururu, yani kendine yedirememe, yakıştıramama açısından bakabilir. Örneğin bir insana zulmetme ihtimalini düşününce “Bu insanın yarın Allah katında benden daha güçlü bir şekilde hakkını alma ihtimali var, bunu da hiç istemem.” şeklinde bakabilir. 

 

Veya aynı şekilde eski tasavvuf ve menkıbe kitaplarında “Birinin gıybetini edecek olsam annemle babamın gıybetini ederdim. Çünkü başkasına neden sevabımı vereyim ki?” şeklinde bir bakış açısı da olabilir insanda. 

 

Bu ibareler “Allah Teala beni şu anda duyuyor. O’ndan mahcup olduğum için gıybet etmek istemem.” gibi ibarelere göre belki daha zayıf görünebilir. Fakat insanının hayatında önemli bir yönü değiştirme adına bu sönük gibi görünen bakış açıları ve ibareler de önemlidir, insanı gıybet ve iftira şerrinden korumaktadır.

 

Bir insan da örneğin bir akrabasıyla veya arkadaşıyla konuşurken onun kırıcı bir sözüne maruz kalmıştır. Günler boyu yemek yerken, çalışırken, bir şey okurken veya izlerken bu söz aklına gelmektedir. Makul birisi ona “Sen yanlış yaptığını düşündüğün bir insana saatlerini, günlerini harcıyorsun. Ona haddinden fazla değer verme. Ona ayırdığın bu vakitleri ister ilme, ibadete, duaya ayır ister hobilerine sarf et.” dese ve canı sıkılan insan bunu verimli görüp uygulasa yine gıybete gıybetle karşılık verme şerrinden korunmuş olacaktır. 

 

Önemli olan Allah Teala’nın bizi çirkin bir şey yaparken görmemesidir.

 

Benzer şekilde bir insanın “Ben şu yaşıma geldim, şu kadar eğitim aldım, gördüm geçirdim, belli bir olgunluk seviyesine ulaştım. Artık bundan sonra bir insanın gıybetini yapacak, arkasından konuşacak kadar aşağılık bir şey yapmak istemiyorum, bu kadar düşemem.” demesi de bir yönüyle kendini beğenmişlik olarak algılanabilir ancak bu da tam olarak kibir değildir. Kişiyi gıybetten koruması açısından da hayırlıdır.

 

Bunun konumuzla dolaylı bağlantısı şudur: Bir insan bir başkasının hakkına girdiği zaman o kişiye kendi üzerinde bir güç vermiş ve ona fayda sağlamış demektir. Bunu fark etmek önemlidir.

 

Hak, gerçektir. Hakkını helal etme meselesi de aslında kendi adına ve lehine yazılan bir çeki yakmak gibidir. Düşünerek yapılması gereken bir şeydir.

 

Gerçek Helalleşme ve Sünnetten bir Örnek

 

Örneğin Efendimiz’in (sav) halkın karşısına çıkıp “Ben kimin sırtına kamçı vurmuş isem işte sırtım, gelip vursun. Ben kimin malını almış isem, işte malım gelsin alsın. Hiç kimse: “Peygamber tarafından kınanmaktan korktuğum için misilleme yapmadım.” demesin. Bilesiniz ki, kınamak, kötülemek benim şanımdan ve huyumdan değildir. Sizin aranızda en çok sevdiğim kişi, şayet bende varsa gelip hakkını alan ve bana hakkını helal eden ve Allah'ın huzuruna hiç kimsenin haksızlığını benim boynumda bırakmadan çıkmamı sağlayan kimsedir.”1 buyurduğu vakidir. Ancak “Kim zulmettiyse hakkını helal etsin.” gibi bir ibaresi yoktur, olmamıştır. 

 

Yani sünnetteki helalleşme kavramı ya kısasla olur ya da zararın tazminiyle. Helalleşmede esas olan budur. Bu nedenle sünnette bir sahabinin Efendimiz’in yukarıdaki çağrısına karşılık “Senden üç dirhem alacağım vardır.” dediğini, Efendimiz’in (sav) “Ben yalanlamam ve yemin ettirmem ama niçin bende üç dirhemin var?” diye sorduğunu, sahabinin de “Bir dilenci sana gelmişti ve senin emrinle o adama üç dirhem vermiştim.” cevabını verdiğini, Efendimiz’in (sav) de adama alacağı paranın verilmesini sağladığını görebiliriz.2 Burada Efendimiz bu sahabiye “Hakkını helal et!” gibi bir talepte bulunmamış, üzerinde olan somut hakkı yine somut bir şekilde karşılamış, tazmin etmiştir.

 

Bu bağlamda bir insan grubunun karşısında bir kişinin gıybeti edilmişse, bunun helalliği için en azından ilk etapta aynı kişilerden oluşan grubu toplayıp onların karşısında “Ben falan zamanda sizlere falan kişi için şöyle şöyle sözler söylemiştim. Onlar yanlıştı. Düzeltiyorum.” denilmesi gerekecektir. Tıpkı gazetelerdeki düzeltme metinlerine benzer bir şekilde… 

Hakkında gıybet edilen veya olumsuz, yanlış şeyler söylenen şahsa gidip de sadece “Falan yerde falan insanlara karşı senin gıybetini yaptım, bana hakkını helal et.” demek bu bağlamda çok makul değildir. Ancak ilgili grupta yaptığı hatayı düzelttikten sonra bu kişiye gelip helallik istemesi ve “Bunun tazmini için ne yapabilirim?” diye sorması ile gerçek bir helalleşme sağlanabilir.

 

Kültürümüzde Helallik ve Helalleşme

 

Kültürümüzde helalleşme kavramının sadece söz ile yerine getirilmeye çalışılması bir yönüyle güzel bir yönüyle de yanlıştır. Helalleşme veya kul hakkı gibi bir kavramı her konu için geçerli kılma, her şeye mâl etmeye çalışma güzeldir. Ancak bu kadar yaygın şeyler zamanla şuurlu bir davranış olmaktan da uzaklaşacak ve mekanik bir alışkanlık hâlini alacaktır. Bu da aynen “İnşallah, Maşallah” sözlerinin bir alışkanlık hâli içinde söylendiğinde asıl manalarını kaybetmesi gibidir. Böylece, yapılan bir haksızlık sonucunda haksızlık yapılan kişiye “Hakkını helal et!” demek yeterli sayılabilmektedir.

 

Helallik istenen kişi açısından ise: Bu kişinin kendi yapmış olabileceği haksızlıkları veya zulümleri düşünüp uğradığı haksızlık karşısında “Ben hakkımın tazmin edilmesinden vazgeçiyorum.” demesi hakikaten şuurlu bir davranış ise anlamlı olabilir. Ama çoğu zaman “Hakkını helal et!” denildiğinde “Helal olsun!” şeklinde karşılık verilmesi duygusal bir gerginlik altında söylenebilir. Örneğin cenaze namazlarından sonra vefat eden kişi için “Nasıl bilirsiniz?” sorusu karşısında “İyi biliriz.” denilmesi de böyledir. Bu “İyi biliriz.” sözü genellikle ölen kişi için son bir şeyler yapabilme duygusu altında söylenir ve çoğunlukla şuurun bu söze bir taalluku olmaz. Bu da gerçek bir helalleşme sayılmaz. Bu bağlamda hakkını helal etmesi istenilen kişi “Helal etmiyorum, zararımı tanzim et.” diyebilecek bir cesarette olmayabilir. Bunu söyleyince çevreden tepki alabileceğini düşünebilir. “Hakkını helal et!” diyen kişinin hâlen zarar verebilme potansiyelini düşündüğü için de “Helal olsun!” deyip geçiştirebilir. Böylesi ve benzeri durumlarda da gerçek bir helalleşme olmaz. Hakkı ihlal edilen kişi sadece “Helal olsun!” demekle elindeki çeki yırtıp atmış olmaz. 

 

Ancak mesela senet karşılığı borç verilen birisi gerçekten fakirleşmiş, borcunu ödeyemeyecek bir duruma düşmüştür de gerçek bir şefkat hissiyle o senet yırtılabilir. Böylesi durumlar gerçek dünyada maddi meselelerde yaşandığı gibi, manevi meselelerde de yaşanabilir. Böyle bir helalleşme mümkündür.

 

Dikkat edilmesi gereken şudur ki, ister bir yolculuğa çıkmadan önce, ister başkaca herhangi bir nedenle hakkını ihlal ettiğini düşündüğünüz kişilerle gerçek bir helalleşme önemlidir. Geleneklerin yönlendirmesiyle veya alışkanlık hâlinde “Hakkını helal et!”, “Helal olsun!” seremonileri genellikle gerçek bir helalleşme değildir. Böylesi görünüşte helalleşmelerde hakkı ihlal edilen kişiler her ne kadar bu dünyada “helal olsun” dese de ahirette haklarını hiç de helal etmedikleri görülebilir ve haklarını isteyebilirler.

 

Önemli olan haktan vazgeçme sözünün gerçek bir şuurla söylenmesi veya ihlal edilen hakkın gerçekten tazmin edilmesidir. Tabii burada “Helal olsun!” gibi haktan vazgeçmeyi ifade eden sözün ne kadar şuurla söylenebileceği de ayrı bir bilinmezliktir. Çünkü hakkın tahsili, mahsubu veya tazmini uhrevi bir mesele olduğu için ve biz ahiretin, mahşerin o ağır tablosunu hiç yaşamadığımızdan; yani o konuda tam bir şuurumuz olamayacağından, hakkı ihlal edilen bir insan öyle bir ortamı görseydi gerçekten de hakkından vazgeçer miydi diye de düşünmek gerekir. O günün dehşeti hakkında Kur’an “Günahkâr kişi, o günün azabı karşısında ister ki oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran bütün ailesini ve yeryüzünde kim varsa herkesi fidye olarak versin de kendisini kurtarsın!”3 diyor. Böylesi bir ortamda, herkesin kendisine küçük de olsa bir avantaj sağlayacak her fırsatı değerlendirmeye çalıştığı bir ortamda sizin gıybetinizi yapmış, size sövmüş, hakaret etmiş, maddi veya manevi, küçük veya büyük bir hakkınızı gasp etmiş, ihlal etmiş birisinden hakkınızı niye almaya çalışmayasınız ki? Azaptan kurtulmak için dünyadaki en sevdiklerini bile feda edebilecek raddeye gelen bir insanın öyle bir ortamda hakkından vazgeçmesi pek olası görünmüyor. Çünkü insan o durumda azabını az da olsa hafifletecek her şeyi yapacaktır ve açıkçası o ortamda hakkını istemekten başka yapabilecek pek bir şeyi de yoktur. Böyle bir ortamda hakkı ihlal edilen kişinin dünyada iken tazminatla, gerçek bir helalleşme ile helal etmediği hakkını her ne kadar yarım ağız bir şekilde “Helal olsun!” demiş olsa bile istemesi, o “Helal olsun!” u yok sayması mümkündür.
 

Başkalarının Defterleri & Kendi Defterlerimiz

 

Kültürümüz açısından helalleşme kavramının kültüre mâl olması güzeldir. Ancak sadece sözlü bir ifadeye indirgenmek suretiyle harcanmış olduğu için kötüdür. Bu çerçevede hepimiz kültürel olarak helalleşmenin önemine dair öğütlerle büyümüşüzdür. Burada iki adım önemlidir:

 

Birincisi: Haksızlığa uğradığını düşünen insanda haksızlık yapanlara karşı kin, nefret veya cezalandırma düşüncesi olması, kişinin kalbine böyle bir duygu yerleşmesi mümkündür. Böyle bir insanın “Benim hakkımı yediler, onlara göstereceğim.” duygusunu devam ettirmesi en çok kendisine zarar verecektir. Çünkü kin, nefret, intikam duyguları gibi pis şeylerle güzel şeyler bir arada barınamaz. Dolayısıyla insanın kalbinde bu duygularla birlikte salih ve hayırlı hisler de bir arada bulunamayacaktır. Zihni bunlarla fazlaca meşgul etmek gereksizdir. Her halükarda Allah Teala dünyada ve ahirette adaleti sağlayacaktır. Bu yönüyle “Hakkınızı helal edin, önemsemeyin, unutun.” şeklinde öğütler verilebilir. Bu tavsiye bu manasıyla doğru ve güzeldir. Ama burada bile karşımızdakine iyilik yapmaktan çok kendimizi bir zarardan kurtarma çabası vardır. Böyle hislerin bize zarar vermemesi adına “Hakkımı helal ediyorum.” demek pek geçerli sayılmayabilir. Hatta etkili bir vaaz dinlenildiğinde, o etkiyle “Helal ediyorum.” demek de geçerli olmayabilir. Ahiretin dehşeti hakikaten muhteşem bir dehşettir. O ortamda kimsenin kimseye hakkını helal edebileceği pek düşünülemez.

 

İkincisi: Ortalama insan bencildir. Kendine yapılan haksızlıkların hesabını defterini hep tutar. Kendisine karşı yapılan haksızlıkları, zulümleri, gıybetleri, kalp kırmaları, hatta kabalıkları unutmaz. Bu manada sürekli içsel olarak hesap kitap yapar. Bu bilgilerle zihnini ve kalbini doldurur. Bu da terakkiye ciddi şekilde engel bir durumdur. Çünkü insanın asıl tutması gereken defter kendi amel defteridir. Zira başkalarının onun kalbini kırması, ona zulmetmesi, haksızlık etmesi öncelikle haksızlık edenin, kalp kıranın, zulmedenin kendi problemidir. Bunun karşısında haksızlığa uğrayan insan aslında gerçek bir zarar görmemektedir. Çünkü o hak her halükarda tahsil veya tanzim edilecektir. 

 

Öbür yandan ise bu insanın kendi kalp kırmaları, sorumsuzlukları, vazifelerini yerine getirmemeleri, annesine, babasına, eşine, çocuklarına karşı görevlerini yapmamaları, gıybetleri, zulümleri, tutmadığı sözleri, hak ihlalleri, kişinin asıl hesabını tutması gereken şeylerdir.

 

İnsanın dünyada zamanı kısıtlı, zihni ve kalbi de sınırlı olduğu için başkalarının kendisine yaptığı haksızlıkların hesabını tutmaktan kendi yaptığı haksızlıkların hesabını tutmaya vakti ve enerjisi kalmayabilir. Böylece kendi yaptığı haksızlıkları azaltmaya da çalışmaz. Bunun sonucunda da dünya hayatında rastgele yaşamış birisi olarak ölür gider. 

 

Hatta çoğu insan kendisine yapılan haksızlıklar ve zulümler üzerine kişisel bir hikaye, negatif bir menkıbe kurgular ve onun üzerine yaşar. “Kimse beni anlamadı, dinlemedi.” duygularıyla kendisini tamamen felç etmiş olur. Hakikati dinleyemeyecek hâle gelir. Kendisine hak ve hakikat namına bir şey söylenmeye çalışıldığında “Siz benim neler yaşadığımı nereden bileceksiniz!” şeklinde reaksiyonlar gösterir. İnsanlarda bu duyguyu besleyecek pek çok roman, şarkı, türkü ve şiirin olması da bunu gösterir.

 

Herhangi anlamlı bir şey yapmak ve anlamlı yaşamak isteyen bir insanın bu moddan tamamen kurtulması gerekir.

 

Kendisine acıyana semadan hakiki rahmet gelmez denilebilir. Direkt bu manada bir nas, bir söz yoktur ama başkalarının yapıp ettikleri ve başına gelenler yüzünden insanın kendine acıyıp durması, yaşadığı ıstırapları efsanevi biçimde hissedip anlatması, bunun zamanla kişiye negatif bir haz vermesi nedeniyle bir çeşit sarhoş olan birisinin manevi olarak terakki edebilme şansı çok azdır. Böyle bir insanın dünyada hayırlı bir şey yapma şansı da yok denecek kadar azdır. Ancak zulmünü veya fücurunu bu duygulara bina edecek şekilde bir şeyler yapabilir. “Yahudiler bana küçükken şöyle davrandı.” dedikten sonra gücü ele geçirince kitlesel bir Yahudi ve insanlık katili olabilir. Küçükken okulda arkadaşlarının kendisine çirkin deyip durmasına içerleyen, bu takıntısını yıllarca devam ettiren, anne babasından da destek göremeyen bir kız çocuğu “Ben de büyüdüm ünlü bir manken oldum.” diyebilir. Yaşadığı ıstırapları kristalize ederek herkes bir şeyler yapabilir ancak bu yapılan şeylerin salih bir amel olması pek mümkün değildir. Sonuçta da ortaya kendi yaptıklarını her zaman savunan, hiçbir yanlışını kabul etmeyen, dolayısıyla kendini düzeltmeye ve değiştirmeye çalışmayan, hatta buna ihtiyaç da duymayan bir insan çıkar.

 

Dolayısıyla bizlere, başkalarının bize yapıp ettiklerini tuttuğumuz bir defter lazım değildir. Bu yönüyle “Unutun geçin.” manasında “Helal edin geçin.” denilmesi faydalıdır ve hatta gereklidir.

 

Peki hem başkalarının bize yaptıklarının defteri hem de bizim başkalarına yaptıklarımızın defteri aynı anda tutulamaz mı? 

 

Dengeli bir biçimde yapılabilirse bundan bir zarar çıkmaz. Ancak legal olarak bize hak tanınan bazı durumlar haricinde genellikle kişisel hakları kendimiz tahsil etmeye kalkışınca çoğunlukla daha fazla zulmederiz.

 

Örneğin sizin gıybetinizi eden birine karşı ne yapabilirsiniz ve hakkınızı nasıl tahsil edebilirsiniz? Siz de onun gıybetini yaparsanız bu zaten günahtır. 

 

Sizinle kavga eden ve güçsüz bir anınızda sizi döven birini dövmeye kalksanız ve bunu yapsanız o esnada size uygulanan gücün daha fazlasını kullanma ihtimali vardır ve bu büyük bir ihtimaldir.

 

Dolayısıyla Allah’ın razı olacağı, Allah’ın öngördüğü, o kriterlere tam tamına uygun bir adaleti sağlamak bir insan için neredeyse imkansızdır.

 

Bir Şok Terapisi: Kim Haklı?

 

Gelin mini bir şok terapisi yapalım:

 

İnsanlarla tartıştığınız durumları düşünün. Bunların kaçında haklı olduğunuzu düşünüyorsunuz?

 

Muhtemelen bir ikisinde “Evet ben hatalıydım.” diyebilirsiniz. Ama çoğunda karşı tarafın anlayışsızlığı, yanlış anlaması, kabalaşması, dengesizliği gibi durumların var olduğunu düşünürsünüz.

 

Evet, insanlar girdikleri tartışmalarda, anlaşmazlıklarda çok küçük bir kısmı hariç olmak üzere hep kendilerini haklı görürler ve hatayı karşı tarafa yüklerler. Fakat özel yetki ve uzmanlık gibi bariz durumlar dışında tüm insanları düşününce ortalamada herkes yarı yarıya hatalıdır.

 

Bu soruyu ister tüm Türkiye geneline ister tüm dünyaya, ister sadece Müslümanlara, ister sadece ateistlere, ister sadece namaz kılanlara sorun alacağınız cevap değişmeyecektir. Çünkü ortalama insanlar olarak bizler çoğu zaman kendimizi haklı ve masum görme eğilimindeyizdir. Yanlış yaptığımızı kabul ettiğimiz durumlarda bile aslında hep bir mazeret ifade ederek, “O an için sinirliydim, açtım, yorgundum.” gibi bir dış nedene bağlayarak yine kendimizi masum göstermeye çalışırız.

 

Bütün mesele ve bütün meselelerde bize lazım olan asıl şey, kendi kişisel terakkimiz, bizzat kendimizin daha iyi, daha temiz, daha güzel bir insan olmamızdır. Bunun yolu da kendi hata ve yanlışlarımıza odaklanmaktan geçer. Başkalarının ne yapıp ettiklerinin kaydını tutmaktan çok kendi yapıp ettiklerimize odaklanmak zorundayız. Başkalarının kayıtlarını yanlış tutmaya da zaten çok meyilliyizdir. 

 

Sonuçta kendimize yapıldığını düşündüğümüz haksızlıklarla yıllarca zihinsel veya duygusal olarak ilgilenmektense onları “Helal ettim!” deyip geçiştirmek, zihinden ancak böyle yaparak silmek mümkünse bu şekilde davranmak verimli olabilir. Bunun da insana bir zararının olmayacağı bilinmelidir. Ahirette o hesapların tamamı tekrar açılacaktır.

 

Helalleşmenin İmkansız Olması Hâlinde

 

İnsanlar bazen geçmişte zulmettiğini düşündükleri kimselerle helalleşmek isteyebilir ancak bunun imkansız olduğu durumlar da olabilir.

 

Araya uzun zaman girmiştir, şartlar değişmiştir veya hakkını ihlal ettiği kişiye ulaşması mümkün değildir. 

 

Bu gibi durumlarda hakkı ihlal edilen, haksızlık edilen kişiler için dua edilmelidir.

 

“Allah’ım! Falanca kuluna şu zamanda şöyle zulmetmiştim. O günahımdan bağışlanma dilerim. O kişinin hakkına girmiştim. Şu anda bir telafi imkanı da göremiyorum. Eğer benim bilmediğim bir telafi imkanı varsa onu bana nasip et. Yoksa o insana hem dünyada hem ahirette, ona yaptığım haksızlığın karşılığını atâ olarak, yani ekstradan o kişiye ver. Normalde emeğiyle, kısmetiyle alamayacağı faydaları ona nasip et. Çalışarak karşı çıkamayacağı veya gideremeyeceği belalardan onu koru. Benim ona yaptığım zulmün, haksızlığın karşısında ona bu dünyada da ahirette de hayırlar nasip et. Beni de ona yaptığım haksızlığın şerrinden kurtar!” gibi dualar insanın işine yarayabilir.

 

Eğer yapılan haksızlık maddi bir tazminatla ödenebilecekse, kişi o ödenecek miktarı (kendi adına olan farz, vacip, sünnet gibi sadaka ve kurbanlar dışında) sadaka olarak verebilir ve bunun karşılığı olarak “Allah’ım bunu kabul et, o haksızlığı da sil.” gibi bir dua edebilir. 

 

Maddi bir tazminatla ödenemeyecek durumlar için de bu mümkündür.

 

Hatta haksızlık eden kişi, haksızlık ettiği kişi adına da sadaka verebilir.

 

Ödenmesi gereken bir borcun ödenmemesi durumunda, borçlu olunan kişiye olan borç miktarının o kişinin hayatını etkileyip etkilememesine göre bir değişiklik olabilir. Borçlu olunan kişinin hayatını etkilemeyecek derecedeyse o miktar kadar sadaka vermekle o kişinin ahirette o sadaka sevabına mahsuben hakkını helal etmesi beklenebilir. Ama onun hayatını etkileyecek bir miktar ise, bu miktardaki borcun gecikmesi veya verilmemesi o kişinin hayatında bazı mahrumiyetlere yol açmışsa bu durum ahirette ayrıca tek tek değerlendirilecektir. Yine de helalleşme imkanı kalmamışsa o miktar veya daha fazlası sadaka olarak verilip o kişinin bu sadaka sevabından faydalanması da umulabilir.

 

Gıybet gibi konularda helalleşme içinse gıybet edilen kişi hayatta ise her halükarda onunla helalleşmek şarttır. Şayet bunun imkanı kalmamışsa “Allah’ım! Beni ve gıybetini ettiğim kişiyi affet, mağfiret buyur!” şeklinde dua etmek bu hususu ciddiye alan alimlerin önemli tavsiyelerinden birisidir.

 

Sonuçta hak ve helallik meselelerinde kişinin asıl kendi yaptığı haksızlıklara, zulümlere bakması onun terakkisini, imanın kalbine yerleşmesini, hakiki mümin hâline gelmesini sağlayacağı gibi başkalarının yapıp ettiklerine karşı da daha az aldırmasına, bunlardan pek etkilenmemesine, duygusal olarak kendisini olumsuzluklardan izole etmesine yardımcı olacaktır.

 

Allah Teala’dan haksızlığa uğramaktan ve haksızlık etmekten, zulme uğramaktan ve zulmetmekten bizleri muhafaza buyurmasını diler ve dileniriz.



1 ) Beyhaki, Delailü’n-Nübüvve, c. 5, s. 492

2 ) Beyhaki, a.g.e, c.5, s. 492

3 ) Mearic, 11-14