37 dk.
05 Aralık 2023
Hasanî ve Hüseynî Meşrepler | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Hasanî ve Hüseynî Meşrepler | Tek Parça

Soru: Bazı eserlerde Hasanî meşrep ve Hüseynî meşrep ayrımının yapıldığını görüyoruz. Bu bağlamda İslam’a hizmet veya tebliğ vazifesi noktasında Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in farklı davrandıkları söyleniyor. Tarihsel olarak bakılınca Hz. Hasan barışçıl bir yol izlemiş ve siyasetten uzak durmuş Hz. Hüseyin ise kıyam ve silahlı mücadeleyi tercih etmiştir. Müspet hareket söz konusu olunca Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin’in davranışlarını nasıl anlamalıyız?

 

Cevap: Bu konuda farklı düşünceler vardır.
 

Bir kesim; Hz. Hasan’ın (ra) Müslümanların birliği ve kan dökülmemesi için hilafet hakkından feragat etmesini nazara vererek zulüm ve haksızlıklara karşı sabretmeyi, toplumsal huzuru bozmayacak şekilde pasif direnişi bir yol ve yöntem olarak benimsemişlerdir. Zaten Hasanî meşrep dediğimiz şey de budur. Bunun bir adı da müspet hareket etmektir ki böyle düşünen insanlar; “İnsan müspet harekete tam odaklanmalı, fitne ihtimalinden kaçınmalı ve illa şehit olacaksa ve kendisine şehitlik yazılmış ise savaşarak şehit olmak yerine Hz. Hasan (ra) gibi zehirlenerek, sessizce, insanların fark etmeyeceği bir şekilde şehit olmalı.” diyebilirler. Kendilerine göre haklı da sayılırlar.

 

Meseleye tarihsel olarak baktığımızda ise şu mülahazaları dikkate alabiliriz:

 

Hz. Hasan (ra) Hicri 40-41, miladi 661 yılında hilafetten feragat etmiş, bazı şartlar öne sürerek Hz. Muaviye’ye hilafeti devrederek kendisi de ona biat etmiştir. Böylece Efendimiz’in (sas) Hz. Hasan hakkındaki “Benim bu oğlum seyyiddir. Ümit ediyorum ki Allah Teala bununla Müslümanlardan iki büyük topluluğun arasını ıslah edecektir.”1 hadisi de yerini bulmuş, Müslümanlar birkaç sene için de olsa huzurlu bir ortam yaşamışlardır. Hz. Hasan da Medine’ye giderek ömrünün kalanını orada geçirmiş, bazı tarihçilere göre eşlerinden Ca’de tarafından zehirlenmiş, bazılarına göre de eceliyle vefat etmiştir.

 

Daha sonra Muaviye’nin 19 yıllık iktidarı yaşanmış, Emevi devleti kurulmuş ve kurumsallaşmıştır. Bu sürede Muaviye’nin en tartışmalı icraatı aslında oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesidir. Böylece Efendimiz (sas) ve raşit halifelerden sonra Müslümanların devleti ilk kez veraseti esas alan bir hanedana dönüşmüştür. Muaviye’nin bundaki amacının Müslümanların hilafet veya imamet tartışmaları yüzünden anlaşmazlığa düşmelerini engellemek olduğunu kendisi bizzat söylemiştir ve aslında devletteki bu dönüşüme Medine dışında ciddi bir muhalefet de olmamıştır. Hz. Hüseyin (ra) ve Hz. Abdullah bin Zübeyr (ra) ciddi bir muhalefet sergileseler de Muaviye Hicaz’a giderek bu muhalefeti de önler. Onun devleti veraset sistemine dayalı bir hanedana dönüştürmesi Hasan-ı Basri (ra) gibi pek çok alimin tepkisini çekse de İbn Haldun gibi sonraki dönem uleması içinde Muaviye’nin bu yaptığını Müslümanların hayrına görenler de olmuştur. Nihayet Hz. Muaviye Hicri 60 miladi 680 yılında Şam’da vefat etmiş ve yerine oğlu Yezid geçmiştir.

 

Hz. Hüseyin (ra) ise bu süreçte Medine’de yaşamaktadır ve Muaviye’nin iktidarı boyunca ona bir muhalefette bulunmamıştır. Sadece Muaviye’nin oğlu Yezid’i veliaht ilan etmesine muhalefet etmiş, bu muhalefet de herhangi bir harekete dönüşmemiştir.

 

Dolayısıyla Hz. Hasan’ın (ra) hilafeti Muaviye’ye devretmesi ile Muaviye’nin vefatı arasında 19 sene vardır. Bu süre içerisinde Hz. Hasan (ra) ile Hz. Hüseyin’in (ra) tavırlarını birbirlerine alternatif tavırlar veya tutumlar olarak ele almak da doğru olmayabilir. Ancak her ikisinin kendi dönemlerinin şartlarına göre davrandıkları söylenebilir.

 

Hilafet ve Saltanat

 

İslam tarihinde Hz. Ebubekirle başlayıp Hz.Hasan ile sona eren dönemi hilafet dönemi, sonrasını ise saltanat dönemi olarak adlandırabiliriz. Hz. Muaviye'den sonra devlet başkanlığı babadan oğula geçmeye başlamış, dolayısıyla hilafetten sultanlığa geçiş yaşanmıştır. Bu nedenle Emevi, Abbasi, Selçuklu veya Osmanlı halifeleri yerine sultanları demek daha doğru olacaktır. Bunların hepsi saltanattır. Efendimiz’in (sas) sıhhati tartışmalı olan bir hadiste geçen “Hilafet otuz yıldır, sonra saltanat olacaktır.”2 ifadesini sahih olarak kabul etmesek bile İslam tarihinde dört raşit halifeden sonraki dönemi hilafet değil saltanat olarak kabul etmek daha doğru olacaktır.

 

Bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İslam tarihi içinde var olan tüm sultanlar arasında (Ömer bin Abdülaziz gibi bir-iki istisna hariç) en iyisi, en dürüstü, en adili, en güzel davrananı, en makulü, en yumuşak huylusu ve diğer insanları en çok düşüneni Muaviye’dir.

Muaviye elbette bir Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan (r. anhüm) değildir. Bu mübarek isimler ayrı bir klasmandır, ayrı bir boyutun insanlarıdır. Fakat Muaviye, kendi klasmanından olan diğer sultanlar arasında en iyisi, en adilidir. Kendisi bir sahabidir. Ancak sahabi ve halife değildir. Sahabi ve halife olanlar kendisinden öncekilerdir. Kendisi ise sahabe halifeleri için olabileceklerin en kötüsü, sultanlar için ise olabileceklerin en iyisidir.

 

Meselenin geri kalanı ise büyük oranda reel politikten ibarettir. Örneğin Muaviye’nin oğlunu veliaht tayin etmesi reel politiğin bir gereği olarak görülebilir. Çünkü o dönemde devlet başkanı Kureyş’ten olmak zorundadır zira Arapların sadece Kureyş’e itaat edecekleri, Kureyş’in reisliğini tanıyacakları coğrafi ve kültürel bir realitedir. Dolayısıyla Muaviye’nin yönetimi Kureyş’ten başka bir kabileden olana bırakması mümkün değildir. Böyle bir şey devletin bölünmesi demektir.

 

Dahası, Muaviye’nin oğlunu veliaht tayin etmesinin Kûfe valisi Muğire’nin telkinleriyle olduğu bilinmektedir. Bu noktada bazı tarihçiler Muaviye’nin zaten böyle bir düşüncesinin olduğunu söyleseler de bu söylem o tarihçilerin kendi yorumlarıdır. Kûfe valisi Muğire, Muaviye’ye gelerek oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi ve kendisi hayattayken oğlu adına biat alması hâlinde Müslümanların kendisinden sonra iktidar mücadelesine girişmeyecekleri telkininde bulunmuş, Muaviye de bu durumu makul karşılamıştır.3 İbnü’l Esir gibi tarihçilerin kabul ettiği bu yaklaşım esas alınınca Muğire’nin de Muaviye’nin de en azından makul davranmaya çalıştıkları söylenebilir.

 

Saltanata geçilmiş olması aynı zamanda; Efendimiz (sas) ve ashabının yaşadığı o berrak hayatın artık kalmadığını, o iklimin var olamayacağını, vahyin reel dünya ile karışarak farklı bir hâl alacağını, İslam’ın pek çok güzelliğinin görülebileceğini ancak Efendimiz (sas) dönemindeki o dupduru, tertemiz hâlinin görülemeyeceğini de göstermektedir.


 

Yezid, Hz. Hüseyin ve Kerbela

 

Yezid, yetişme çağında problemli bir insandır. Annesi Meysun Kelb kabilesi mensubudur ve Kelb kabilesi Hristiyan bir çöl kabilesidir. Annesiyle birlikte çöl ortamında yetişmesi istendiği için Kelb kabilesinin yaşadığı bir bölgeye gönderilmiş, orada fasih Arapçayı, şiiri, ata binmeyi ve silah kullanmayı öğrenmiştir ancak bu arada içki ve eğlence dünyasına da alışmaya başlamıştır. Şam’a dönünce orada edindiği oyun, eğlence, içki alışkanlıklarını devam ettirince ve bunlar duyulunca insanların eleştirilerine uğramıştır. Yani Yezid’in bu durumu halk tarafından da açıkça bilinmekteydi.

 

Meselenin bu kısmı tarihçiler arasında tartışma konusu olmuştur. Kimileri Yezid’in Hristiyanların kültürüyle yetiştiğini söylerler ancak buna dair elimizde net bir veri yoktur. Kelb kabilesinin o dönemde halen bir kısmının Hristiyan olması veya Yezid’in annesinin Hristiyan iken sonradan Müslüman olduğuna dair bir bilgi olmaması Yezid’in Hristiyanlık dininin hâkim olduğu bir kültürde yetiştiğini göstermez. Hatta bu konuda Ebu Mıhnef gibi Şii tarihçiler bile Yezid’in gayr-i meşru eğlenceler düzenleyen fasık birisi olmasına rağmen sahih bir itikada sahip olduğunu söylerler.4

 

Burada Yezid’in şahsiyetini, ahlakını, adaletini tartışmak zaten abestir ve onun zulümleri sabittir. Ancak kafir olduğuna hükmetmek için elimizde yeterli veri yoktur.

 

Hz. Muaviye Hicri 53 Miladi 673 senesinde oğlu Yezid’i veliaht tayin etti. Muaviye’nin bundaki amacının Müslümanların hilafet meselesi yüzünden yeni bir iç savaş yaşamalarını engellemek olduğu söylenir. Yezid’in veliaht tayin edilmesine sadece Medine’de Hz. Hüseyin, Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Ömer (r. anhüm) gibi bir grup sahabe karşı çıktı. Muaviye’nin onları da bir şekilde ikna ettiği ve tehditle biat aldığı söylenir. Ancak veliaht için biat etme ayrı bir şeydir, Yezid halife (daha doğrusu sultan) olduktan sonra ona halife olarak biat etme ayrıdır. Yukarıda ismi zikredilen sahabiler Yezid’in halifeliğinde ona biat etmediler. Abdullah bin Zübeyr ile Hz. Hüseyin Mekke’ye giderek Yezid aleyhine faaliyetlerine burada devam ettiler. Mesele İslam coğrafyasında iyice duyulunca Kûfeliler Hz. Hüseyin’i (ra) Kûfe’ye davet ettiler ve başlarına geçmesini istediler. Hz. Hüseyin bunun üzerine Müslim bin Akil’i Kûfe’ye gönderdi. Müslim de Kûfe’de Hz. Hüseyin adına biat almaya başladı. Yezid bunu duyunca Kûfe’ye Ubeydullah bin Ziyad’ı tayin etti, o da Müslim’i yakalayıp öldürttü. Bu sırada Hz. Hüseyin, Müslim bin Akil’in davet mektubu üzerine Kûfe’ye doğru zaten yola çıkmıştı. Müslim’in öldürüldüğünü Kûfe’ye yaklaşınca öğrenmişti.

 

Aslında Abdullah bin Abbas'ın (ra) Hz. Hüseyin’i (ra) Kûfelilerin güvenilmez olduklarından bahisle bu yolculuktan vazgeçirmeye çalıştığı bilinmektedir. Çünkü Kûfeliler Hz. Ali’ye (ra) de Hz. Hasan’a (ra) da bir cins ihanet etmiş, onları yalnız bırakmışlardır. Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Ömer (r.anhüma) gibi isimler de Hz. Hüseyin’i vazgeçirmeye çalışmışlardır. Ancak Hz. Hüseyin (ra) rüyasında dedesi Rasulullah’ı (sas) gördüğünü ve “İster lehine ister aleyhine sonuçlansın, başladığı işi tamamlamakla emrolunduğunu” söyleyerek bu tekliflerin hepsini reddetti. Rüyanın mahiyetini soranlara da “Ben bu rüyayı kimseye anlatmadım. Rabbime kavuşuncaya kadar da bunu kimseye anlatmayacağım.” dediği nakledilir.5

 

Hz. Hüseyin’in (ra) Kufe yolculuğuyla ilgili bir husus daha aktarılır. Hz. Hüseyin yolda meşhur şair Ferezdak ile karşılaşmış ve ona Kûfe’deki durumu sormuştur. Ferezdak; “Halkın kalbi seninle, kılıçları Beni Ümeyye (Emeviler) iledir. İlahi takdir ise gökten iner ve Allah dilediğini yapar.” cevabını verir. Hz. Hüseyin de “Doğru söyledin. Allah’ın dediği olur, Allah dilediğini işler ve Rabbimiz her gün yeni bir iştedir. Takdir hoşumuza gidecek olursa nimetlerinden dolayı Allah’a şükrederiz. O, şükredenlerin yardımcısıdır. Eğer takdir umulandan başka türlü olursa niyeti hak ve takvası da teneşir tahtası olan kimse elbette taşkınlık göstermez.”6 cevabını verir.

 

Hz. Hüseyin’in Tarihe Düştüğü Muhalefet Şerhi ve Tarihte Farklı Şerhler
 

İslam tarihiyle ilgili kaynaklar Hz. Hüseyin’in (ra) Kerbela’da biten yolculuğunda karşılaştığı pek çok kişinin kendisini yoldan çevirmeye, niyetinden vazgeçirmeye çalıştığına dair örneklerle doludur. Bu örnekler ve Hz. Hüseyin’in verdiği cevaplardan anlaşılmaktadır ki, Hz. Hüseyin aslında zafer kazanmayacağını çok iyi biliyordu. Kûfe’ye gönderdiği elçisinin öldürüldüğünü, Kûfelilerin o elçiyi, dolayısıyla kendisini yalnız bıraktığını zaten haber almıştı. Bu haberi aldıktan sonra kendisiyle birlikte yola çıkanlara “İsteyen benimle gelsin, isteyen dönsün.” teklifini de yapmıştı.(7)

 

Burada şu husus da bilinmelidir: Hz. Hüseyin (ra) Hicaz’dan Kûfe’ye doğru yola çıktığında yanında ailesi, çocukları ve diğer yakınları vardır. Yolda da bu kafileye katılanlar olmuştur. Müslim bin Akil (Hz. Hüseyin’in Kûfe’deki elçisidir) ve Abdullah bin Buktur'un (Hz. Hüseyin’in süt kardeşidir) Kûfe’de öldürülmelerinin haberi Hz. Hüseyin’in kafilesine ulaşınca Hz. Hüseyin “Gitmek isteyenler dönsünler gitsinler. Kendilerine bizden dolayı bir vebal ve sorumluluk yoktur!” deyince Hz. Hüseyin’in kafilesine sonradan katılanların hepsi kendisini terk etmiştir. Sadece Medine’den birlikte yola çıktığı yakınları kalmıştır. Böylece eleğin altında kalanlarla üstünde kalanlar arasındaki ayrım da netleşmiştir. Çünkü Hz. Hüseyin’in (ra) yanında kalanlar başlarına gelecekleri kestirebilecek kadar akıllı insanlardır. Bu da mücadeleyi ve gerekirse ölmeyi göze almış olmaları demektir.(8)

 

Bu noktada Hz. Hüseyin’in (ra) ölüme bilerek gittiği veya kendisiyle birlikte yakınlarını bilerek tehlikeye attığı düşünülebilir. Ancak zafer kazanamayacağını bilmek başkadır, öldürüleceğini bilmek başkadır. Hz. Hüseyin bir çatışma çıkmaması için elinden geleni yapmıştır. Kendi üzerine gönderilen birlik komutanlarıyla da devlet görevlileriyle de sulh eksenli konuşmuş hatta gerekirse veya izin verirlerse geri dönebileceğini bile söylemiştir. Ancak gerek Kûfe valisi Ubeydullah bin Ziyad gerekse onun danışmanları Hz. Hüseyin’in bütün sulh girişimlerini ve tekliflerini reddetmişler, sadece Yezid’e biat etmesi halinde affedileceğini veya serbest bırakılacağını söylemişlerdir. Hz. Hüseyin de biate hiçbir şekilde yanaşmamıştır.

 

Sonunda Kerbela faciası yaşanmış, Hz. Hüseyin (ra) ve beraberindeki yetmiş kadar isim bir grup katil tarafından şehit edilmiştir.

 

Hz. Hüseyin’in buradaki asıl misyonu ise tarihe, iman ve İslam adına bir muhalefet şerhi düşmesidir. Bu şerh; “Efendimiz’in (sas) getirdiği nurani iklim bitmiştir.” şerhidir. Bundan sonra o iklimin izlerine ancak istisnai, lokal veya bireysel olarak rastlanabilecektir. Belki Allah Teala ileride o iklimi hatırlatacak iklimler yaratacaktır ancak o iklim en kemâl haliyle yaşanmış ve bitmiştir.

 

Hz. Muaviye’nin devrinde o iklimden feyz almış pek çok sahabi bulunmaktaydı. Hatta Hz. Hasan (ra) da sebebi ne olursa olsun Muaviye lehine devlet başkanlığından feragat etmiş, yönetimi kendi elleriyle Muaviye’ye vermiş ve ona biat etmişti. Kendisini Muaviye’ye karşı kışkırtıp isyana teşvik edenleri Muaviye’ye biat ettiğini, yaşadığı sürece ona ihanet etmeyeceğini söyleyerek reddetmişti.(9) Hayatının sonuna kadar da siyasi hadiselere katılmamıştı. Hz. Hüseyin de (ra) ağabeyi gibi Muaviye yaşadığı sürece ona karşı hiçbir harekete kalkışmamış, ağabeyi Hz. Hasan ile yapılan anlaşma gereğince Muaviye’nin kendisine tahsis ettiği maaşı Muaviye vefat edene kadar almıştır.(10) Muaviye’nin yönetiminde İslam adına şaibeli işler bulunsa da neticede Muaviye bir Yezid değildir.

 

Ancak Yezid ile birlikte tamamen dünyevi bir kralla, dünyevi bir despotla karşılaşırız. Bundan sonra adlarının önüne “halife”, “emir”, “sultan”, “padişah”, “bey”, “han” gibi unvanlar getirilen isimlerin hiçbirisi ve onların yaptığı işler İslam’ı temsil etmeyecektir. Dolayısıyla Hz. Hüseyin’in düştüğü o şerhi “İslam bu değil.” olarak okumak da mümkündür.

Gerçekten de şartlar öyle bir hâle gelmiştir ki o şartların hâkim olduğu bir yerde saf ve derin bir İslam yönetimi zaten kurulamaz. Ancak lekeli, bir yönüyle İslam’a ait küçük ışık huzmeleri görünse de büyük kısmı karanlık bir şeyler kurulabilir.

 

Hatta şu gerçeği de not edelim: Yezid eğer Hz. Hüseyin’e (ra) “Sen Mekke ve Medine’nin emiri ol, orada lokal bir hilafet kur, ancak genel olarak devlet başkanı ben olayım.” dese, Hz. Hüseyin de bunu kabul etmiş olsaydı bile kurulacak yönetim Efendimiz (sas) ve raşit halifelerin yönetimi kadar saf ve temiz olmayacaktı. Çünkü şartlar ve insanlar asrı saadetteki şartlar ve insanlar değildi. Bu da kurulacak yönetimin İslam’ın hakikatini tam manasıyla temsil edemeyeceği anlamına gelir. Öyle bir insan topluluğuyla ve o şartlarda ancak lekeli ve yarı karanlık bir yönetim kurulabilirdi. Bunun da en önemli nedeni insanların büyük oranda hidayete kabiliyetlerinin kalmamasıydı.

 

Tarihin akışı içinde bazen böyle kritik durumlar olmuştur. Kimi zaman ortam uygun olur, iman ve Kur’an adına derdinizi anlatabilirsiniz. İnsanları Kur’an’ın ve sünnetin tertemiz kaynağına davet edebilirsiniz. İnsanlar da o kaynağın temiz ve pak olduğunu görür, davetinize icabet eder. Yüzde yüz bir kalite yakalanamasa bile yüzde yetmiş, seksen oranında bir kalite yakalanabilir. Bazen de mevcut güç sahibi insanlardaki hâl ve halkın genel durumu hiçbir hidayete ve hidayetin hiçbir türlüsüne müsait değildir. Kitlelerin hidayetle aralarına kalın bir perde hatta duvar örülmüş gibidir. İnsanlar o duvarın da farkında değillerdir hatta o duvara perestiş etmektedirler.

 

Bu durumda siz var olduğunu bildiğiniz, gördüğünüz, hissettiğiniz veya belli bir ölçüde de olsa yaşadığınız hakikatleri, o temiz kaynağı temiz tutmak adına bir süre ezilmeye, hapsedilmeye, işkence görmeye hatta öldürülmeye razı olursunuz ve o insanlarla, o şartlarla ve o güç sahipleriyle aranıza kalın bir çizgi çekmiş olursunuz.

 

Kur’an’ın mahluk olup olmadığı konusundaki tartışmaların yaşandığı Mihne Dönemi de bunun bir örneğidir. Bazı alimler sırf bir ilmî mesele olarak “Kur’an mahluktur.” veya “Kur’an mahluk değildir.” konusunu tartışabilirler. Bu durum İslam’a bir zarar vermez. Ancak Abbasilerin belli bir döneminde Kur’an’ın mahluk olduğu görüşü resmi görüş olarak kabul edilmiş, bu konuda bazı politikalar geliştirilmiştir. Bu görüş resmi ideoloji olarak okullara kadar sokulmuştur. Bu süreç yaklaşık 16 yıl sürmüş ve Abbasilerin 4 sultanı tarafından ısrarla aynı görüş benimsetilmeye çalışılmıştır. Bu noktada hiçbir alimin itiraz etmemesi “İslam budur.” veya “Müslümanlarca Kur’an mahluk kabul edilir.” gibi bir algının yerleşmesine ve kökleşmesine yol açacaktır. Hakikaten de bu süreçte halk bir yana pek çok alim kendi hayatlarını kurtarmak adına devletin resmi görüşünü benimsediklerini söyleyerek işkence ve ölümden kurtulabilmişlerdir. Ancak Ahmed bin Hanbel (ra) ve Ahmed bin Nasr el-Huzai (ra) gibi bir iki büyük alim meydana atılmış, “Kur’an mahluk değildir, baştan sona Kelamullahtır.” hakikatini savunmuşlardır. Zahiren bakılınca büyük bir devletin resmi bir görüşüne sadece iki kişinin karşı çıkması hiçbir şey ifade etmemektedir. Hatta bu iki isimden el-Huzai şehit edilmiş, Ahmed bin Hanbel ise tek başına kalmıştır. Bu durumda Ahmed bin Hanbel’in tek başına koskoca bir devlete muhalefet etmesi güç dengeleri kavramı açısından da hiçbir şey ifade etmemektedir. Ahmed bin Hanbel’in bu noktada devlet politikasını değiştirmek, kitleleri Kur’an’ın mahluk olmadığına ikna etmek gibi ekstrem çabalar içine girmediği de bilinmektedir. Buradaki mesele tek başına da kalınsa o muhalefet şerhinin düşülmesidir.

 

Ashabu'l Uhdud
 

Suheyb-i Rumi’den (ra) rivayet edildiğine göre Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Sizden önceki ümmetler içinde bir kral, bir de onun sihirbazı vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca, krala:

 

– “Ben yaşlandım, bana genç birini göndersen de ona sihirbazlığı öğretsem” dedi.

 

Kral da ona bir genç gönderdi. Gencin yolu üzerinde bir rahip bulunmaktaydı. Genç ona uğradı, yanında oturdu ve konuşmalarını dinledi, beğendi. Sihirbaza her gittiğinde rahibe uğrar ve yanında bir süre kalırdı. Sihirbaz ona “Niçin geç kaldın?” diye kızar ve döverdi.

 

Delikanlı bu durumu rahibe şikâyet etti. O da şöyle dedi:

 

– Sihirbazdan korktuğunda, “Evdekiler alıkoydular.” de; ailenden çekindiğinde de “Sihirbaz alıkoydu.” de.

 

Genç, durumu böylece idare edip giderken, bir gün yolda insanların gelip geçmesine engel olan büyük ve yırtıcı bir hayvana rastladı ve kendi kendine “Sihirbazın mı yoksa rahibin mi daha üstün olduğunu işte şimdi öğreneceğim.” diyerek bir taş aldı ve “Ey Allah’ım! Rahibin yaptıklarını sihirbazın yaptıklarından daha çok seviyorsan, şu hayvanı öldür ki insanlar yollarına devam etsinler.” dedi ve taşı hayvana doğru fırlatıp onu öldürdü. Halk da geçip gitti. Daha sonra delikanlı rahibe gelip olayı anlattı. Rahip ona:

 

– Delikanlı! Şimdi artık sen benden daha üstünsün. Zira, sen bu gördüğüm mertebeye erişmişsin. Öyle sanıyorum ki, sen yakında bir belâya, imtihana uğratılacaksın. Böyle bir şey olursa, sakın benim bulunduğum yeri kimseye gösterme! dedi.

 

Delikanlı, körleri, alaca hastalığına tutulmuş olanları kurtarır ve diğer hastalıkları da tedavi ederdi. Kralın o sıralarda kör olmuş bir yakını bunu duydu, değerli hediyelerle birlikte delikanlıya gitti ve:

 

– Eğer beni tedavi edersen, bütün bunlar senin olacak, dedi.

 

Delikanlı:

– Ben kendiliğimden kimseye şifâ veremem. Şifayı ancak Allah Teâlâ verir. Eğer sen Yüce Allah’a inanırsan, ben Ona dua ederim, o da (dilerse) sana şifa verir, dedi.

 

Adam iman etti. Allah Teâlâ da ona şifa verdi. Adam eskiden olduğu gibi kralın yanına gelip meclisteki yerini aldı.

 

Kral:

– Senin gözünü kim iyi etti? diye sordu. O da:

– Rabbim, dedi.

Bu defa Kral:

– Senin benden başka rabbin mi var? diye gürledi.

Adam:

– Benim de senin de rabbin Allah Teâlâ’dır, dedi.

 

Bunun üzerine sinirlenen kral adamı tutuklattı ve gencin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Sonuçta adam gencin yerini söyledi. Delikanlı getirildi. Kral ona:

 

– Delikanlı, demek senin sihirbazlığın körleri ve alacaları iyi edecek dereceye ulaşmış. Duydum ki sen epeyce işler yapıyormuşsun, öyle mi? diye sordu.

 

Delikanlı:

– Hayır, ben kimseye şifa veremem. Şifa veren Allah Teâlâ’dır, dedi.

 

Kral delikanlıyı tutuklattı ve rahibin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Neticede rahip getirildi ve kendisine “Dininden dön!” denildi. Rahip bu teklife yanaşmadı. Bunun üzerine kral bir testere getirtip başının tam ortasından rahibi ikiye biçtirdi. Rahibin parçalarının her biri bir yana düştü. Sonra kralın adamı getirildi ona da “Dininden dön!” denildi. Ancak o da kabul etmedi. Kral onu da parçalarının her biri bir tarafa düşünceye kadar testere ile başının ortasından ikiye biçtirdi. Daha sonra delikanlı getirildi ve “Dininden dön yoksa öleceksin.” diye tehdit edildi, fakat delikanlı direndi. Kral delikanlıyı adamlarından bir gruba teslim etti ve onlara şu talimatı verdi:

 

– Bunu şu dağın tepesine çıkarın, dininden dönerse ne âlâ, değilse, aşağıya yuvarlayın gitsin.

 

Delikanlıyı götürdüler, dağın tepesine çıkardılar.

 

Delikanlı:

“Allah’ım! Beni bunların elinden nasıl dilersen öylece kurtar!” diye dua etti. Bunun üzerine dağ sarsıldı ve onlar aşağı yuvarlandılar. Delikanlı sapasağlam yürüyerek padişahın yanına döndü. Kral ona:

– Yanındakiler ne oldu? dedi.

 

Delikanlı da :

– Allah beni onların elinden kurtardı, dedi.

 

Bunun üzerine kral, delikanlıyı adamlarından bir başka gruba teslim etti ve:

– Bunu Kurkur denilen bir gemiye bindirip denizin ortasına götürün. Dininden dönerse ne âlâ, değilse, denize atın gitsin, dedi.

 

Delikanlıyı alıp götürdüler. O:

“Allah’ım! Beni bunların elinden dilediğin şekilde kurtar!” diye dua etti.

 

Gemi içindekilerle beraber ala-bora oldu, hepsi boğuldu. Delikanlı sağ-sâlim kralın yanına döndü. Kral onu görünce:

– Yanındakiler ne oldu? diye sordu.

 

Delikanlı da:

– Allah beni onların elinden kurtardı, dedi ve ilâve etti:

– Benim sana söyleyeceklerimi yapmadıkça beni öldüremezsin.

 

Kral:

– Neymiş onlar? dedi.

 

Delikanlı :

– Halkı geniş bir meydanda topla. Beni de bir hurma kütüğüne bağla. Okdanlığımdan bir ok al, yayın tam ortasına koy. Sonra da “Delikanlının rabbinin adıyla de ve at. İşte ancak bunu yaparsan beni öldürebilirsin” dedi.

 

Kral halkı geniş bir meydanda topladı. Delikanlıyı hurma kütüğüne bağladı. Sonra delikanlının sadağından bir ok aldı, yayına yerleştirdi. “Delikanlının rabbi olan Allah adıyla.” deyip oku fırlattı. Ok, delikanlının şakağına isabet etti. Delikanlı elini şakağına koydu ve oracıkta öldü.

 

Bunun üzerine halk:

– Biz, delikanlının rabbine iman ettik, dediler.

 

Daha sonra durumu krala ileterek:

– Gördün mü çekindiğin şey nihâyet başına geldi; halk iman etti, dediler.

 

Bunun üzerine kral , sokak başlarına büyük hendekler kazılmasını emretti. Hendekler ateşle doldurulmuştu.

 

Kral:

– Bu yeni dinden dönmeyen herkesi, zorla ateşe atın, (yahut “onları ateşe girmeye zorlayın”) dedi.

 

Emri yerine getirdiler. En sonunda kucağında çocuğu ile bir kadın geldi, bir ara ateşe girmemek ister gibi yaptı, sendeledi. Çocuk:

– “Anneciğim, sık dişini, sabret, çünkü sen hak din üzeresin!” de(mek suretiyle annesini cesaretlendir)di.(11)

 

Bu hadise Kur’an’da ashabu’l-uhdud adıyla anlatılmaktadır.(12) Uhdud ashabının nerede yaşadığına dair elimizde kesin bir bilgi yoktur ancak farklı rivayetler içinden en güçlüsüne göre; Güney Arabistan bölgesinde yer alan Himyerilerin Yahudi kralı Zûnüvas isminde bir kral vardır. Bu kral Necran bölgesindeki Hıristiyanlara çeşitli işkenceler ve zulümler yapmıştır. Örneğin 2.000 Hıristiyan’ı bir kiliseye toplayarak kiliseyi ateşe vermiştir. Derin hendekler kazdırmış (ki uhdud kelimesi derin yarık-hendek demektir) ve hendeklerin içini odunlarla tutuşturmuş, daha sonra dininden dönmeyen Hıristiyanları ateş dolu hendeklere atarak yaktırmıştır. Bütün bu olaylar Efendimiz’in (sas) doğumundan yaklaşık 50 sene önce yaşanmıştır.(13)

 

Bu rivayetler baz alındığında Efendimiz’in (sas) bahsettiği mümin delikanlının da ashab-ı uhdud’dan olması son derece kuvvetli bir ihtimaldir. Tek başına bir gencin imanda sebat göstererek otoriteye başkaldırması, iman hakikatleri ile dünyevi güç arasında kesin, keskin ve kalın bir çizginin çekilmesini ifade etmektedir. Yani o bahtiyar delikanlı da tek başına, başına gelecekleri bilerek üstelik kendisi de tavsiye vererek şehadete razı olmuş, tarihe kendi muhalefet şerhini düşmüştür.

 

Ashab-ı Kehf’i de benzer bir misyonu yerine getirirken görürüz. Ashab-ı Kehf, yani mağara arkadaşları hidayeti bulmuşlar ancak yaşadıkları toplumda tebliğ yapılabilecek bir ortamın olmadığını da anlamışlardır. Bu bağlamda kendileri hiçbir şey yapmamış görünmektedir ancak kendi adlarına hayatın maksadına ulaşmışlar, yani iman etmişler ve cennete ehil bir hale gelmişlerdir. Tebliğin, en azından açıktan tebliğin imkansız olduğu bir toplumdan hicret ederek mağaraya sığınmışlar, orada kudret-i İlahi ile uyku moduna geçirilmişler, bu şekilde aradan yüzlerce yıl geçmiş ve uyandıklarında asıl misyonlarını yerine getirerek vefat ettirilmişlerdir.

 

Demek ki iman ve Kur’an adına farklı zamanlarda farklı şekillerde aksiyon alınması gerekmektedir.

 

Hz. İsa (as) da tebliğini farklı durumlarda farklı şekillerde yapmıştır. Matta’da anlatılanlara göre; Roma’nın Yahudiye eyaletine atadığı Yahudi Kralı Hirodes hanedanlığının taraftarları vardır ve bunlar Roma’yı destekleyen güçlü, nüfuzlu Yahudilerdir. Farklı bir Yahudi grubu olan Ferisiler de Roma otoritesine karşı çıkmaktadırlar. Ancak her iki grup da Hz. İsa’yı (as) tuzağa düşürmek için anlaşmışlar, kendi aralarında bir plan yapmışlardır. Bu plana göre Hz. İsa’ya öyle bir soru soracaklardır ki Hz. İsa “Hayır!” derse Hirodes taraftarları onu Roma valisi Pilatus’a, dolayısıyla Roma’ya ihanetle suçlayacaklar, “Evet!” derse de Ferisiler Hz. İsa’yı halkın önünde hain ilan edeceklerdir.

 

Roma egemenliğindeki halklar Roma’ya vergi vermek zorundadırlar. Halk bu vergilerden rahatsızdır. Bazı Yahudiler de Roma’ya vergi vermenin putperest tapınaklara ve Roma yönetimine destek anlamına geldiğini düşünüyor ve vergi vermeyi vatana ihanet sayıyorlardı. O dönemde Dinar adı verilen ve Sezar tarafından basılan madeni bir para vardı. Bu madeni paranın bir yüzünde Roma imparatorunun resmi, öbür yüzünde ise imparatorun tanrılığını anlatan kelimeler bulunuyordu. Plana göre Ferisiler ve Hirodes taraftarları gelerek Hz. İsa’ya “Söyle bize! Sence Sezar’a vergi vermek Kutsal Yasa’ya uygun mudur değil midir?” diye bir soru sorarlar. Hz. İsa soru soranların niyetlerini bilmektedir ve şu tarihi cevabı verir: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını Tanrıya verin!”(14) Soru sahipleri de amaçlarına ulaşamadan dağılıp gitmişlerdir.

 

Böylece Hz. İsa (as) ne tebliğine zarar getirecek bir cevap vermiştir ne de düşmanlarının tuzağına düşmüştür. Verdiği cevapla Sezar’ı ve Tanrıyı birbirinden ayırarak madeni paralardaki Sezar’ı tanrılaştıran ifadeleri de üstü kapalı olarak reddetmiştir. Demek ki aynı zamanda kendi tebliğini hem maddi hem de manevi bir tehlikeden korumuştur. Devlet otoritesine karışmadan kendi tebliğini sürdürmenin yolunu da açmış ve göstermiştir. Demek ki bazen muhalefet şerhini başka türlü düşmek gerekmektedir.

Hasanî ve Hüseynî Meşrepler Dikotomisi
 

Dikotomi kavramı ekonomik, sosyolojik, tarihsel hatta dini konuları anlamada oldukça önemlidir. Dikotomi en temelde bir bütünün iki parçaya bölünmesi demektir. Ancak bu iki parça arasında hiçbir benzerlik yoktur. İki parça arasında geçiş de mümkün değildir. Her iki parça birbirinden bağımsız ve ilgisizdir. İki parçanın kendine ait özellikleri vardır ve birindeki özellikler diğerinde bulunmaz. Herhangi bir özellik aynı anda iki parçaya da ait olamaz. Bu parçalar birbirlerine indirgenemez. Ayrıca her iki parça birbirini dışlar. Birisi söz konusu olduğunda diğeri asla dikkate alınmaz. Ancak her iki parça birbirini tamamlar bir hâlde görünür. Bunun en bilindik örneği cennet ve cehennemdir. Biri olmadan diğeri anlamsızdır ancak her biri birbirinden dikotomik olarak ayrıdır.

 

Böylesi bir ayrım bazen felsefede kavramları açıklamada işe yarar görünse de aslında insan zihninin önemli bir sorununa işaret etmektedir. Bu sorun da bir kavramı, bir olguyu düşünürken iki uç nokta hâlinde düşünmek, uçlar arasında bir geçişkenlik olabileceğine ihtimal vermemek; kavramları, olayları ve olguları değişimden bağımsız, tamamen sabit olarak düşünmek sorunudur.

 

Örneğin tasavvufta “Cemâl” ve “Celâl” kavramları avam arasında genellikle dikotomik düşünülür. Yani Allah Teala’nın bazı isimleri tamamen Cemâlî özelliklere sahiptir, o isimlerde Celâlî özellikler yoktur. Bazı isimleri de tamamen Celâlî niteliktedir, hiçbir durumda Cemâlî bir şekilde tecelli etmez diye inanılır. Ancak Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi “Cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.”(15) Dolayısıyla her Cemâl tecellisinde Celalî özellikler bulunabileceği gibi her Celâl tecellisinde de Cemâlî nitelikler yer alabilir. Yani her ikisi arasında dikotomik bir ayrım yapmak doğru değildir.

 

Bu bağlamda kültürümüzde Hasanî ve Hüseynî meşrepler arasında birincisi için Cemâlî özelliklerin söz konusu olduğu, ikincisinin ise daha Celâlî nitelikte olduğu konusunda yaygın bir anlayış vardır. Yani bu anlayışa göre Hz. Hasan (ra) daha uyumlu, barışçıl bir insandır ve İslam’a hizmet noktasında uyumlu ve barışçıl bir yöntem takip edenler Hasanî meşrep kabul edilebilirler. Hz. Hüseyin (ra) ise savaşçı, sert bir tutuma sahiptir ve İslam’a hizmet konusunda aynı özelliklere sahip yöntemleri tercih edenler de Hüseynî meşrep sayılabilirler.

 

Bu ayrımın bu şekilde kabul edilmesinin hem doğru tarafları hem de yanlış yönleri vardır. Yanlış yönler bunun dikotomik bir ayrım olarak kabul edilmesinden kaynaklanan yanlışlardır. Hz. Hüseyin’in (ra) hiçbir şekilde barışa ve uzlaşmaya yanaşmadığı, her halükârda savaşı ve çatışmayı öne çıkardığı; Hz. Hasan’ın (ra) da çatışmayı asla düşünmediği, tamamen barışçıl ve uyumlu olduğu şeklindeki bir ayrım dikotomik bir ayrımdır.

 

Doğrusu ise her ikisinin de optimal hareket ettiği gerçeğidir. Yani Hz. Hasan (ra) da Hz. Hüseyin (ra) de belli şartlarda tercih ettikleri farklı davranışlarda bulunmuşlardır. İkisi aynı şartlara sahip değillerdir. Bu durumda çıkarılacak sonuç şudur: Hz. Hasan şayet Hz. Hüseyin zamanındaki şartlara sahip olsaydı Hz. Hüseyin gibi davranabilir, Hz. Hüseyin de Hz. Hasan’ın şartlarına sahip olsaydı Hz. Hasan gibi davranabilirdi.

 

Bu gerçeğe rağmen insanlar bazı şeyleri ikiye bölerek, birbirlerinden dikotomik bir şekilde ayırarak anlayabilmektedirler. Ancak bölünen şeyler arasındaki geçişkenliği de göz önünde tutmak hakikat adına daha selametli bir yöntemdir.

 

Bu çerçevede Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in sahip olduğu şartların en önemli farklarından birisi her ikisinin de muhataplarıdır. Hz. Hasan’ın muhatabı Hz. Muaviye, Hz. Hüseyin’in muhatabı ise Yezid’dir. Muhataplar önemli bir değişkendir ve Peygamber torunlarını farklı davranmaya iten sebeplerden birisidir. 

 

Hz. Hasan (ra) muhatabıyla anlaşmayı mümkün ve faydalı görmüştür ki onunla anlaşma yoluna gitmiştir. 

 

Hz. Hüseyin (ra) de anlaşmaya hiçbir şekilde yanaşmamış değildir. Çünkü sulh esastır. Hz. Hüseyin de Kûfe valisi tarafından üzerine gönderilen askeri birliklere “Beni Kûfe halkı çağırdı, ben de geldim. Onlar beni istemiyorlarsa döner giderim.” demişti.(16) Hatta Ubeydullah bin Ziyad (Kûfe valisi) bir ara bu durum karşısında Hz. Hüseyin ile sulh yapmak düşüncesine de kapılmıştı ancak Şimr bin Zilcevşen gibileri ortaya atılıp onu derhal vazgeçirmişlerdi. Sonuçta Hz. Hüseyin’in hiçbir şekilde sulha yanaşmadığı, bütün amacının başından beri çatışma olduğu söylenemez. Ancak muhatapları İslami ve insani standartlardan uzak kimselerdi ve bu yüzden çatışma kaçınılmaz olmuştu.

 

Bir insan kendisinin veya davasının haklılığını ancak ve ancak şehit olmakla kanıtlayabilecek bir durumun içinde bulunabilir. Hak ve hakikatin ancak bu şekilde muhafaza edilebileceği durumlar olabilir. Çünkü diğer türlü hak ve batıl birbirine karışacak, insanlar hakkı batıl, batılı hak bilecek bir duruma düşeceklerdir. Böylece İslam’ın güzelliklerini görme ve gösterme imkânı da kalmayacaktır.

 

Bazen muhalefet şerhini düşebilmek için tımarhaneye veya hapishaneye atılmak, sürgün edilmek veya şehit olmak gerekebilir. Hz. Hüseyin (ra) bu şerhi kendi mübarek kanıyla düşmüştür. İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Ahmed bin Hanbel (rh.a) zindanlarda kırbaçlanarak, Niyazi-i Mısrî veya Bediüzzaman sürgünlerde ve hapishanelerde aynı muhalefet şerhlerini düşmüşlerdir. Böylece hak ve bâtıl arasındaki ayrım netleşmiş, insanlar hakikati daha net görebilme şansına sahip olmuşlardır.

 

Hz. Hüseyin'in (ra) sebepler planında kazanma şansı olmayan bir çatışmaya girmesi, kendisinin esas gayesinin dünyevi ikbal değil de hakikat olduğunu anlatması açısından önemli bir donedir.

 

Hz. Hüseyin’in (ra) Asıl Derdi

 

Bir insan sebepler planında kaybetme ihtimali çok yüksek olan bir mücadeleye neden girişir?

 

Bu sorunun herkes için farklı cevabı olabilir. Fakat elimizdeki verilere göre Hz. Hüseyin’in (ra) böyle bir mücadeleye girişmesindeki asıl motivasyonu veya asıl derdi şu olsa gerektir: Vahyin mesajı bir şekilde dupduru veya mümkün olduğunca duru kalabilsin. İnsanlar neyin iman, neyin İslam olduğunu öğrenip anlayabilsin.

 

Bu dupduru mesaj her şeyden önce bizzat Efendimiz (sas) tarafından panayırlarda, yollarda, evlerde, dost meclislerinde veya yemek sofralarında bir şeyler vesile edilerek insanlara anlatmak, izah etmek yoluyla ulaştırılıyordu. O insanlar da İslam’ı o en temiz kaynağından öğrenmişlerdi. Fakat daha sonra kelimenin tam anlamıyla “sahabe” olanlar haricinde o muhalefet şerhinin düşülmesi gereken zamanlar geldi. Ömer bin Abdülaziz (rh.a) gibi istisnalar hariç, Hz. Hüseyin’in (ra) yaptığı gibi bir muhalefet şerhi düşülmeseydi, Emevilerin çoğunda bulunan gaflet ve açıkça dalalet olan uygulamalar insanlar tarafından “Din budur.” şeklinde anlaşılabilirdi.

 

Din ile devlet, İslam tarihinde avam halk tarafından çoğunlukla özdeş görülebilmiştir. İslam tarihine baktığımızda bunun pek çok örneğiyle karşılaşırız. İnsanlar bir sultanın öfkesini dinin bir gereği sayabildikleri gibi bir başka sultanın müsrifliğini de İslam’dan sayabilmektedirler. Hatta kişisel öfkeyi ve israfı İslam adına savunma gibi abes durumlara düşülebilmektedir. Örneğin ülkemizdeki Müslümanlar Osmanlıdaki kardeş katlini yıllarca savundular ve hala önemli bir kısmı itibariyle savunmaya da devam ediyorlar. Çünkü savunanlara göre kardeşlerini veya evlatlarını katledenler madem ki Osmanlı padişahları veya halifeleridir, o hâlde bu uygulama İslam’a uygundur! Hatta bunu savunanlar “Evet, kardeş katli kötü bir uygulamaydı ancak Osmanlı buna mecburdu.” şeklinde bir savunma da yapmıyorlar. Daha da kötüsü “Kardeş katli iyi bir uygulamaydı ve yapılması gerekiyordu.” şeklinde savunanlar da var. Kardeş katli uygulamalarına Hz. Hüseyin (ra) gibi bir muhalefet şerhi düşülmeyince o an için hem Müslüman olup hem devlet gücünü ellerinde bulunduranların yaptıkları uygulamalar direkt İslam’dan sayılabilmektedir. Ancak kardeş katlinin uygulandığı dönemlerde ciddi bir muhalefet şerhi düşülebilseydi o şerhi bugün de görüp anlayabilecek ve bu uygulamanın İslam’dan olmadığını daha iyi kavrayabilecektik.

 

Müspet Hareket İlkesi ve Hz. Hüseyin

 

Hz. Hüseyin’in (ra) savaşçı Hz. Hasan’ın (ra) ise barışçıl ve uyumlu şeklinde algılanması ve Kerbela’da yaşananlar “Müspet Hareket” kavramı ile bir arada ele alınınca Hz. Hüseyin’in müspet hareket ilkesine uygun davranmadığı düşünülebilir. Bununla beraber müspet hareket kavramının konjonktürel bir ilke olduğu, zamana ve şartlara göre bu ilkenin bazen uygulanıp bazen uygulanmayabileceği de akıllara gelebilir.

 

Ancak unutulmamalıdır ki; müspet hareket kavramı ve kavramın bileşenleri itibariyle bu ilke aslında esastır ve konjonktürel bir ilke değildir. Diğer yandan, ilkenin kendisinin değil bileşenlerinin kendi içinde şartlara göre değişkenliği (o da arızî olarak) söz konusu olabilir.

Bu çerçevede müspet hareket kavramının iki önemli bileşeni vardır:

 

Birincisi: Şiddeti, çatışmayı bir yöntem veya ilke olarak benimsememektir. Bu bağlamda müspet hareket, şiddete başvurmamak, şiddete götürecek yollara bilerek, isteyerek ve tasarlayarak girmemektir.

 

Çünkü şiddet, savaş, çatışma öncelikle arızî (gelip geçici) durumlardır. İslam’a hizmet konusunda olduğu gibi dünyevi meselelerde de böyledir. Bazen devletler veya bir ülkenin insanları savaşmak, ülkelerini savunmak zorunda kalabilirler. Bu gibi ekstrem durumlar dışında o durumlarda da bu konunun yetkilileri, görevlileri ve onların değerlendirmeleri haricinde şiddet ve çatışma akl-ı selim sahibi insanlarca kabul edilebilir bir yöntem değildir. Bir savaş kararını ancak bir ülkenin yetkilileri verebilir. Bu noktada yeri geldiğinde ölmeyi, öldürmeyi ve öldürülmeyi bilmek; o meseleleri de rasyonel değerlendirmek, olumlu sonuçlar verecek şekilde uygulamak önemlidir. Bunun dışında bir işin içinde şiddet varsa, insanların mallarına ve canlarına bilerek zarar vermek söz konusuysa, bundan olumlu sonuç çıkmayacağı rahatlıkla söylenebilir. 

 

Dolayısıyla baştan tercih edilmiş, tasarlanmış ve bilinçli bir şekilde başvurulan bir yöntem olarak şiddet, bir işin olumlu sonuç vermesinin en önemli engellerindendir. Daha doğrusu yukarıda bahsedilen arızî ve ekstrem durumlar dışında şiddet, meselelerin yüzde doksan dokuzu itibariyle verimli değildir, amaca olumlu bir etkide bulunmaz.

 

İnsanların çoğu olaylar üzerine pek düşünmedikleri için şiddetin tam olarak ne olduğunu ve nelere yol açabileceğini baştan anlamayabilirler. Örneğin bir insan ormanda ateş yakabilir ancak kontrolsüz yakılan ateşin nereye yöneleceği, ne kadar büyüyeceği artık ateşi yakan insanın bilgi ve kontrolünde olmayacaktır. Şiddet de ateş gibidir. Bir anda büyür ve olayların nasıl gelişeceği olayları çıkaranların da kontrolünden çıkabilir. Günlük hayatta da bunun örnekleriyle karşılaşmak mümkündür. Trafikte size ters gelen bir hareket yapan araç şoförüne siz bir tokat atabilirsiniz ancak o şoförün size bıçakla veya ateşli silahla saldırıp saldırmayacağından emin olamazsınız. Bir tartışma esnasında tartıştığınız kişiye kötü sözler söyleyebilirsiniz ancak o kişi de daha kötü sözler söylemeye başlayınca meselenin nerede biteceğine siz karar veremezsiniz.

 

Bu noktada “cihad” kavramının çağrışımlarından olan şiddet veya kıtal gibi olguların müspet hareket kavramıyla ilgisi akla gelebilir. Öncelikle cihat ve kıtal yani şiddet ve çatışma aynı kavramlar değildir. Cihad, kıtali de içine alan daha geniş bir kavramdır. Bu nedenle cihad için arızî tanımını yapmak doğru olmayabilir. Çünkü cihadın aslı ve esası iman ve Kur’an hakikatlerinin madden ve manen neşridir. Bu ise tebliğ demektir ve tebliğ esastır. Tebliğde asıl olan ise baskı, şiddet, zorlama değil; hikmet ve öğüttür.(17) Kur’an hakikatlerinin hâl ve söz ile yansıtılması, aktarılmasıdır. Bu bağlamda İslam’a hizmet noktasında da aslolan barıştır. Kıtal anlamındaki cihad da arızî bir durumdur. Çünkü İslam’ın hakikatleri kılıçla, zorlamayla, baskıyla hâkim kılınacak kadar ucuz hakikatler değildir.

 

Bu durumda siyer ve tarih kaynaklarında cihad veya savaşlarla ilgili bölümleri okuyunca bunların müspet hareket ilkesine aykırı olduğu düşünülmemelidir. Çünkü Hz. Hüseyin’in (ra) mücadelesi de dahil olmak üzere özellikle Efendimiz (sas) ve raşit halifeler dönemindeki savaşlar arızî durumlardır, geçici uygulamalardır. İslam’ın tebliği kılıç veya şiddet üzerine tesis edilmiş değildir.

 

Hz. Hüseyin’in (ra) Kûfe’ye doğru yola çıkması, kendisini uyaranlara rağmen geri dönmeyi reddetmesi, kendisine saldıranlarla çatışması da arızî yani geçici ve istisnai bir durumdur. Bu yönüyle Hz. Hüseyin’in yaptığını müspet hareket ilkesine aykırı olarak göremeyiz. Çünkü Hz. Hüseyin şiddet ve çatışmayı asıl, barış ve manevi cihadı ise ikincil olarak kabul etmiş değildir. O ancak mecbur kaldığı için çatışmış, geri dönmemesi gerektiği için geri dönmemiştir. Zaten Kerbela faciasında saldıran taraf da Hz. Hüseyin ve ashabı olmamıştır.

 

İkincisi: Müspet hareket kavramının bir diğer önemli bileşeni olumlu sonuç vermesidir. Yani bir hareket olumlu sonuç veriyorsa büyük oranda müspet harekettir. Bu da genellikle hareketin sonuçlarına bakılarak değerlendirilebilir.

 

Bu bağlamda müspet hareket kavramını genellikle şiddet içermeyen hareket olarak anlamak tek başına yeterli olmasa da tamamen yanlış değildir. Fakat daha da önemlisi yapılan hareketin hangi sonucu doğuracağına bakmaktır.

 

Örneğin Efendimiz’in (sas) Bedir savaşından önce Kureyş kervanlarına saldırılar düzenlemesi, Mekke’yi veya Taif’i, Huneyn’i kuşatması da müspet bir harekettir. Bu noktada Efendimiz’in (sas) bütün savaşlarının savunma savaşı olmadığını, yerine ve durumuna göre saldırı savaşı da olduğunu unutmamak gerekir. Bu savaşlara da menfi diyemeyiz, çünkü öncelikle Efendimiz’in (sas) yaptığı her şey müspettir. Ayrıca şiddetin her zaman her yerde her durumda problemli, olumsuz, zararlı, kötü bir uygulama olduğu da söylenemez. Böyle bir iddia dünyevi realiteler açısından makul olmayacaktır.

 

Müspet hareketin olumlu sonuçlar veren hareket olduğu tanımına geri dönelim: Bu noktada “olumlu sonuç” kavramı önem kazanmaktadır. Bu da olayları değerlendirmede bakış açısının önemini gösterir. Yani kimilerine göre olumlu olan bir sonuç başkaları için olumsuz görünebilir. Ancak örneğin Mekke’nin kuşatılması bir savunma savaşı olmadığı ve zahiren müspet hareket ilkesine aykırı görünebildiği hâlde aslında tam bir müspet harekettir. Çünkü sonuçları itibariyle son derece olumlu ve hayırlı olmuştur.

 

Hz. Hüseyin’in (ra) uygulamasına bakınca da son derece olumlu sonuçlar doğurduğu görülmektedir. Bazı tarihçiler Hz. Hüseyin’in (ra) ve ashabının şehadetini bir başarısızlık olarak görebilirler. Kendisini uyaranların sözünü dinlememesini de Hz. Hüseyin’in bir hatası olarak düşünebilirler.

 

Fakat başından beri ifade ettiğimiz gibi, Hz. Hüseyin (ra) olayların gidişatını izlemiş, insanların ve devlet adamlarının durumlarını gözlemlemiş, yapılanların İslam’dan olmadığı ve İslam’a izafe edilemeyeceği hakkında herkesin görüp anlayabileceği şekilde bir muhalefet şerhi düşmenin gerekli olduğunu, böylece insanlara hakiki imanın ve İslam’ın ne olduğunu göstermek gerektiğini düşünmüş ve öyle hareket etmiştir. Bu amacına da şehadetiyle ulaşmıştır denilebilir.

 



 

1 ) Buhari, Sulh, 9

2 ) Müsned, V, 221

3 ) İbnü’l Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 3, s. 504

4 ) Aktaran; Ünal Kılıç, Yezid b. Muaviye'nin Şahsiyetinin Oluşumunda Etkili Olan Unsurlar, erişim adresi için tıklayınız.

5 ) İbnü’l Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 3

6 ) Taberi, Tarih, c. 2, s. 277-278
7 ) Taberi, Tarih, c. 6, s. 226.

8 ) Asım Köksal, Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası, s. 120

9 ) İbn Kuteybe, el-İmame, s. 164

10 ) Dineveri, Kitabu’l Ahbar, s. 218
11 ) Müslim, Zühd, 73

12 ) Buruc, 4-10

13 ) TDV, DİA, Ashabu’l-Uhdud maddesi

14 ) Matta, 22
15 ) Mesnevi-i Nuriye, 10. Risale

16 ) Taberi, Tarih, c. 6, s. 234

17 ) Nah, 125