9 dk.
11 Kasım 2023
Hoşgörü mü Taviz mi?-gorsel
Youtube Banner

Hoşgörü mü Taviz mi?

Soru: Dinimizde hoşgörünün yeri nasıl anlaşılmalıdır? Hoşgörülü olmak ve taviz vermek arasındaki sınır nedir? Farklı din, ırk, kültür ve düşüncelerin hâkim olduğu bir toplumda Müslüman bir birey olarak nasıl bir tutum sergilemek dinimizce doğru olandır? Özellikle LGBT konusundan yola çıkarak bu soruyu sormak isterim.

 

Cevap: Hoşgörü ve taviz vermek arasında bir derece sınırı yoktur. Yani aynı düzlemde devam eden bir çizgide belli bir yere kadar hoşgörü, o yerden sonra da taviz verilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü hoşgörü ve taviz verme kavramları farklı kategorilerdedir, aynı kategoride ele alınabilecek kavramlar değildir. 

 

Hoşgörü, insanın başkalarına karşı olan düşünce ve davranışlarıyla ilgili bir kavramdır. Taviz verme ise, insanın kendine ait düşünce ve davranışlarıyla alakalıdır.

 

Bu bağlamda örneğin siz bir Müslüman olarak namaz kılmayan bir başka Müslümana karşı soğukluk hissedebilirsiniz, onunla görüşmeyebilirsiniz, ondan uzak durabilirsiniz, sizin şirketinizde bir çalışan ise onu işten kovabilirsiniz. Yahut da bunların hiçbirini yapmayıp onunla normal beşerî münasebetlerinizi sürdürür, komşunuz ise komşuluğunuza devam eder, çalışanınız ise işten kovmaz ve şart olmasa da arada bir namaz kılmasını teşvik edici söylem ve hareketlerde bulunabilirsiniz. Hoşgörü veya hoşgörüsüzlük namaz kılan bir Müslüman olarak sizin namaz kılmayan bir başka Müslümana muamelenizle ilgilidir. Bu muamelede taviz vermek veya vermemek kavramları değil, hoşgörülü olmak veya olmamak kavramları geçerli ve anlamlı olacaktır.

 

Yine siz namaz kılan bir Müslüman olarak namaz kılmayan bir insanla veya insanlarla arkadaşlık edebilirsiniz. Böyle bir arkadaş ortamından uzak kalmamak, arkadaşlarınız tarafından dışlanmamak, onların ayıplamalarından korunmak için namazı kılmayı terk edebilirsiniz. Yahut her şeye rağmen namaz kılmaya devam etmeyi de tercih edebilirsiniz. Bu durumda da hoşgörü veya hoşgörüsüzlük değil, taviz verme veya vermeme kavramları geçerli ve anlamlı olacaktır.

 

Benzeri durumları tesettür, LGBT veya başka konular için de düşünmek mümkündür.

 

Dolayısıyla hoşgörü ve taviz dinin esası açısından birbirleriyle doğrudan ilgili kavramlar değildir. Yani bir konuda göstermiş olduğunuz hoşgörü o konuda taviz verdiğiniz anlamına gelmez. Bu iki kavram bağlamları, konuları, özneleri veya hedefleri itibariyle birbirlerinden ayrı kavramlardır.

 

Ancak geleneğimize, kültürümüze yerleşmiş din anlayışı, hatta dünya görüşü, sanat ve bilim anlayışı gibi açılardan önemli bir yanlışımız şudur ki; herhangi bir konudaki yanlışlık, hata, günah, eksiklik gibi durumlar karşısında ayıplamak, zor kullanarak düzeltmeye çalışmak, reaksiyoner davranmak gibi tepkiler göstermek bizde adeta alışkanlık ve erdemli olduğu sanılan bir davranış hâlini almış gibidir.

 

Örneğin dini konularda yazan bir gazete yazarı veya bir mütefekkir; üniversite öğrencisi gençler arasında namaz kılmanın pek yaygın olmadığını gözlemleyince “Nasıl yaparım da gençlere namazı sevdirebilirim?” diye düşünmek yerine bu gençleri veya ailelerini suçlayıcı yazılar yazmaya daha eğilimlidir.

 

Yine bazı aydınlarımız veya akademisyenlerimiz “bilim” kavramını sevdirmek veya bilimsel bakış açısını tabana yaymak için insanları teşvik edici projeler hazırlamak ve kitlelere bilimi sevdirmek için çalışmalar yapmak yerine bilimsel anlayış dışındaki bakış açılarını küçümsemek, onlarla alay etmek, insanları orta çağ karanlığına mahkûm olmuş yobaz tipler olarak damgalamak yolunu daha çok tercih ederler.

 

Kültürümüzde genel eğilim böyle olduğu için namaz kılmama, tesettüre riayet etmeme, LGBT gibi konularda da dindar bir insan düşmanca söylemler üretmiyorsa, saldırgan davranmıyorsa, namaz kılmayanları, tesettüre riayet etmeyenleri veya LGBT mensuplarını ötekileştirmeyip düşmanlaştırmıyorsa dinden taviz veren bir dindar gibi algılanabilmektedir.

 

Ancak dinin yaşaması ve insanlara faydalı olması için doğru olan yol ve yöntem bu değildir. Mesele sadece “üstünlük kurmak” değilse, insanlara faydalı olmak, bir arada verimli bir yaşam ortamı kurmak ise asıl olması gereken; insanların öncelikle kendi yaptıklarına odaklanması, başkalarına da kendilerini ve değerlerini sevdirip benimsetmenin meşru ve makul yollarını arayıp bulmasıdır.

 

Zaman ve Şartlar

 

Bazı şartlarda dine ait belli hususları açıkça ifade etmeniz ne size ne de dine bir fayda vermeyebilir. Bazen zamanın genel rüzgarları bazı hususlar açısından müsait olmayabilir. Daha geniş bakınca şartlar açısından on senelik, yirmi senelik periyotlar bazı hususlarda farklı söylemler ve stratejiler geliştirmeyi zorunlu kılabilir. Farklı nesiller için farklı yöntemler uygulanması gerekebilir.

 

Örneğin Türkiye’de ve hatta pek çok Müslüman coğrafyada 1960-70’lerde komünizm dalgasına karşı İslam’ın da sosyal adaletçi olduğu, sınıf çatışmasını kabul etmediği ancak sınıflar arasında en azından fırsat eşitliğini öngördüğü şeklinde söylemlerin daha yoğun kullanıldığını görürsünüz. Bu dönemde zekât ve sadakanın sınıflar arası çatışmaları önleyebileceğine dair bir söylem geliştirmeniz bazı ülkelerde komünizm bazı ülkelerde de kapitalizm propagandası olarak algılanabilecektir.

 

2000’lerde ise özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra İslam’ın terörle ilişkisi olamayacağı, kendilerine Müslüman diyerek terör eylemlerinde bulunanların İslam’ı temsil etmediği şeklindeki anlatıların daha yoğun kullanıldığını, bu söylemlerin bugün de devam ettiğini görürsünüz. Yine halen devam eden bu süreçte “cihat”, “mücahit” gibi kavramları aklınıza estiği gibi kullanmanız bir kesim tarafından sizin terörist olarak damgalanmanıza neden olabilecektir. Bu kavramların şiddetle doğrudan ilgili kavramlar olmadığını anlatmaya çalışmanız halinde ise bir başka kesim sizi İslam düşmanı, işbirlikçi gibi etiketlerle yaftalamaya çalışabilecektir.

 

Demek ki dinin genel kavramları adına bazen hiçbir şey anlatamayacak bir halde bulunmak mümkündür. Bazen söylemlerinizin muhataplarda nasıl bir etki uyandıracağını düşünüp sözlerinizi ona göre ayarlamanız gerekir. Böylesi ayarlamalar ve stratejik yaklaşımlar 1-0 mantığıyla düşünen zihinler için bir “taviz verme” olarak algılanabilir. Ancak bu da onların sorunudur.

 

LGBT bağlamında İslam’ın bu konuya yaklaşımı zaten açıktır. Bu konudaki hükümler bellidir. Ancak bir Müslümanın yaşadığı toplum ve şartlar içerisinde insanın cinsel yönünün ahlaki, toplumsal veya farklı açılardan sınırlanmasının insan için daha iyi, daha faydalı bir uygulama olduğu gerçeğini anlatamayacak bir hâlde bulunması mümkündür. Yahut kadın-erkek ilişkilerinin aşırı derecede çığırından çıktığı, her türlü ilişkinin normal ve sıradan görüldüğü, evliliğin dahi küçümsendiği bir ortamda evlilik dışı ilişkilerin makul ve faydalı olmadığını açıklamakta zorluk çekilebilir. Böylesi ortamlarda “LGBT mensupları lanetlidir!” gibi bir söylemin kimseye faydası olmayabilecektir. Burada, “LGBT caizdir.” gibi İslami hükümleri alt üst edecek sözler söyleme cürmünü işlemeden meselenin farklı yönlerini nazara vermek gerekebilir. Bu da “taviz vermek” değildir. Çünkü taviz vermek az önce de belirtildiği gibi “LGBT caizdir.” şeklinde İslami hükümlerin tamamen zıddı söylemlerde bulunmakla olur.

 

Sonuçta, belli bir zamanda bir şeyi açıklamak ve anlatmak zor olabilirken sonraki zamanlarda tekrar kolaylaşabilir.

 

Bizler İslam’ı kendi bireysel dünyamızda taviz vermeden yaşamaya çalışabiliriz. Ancak başkalarının da böyle yaşamasını sadece talep edebiliriz veya başka insanların bu şekilde yaşamaları için güzellikle, zorlamadan, ters tepki oluşturacak söz ve davranışlara girmeden teşvik edici olabiliriz. Aksi durumlar, söylemler ve davranışlar ne bize ne başkalarına hiçbir fayda sağlamayacaktır.

 

Bu noktada İslam’ı anlatma, yaşatma veya sevdirme kısmı ayrı bir önem kazanmaktadır. Çünkü örneğin çocuğunuz 10 yaşında iken namaz kılmıyorsa onu döverek namaz kılmasını sağlamanız mümkün değildir. O çocuğu küçümsemekle, ona hakaret etmekle, onunla alay etmekle namaz kılmasını, namazı sevmesini ve benimsemesini sağlamanız da mümkün değildir. Hidayet Allah’a aittir ve Allah dilediğine hidayet eder. Ancak namaz kılmayan çocuğu dövmekle, onunla alay etmekle veya ona hakaret etmekle o çocukta sadece bir namaz nefreti oluşturmuş olursunuz. Aynı durum çocuğumuz için olduğu kadar başka insanlar için de geçerlidir.

 

Bir insanın her durumda, her şartta ve her zaman diliminde kendi duygu ve düşüncelerinin, kendi dünya görüşünün tamamını, hiçbir açık nokta bırakmadan net bir şekilde ve sert bir üslupla anlatıp sağa sola sataşmasının kendisine de fikrine de dünya görüşüne de bir faydası yoktur, olmayacaktır. Böyle bir düşünce ve davranış tarzından hayırlı bir sonuç, iyi bir verim de çıkmayacaktır.

 

Hoşgörünün Farklı Bir Yönü

 

Hoşgörü kavramıyla ilgili gözlerden kaçan önemli bir nokta şudur: Bizler hoşgörü kavramını genellikle üstenci bir bakış açısıyla kullanmış olabiliyoruz. Hoşgörüyle baktığımızı söylediğimiz kişi veya toplumlara adeta bir bağışta bulunuyormuşuz gibi bir tavrın içine girebiliyoruz.

 

Çoğunluğunu Müslüman olduğunu beyan edenlerin oluşturduğu bir ülkede “hoşgörü” kavramını bu şekilde kullanmak sorunlu bir durumdur. Ancak daha da sorunlu olan şey, gayrimüslim bir ülkede yaşayan bir Müslümanın, Müslüman olmayanlara karşı hoşgörü gösterilemeyeceğini düşünmesidir. Çünkü çoğunluğunu Müslüman olmayan insanların oluşturduğu bir ülkede hoşgörüye asıl muhtaç olan taraf Müslüman olanlardır. Zira onlar gayrimüslim bir ülkede yaşamaktadır, İslam’ı az veya çok yaşamaya çalışmaktadır ve zaten pratik olarak sosyal hayat o Müslümanlara kapalıdır. Dolayısıyla o Müslümanların bu noktada, Müslüman olmayanların hoşgörüsüne ihtiyacı vardır. Neyse ki özellikle Batı kültürü ve demokrasilerinde en azından kurumsal veya hukuki olarak dini bir baskı yoktur, insanlar farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmesine bir sorun olarak bakmamaktadırlar. Bu durumda gayrimüslim bir ülkede “hoşgörü” kavramı esasen Müslümanların o toplumda anlamlı ilişkiler kurup kendileri gibi düşünüp yaşayanlar ve gelecek nesilleri için bir yaşam alanı oluşturma meselesidir. 

 

Unutulmamalıdır ki dünya klişe tabirle artık global bir köydür. Maddi ve hukuki açıdan gelişmiş gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslüman azınlıklar, mülteciler veya eğitim-çalışma gibi nedenlerle oralarda bulunanlar yaşadıkları ülke insanının ve hukuk sisteminin hoşgörüsüne muhtaçtırlar. Gerçek bu iken o ülkedeki Müslümanların o ülke insanlarına karşı hoşgörülü olmaları demek daha çok kendilerinin o ülkede var olabilmeleri, ayakta kalabilmeleri için gerekli bir olgudur. Aksi hâlde bir Müslümanın örneğin Amerika’da veya Almanya’da iken “Bu şirk düzeni kahrolsun!” gibi anlamsız tavırlara ve söylemlere girmesinin Amerika veya Almanya’ya bir zararı olmayacağı gibi kendisine ve İslam’a da bir faydası olmayacaktır.