13 dk.
01 Temmuz 2024
İbn-i Ravendi, Mucizeler ve Birkaç Ölçü-gorsel
Youtube Banner

İbn-i Ravendi, Mucizeler ve Birkaç Ölçü

Soru: İbn-i Ravendi isimli kelamcının Peygamber Efendimiz (sas) ile ilgili rivayet edilen mucizeler üzerine bir fikrini okudum. Şöyle söylüyor: “Yahudi ve Hristiyanlar İsa çarmıha gerildi diyor. Ancak Kur'an onlarla çelişiyor. Bu kadar çok insanın beyanına güvenilmediği bir ortamda bir avuç insanın tanık olduğu Hz. Peygamber'in (sas) mucizelerine niçin güvenilsin?” Bu bakış açısı doğru bir bakış açısı mıdır yoksa hatalı bir bakış açısı mıdır? Size danışmak isterim. 

 

Cevap: Öncelikle İbn-i Ravendi’nin konuyla ilgili görüşü dolaylı yollardan (çünkü bu kişinin kendisine ait eserleri bir bütün halinde günümüze ulaşmamıştır ve biz kendisinin görüşlerini ikinci, üçüncü şahıslar aracılığıyla öğrenebilmekteyiz) aktarıldığı kadarıyla şu şekildedir:

 

Olağanüstü olaylar çok çeşitli olup, bunların arasında mahiyetinin bilinmesi zor olan, anlamak için oldukça dikkat edilmesi gerekenler vardır. Nihayetinde bunlar, hakkındaki haberler de sayıca az bir topluluktan geliyorsa, yalan olma ihtimalini taşımaktadır. Nitekim Peygamber, Hz. İsa’nın öldürüldüğü ve asıldığı hususunda ittifak eden iki büyük din mensuplarını (Yahudiler ve Hristiyanlar) reddetmiş ve yalanlamıştır. Sayıca çok olan bu insanları reddetmesinde ve onları yalan ve iftiraya nispet etmesinde haklı ise, kendisinden bu haberleri rivayet eden sayıca az topluluğun verdiği haberlerin reddedilmesi ve geçersiz kılınması daha mümkün ve evlâdır.”1

 

İbn-i Ravendi’nin burada “Peygamber, Hz. İsa’nın öldürüldüğü ve asıldığı hususunda ittifak eden iki büyük din mensuplarını (Yahudiler ve Hristiyanlar) reddetmiş ve yalanlamıştır.” demesi ise şu ayete bir atıftır: “Bir de inkârlarından ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından ve “Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesin olarak öldürmediler.”2

 

Öncelikle buradaki çelişkiyi görmek önemlidir. O çelişki şudur: Ayette “Onlar onu öldürmediler ve asmadılar fakat onlara öyle gibi gösterildi.” buyrulmuştur. Bu durumda onlara öyle gibi gösterildi ise o topluluğun “İsa (as) öldürüldü ve asıldı.” demeleri kendileri açısından bir yalan değildir. Çünkü onlar öyle görmüştür ve doğal olarak öyle bilmişler, sonraki nesillere bu şekilde aktarmışlardır. Kur’an gelene kadar onlara öyle gösterildiğini ancak meselenin aslının böyle olmadığını bildiren kimse de elimizdeki verilere göre olmamıştır. Kur’an bize meselenin aslını bildirmiş, “Olayın hakikati sizin bildiğiniz gibi değil. Siz İsa’nın (as) asıldığını ve öldürüldüğünü zannediyordunuz. Çünkü size öyle gösterilmişti. Ancak içinizden birisi İsa’ya (as) benzetildi ve siz asılıp öldürüleni İsa (as) zannettiniz.” demiştir.

 

İbn-i Ravendi meselenin bu yönünü atlamıştır. Yani ayetin “Fakat onlara öyle gibi gösterildi.” kısmını göz ardı etmiştir. Bunun sonucunda “Bir olay hakkında farklı grupların bildirdiği farklı bilgilerden hangisine inanacağız?” sorusu boşa düşmüş olmaktadır.

 

Diğer yandan İbn-i Ravendi; “Sayıca çok olan bu insanları reddetmesinde ve onları yalan ve iftiraya nispet etmesinde haklı ise, kendisinden bu haberleri rivayet eden sayıca az topluluğun verdiği haberlerin reddedilmesi ve geçersiz kılınması daha mümkün ve evlâdır.” demekle rivayete dayalı bilgilerde rivayet edenlerin sayısal çokluğunu rivayetin doğruluğunun esas kriteri olarak ele almış olmaktadır. Bu durumda “Bir haberi rivayet edenlerin sayısı ne kadar çoksa haberin doğruluk değeri o kadar fazladır.” şeklinde bir çıkarım oluşmaktadır. Ancak bu çıkarım yanlıştır. Çünkü tarih boyunca yanlış bir bilgiyi doğru olduğu inancıyla aktaran sayıca çok fazla insan olmuş ancak o bilginin yanlış olduğunu savunan az sayıda insanın bilgisinin doğru olduğu pek çok durum vardır. Peygamberler tarihi bunun en bariz örneklerindendir. Neredeyse bütün peygamberler kendilerinden önceki peygamberlerin hak mesajlarını bozan sayıca çok fazla insana karşı tebliğde bulunmuş, kendilerine inananlar da yine sayıca az miktarda olmuştur. Dolayısıyla bir bilginin doğruluğu o bilginin doğruluğuna inananların sayısıyla doğru orantılı değildir.

 

Bir başka çelişki de şudur: İbn Ravendi’nin “Sayıca az topluluğun verdiği haberlerin reddedilmesi ve geçersiz kılınması daha mümkün ve evladır.” önermesinde klasik mantık kaideleri açısından zatî imkân ile zihnî imkânın birbirine karıştırıldığı görülmektedir. Zatî imkân, bir şeyin kendi zatında alabileceği bütün mümkün olan durumlardır. Zihnî imkân ise herhangi bir şeyin kendi zatında değil ancak insan zihninde alabileceği bütün ihtimaller veya imkânlardır. Bu tanımlar birbirini mutlaka gerekli kılmaz. Yani bir şeyin kendi zatında mümkün olması zihnen de mümkün olmasını gerektirmez. Aynı şekilde zihnen veya aklen mümkün olan bir şey de kendi zatında mümkün ve muhtemel olmak zorunda değildir.

 

Bu kaideleri konumuza uyarladığımız zaman şu sonuca ulaşırız: Sayıca çok bir topluluğun verdiği haberlerin doğru olması sayıca az bir topluluğun verdiği haberlerin ise yanlış olması zihinsel olarak mümkündür. Çünkü insan zihni bir bilginin doğruluğunu kendi kurallarına göre sorgulamaktan ziyade o bilginin yaygınlığına bakarak kabul etmeye daha meyillidir. Ancak bir bilginin gerçekten doğru olup olmaması o bilginin doğruluğunu kabul edenlerin veya etmeyenlerin sayısal miktarından bağımsızdır.

 

Diğer yandan zatî bir imkân veya ihtimal somut bir emareden kaynaklanmadıkça zihinsel bir imkân haline gelmez. Örneğin Van Gölü'nün bir gecede kurumuş olması zatî olarak mümkündür. Ancak bu mümkün durum somut bir emareden kaynaklanmıyorsa Van Gölünün bir gecede kurumuş olabileceğine ihtimal vermek akıl dışıdır. Benzer şekilde, sayıca az bir topluluğun verdiği haberin yanlış olmasına zihnen ihtimal vermek için o topluluğun verdiği haberin yanlış olduğuna dair somut veriler bulunmalıdır. Aksi hâlde “Mümkündür, o hâlde sayıca az olanların kabul ettiği bilgiler yanlış olmalıdır.” demek zorunda kalınır. Bu da bizi “Milyonlarca inek yanılıyor olamaz, o halde insanlar samanla beslenmelidir.” gibi abes sonuçlara götürür.

 

Sonuç olarak “Sayıca az topluluğun verdiği haberlerin reddedilmesi ve geçersiz kılınması daha mümkün ve evladır.” önermesi sırf aklen mümkün bir durumu gerçekten var olmuş gibi düşünmek ve öyle varsaymaktır. Bu da mantık açısından yanlış bir çıkarımdır.

Nübüvvet, Mucizeler ve Bazı Fikirler

 

İbn-i Ravendi’nin Kitabü’z-Zümürrüd isimli bir eseri vardır. Bu eser diyalog tarzında kaleme alınmıştır. Diyalogun bir tarafında nübüvveti ve mucizeleri inkâr eden bir kişi, diğer tarafında ise bu inkarcının görüşlerine cevap veren bir başka kişi vardır. Kitapta nübüvvet ve mucizeler hakkında dile getirilen bazı düşüncelerin bugün de farklı formatlarda devam ediyor olması nedeniyle bu görüşlere kısaca göz atmak faydalı olacaktır. Böylece gerek İbn-i Ravendi’nin gerekse nübüvveti ve mucizeleri reddedip inkar eden düşünce yapısının daha iyi tanınması mümkün olacaktır.

 

Adı geçen kitapta nübüvvet hakkında öne sürülen düşüncelerden biri şudur: “Akıl, Allah’ın insanlara verdiği en büyük nimettir. İnsan akıl sayesinde Allah’ı, O’nun verdiği nimetleri, emir ve nehiyleri (iyiyi ve kötüyü) bilir. Eğer peygamber akıldaki bu bilgileri tekit eden hükümlerle gelmişse bu durumda peygamberin davetine icabet etmek gerekmez, zira akılda var olan bilgiler insanı bundan müstağni kılar. Bunun aksine, eğer peygamberin getirdiği hükümler, aklın verdiği bilgilere aykırıysa yine onun nübüvvetini ikrar etmek gerekmez, zira akla aykırı hükümler getirmiştir.”(3)

 

Bu düşüncelerde dikkat edilirse “akıl” kavramının her insanda sabit, ortak bir özellik olduğu varsayımı mevcuttur. Bu düşüncenin gizli öncülüne yahut örtülü ön kabulüne göre, akıl herkeste aynı oranda ve aynı şekilde vardır. O hâlde herkes iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı aynı şekilde bilir, kabul eder ve uygular... Ancak bu varsayımın gerçek ve doğru olmadığı açıktır. 

 

Diğer yandan peygamberlerin gönderiliş amacı insan aklının kendi çabasıyla ulaşabileceği iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarını tanımlamaktan çok daha ötedir. Peygamberler Allah Teala’nın mesajını iletmek için seçilmiş özel kullardır ve misyonları her insanda var olan biyolojik kapasitenin sınırlarıyla ölçülemez. Dolayısıyla bu iddianın dini boyutuna girmezden evvel sadece mantık açısından bile yanlış olduğu barizdir.

 

Yine İbn-i Ravendi kitabında şu görüşe yer verir: “Bedir Savaşı’nda Allah’ın Peygamber’e yardım etmek için gönderdiğini iddia ettiğiniz melekler, sayılarının çok olmasına ve Müslümanlarla birleşmelerine rağmen yetmişten fazla adam öldüremediler. Üstelik yardım için geldiğini iddia ettiğiniz bu melekler Peygamber’in ölüm korkusuyla köşe bucak kaçtığı Uhud gününde neredeydiler? Ne oldu da yardıma gelmediler?”

 

Bu düşünce de “mucize” yahut “melek”, “İlahi yardım” gibi metafizik kavramları fizik dünyanın şartlarıyla açıklama eğilimindedir. Bedir savaşında meleklerin yardımının askerî bir yardım olduğunu kim söylemiştir? Bu yardımın askerî bir yönü olsa dahi yardıma gelen meleklerin insan öldürmekle görevli olduklarını düşündürten şey nedir? 

 

Diğer yandan Bedir savaşında meleklerin yardıma gönderilmeleri hangi sebeple Uhud’da da aynı şekilde yardıma gönderileceklerini zorunlu kılmaktadır? Her olay, her savaş, her musibet, her nimet, her an farklı bir imtihandır. İmtihanın farklı olması koşulların farklılığının da hem sebebi hem sonucudur. Demek ki Bedir savaşı ayrı bir imtihan olduğu gibi Uhud savaşı da ayrı bir imtihandır. Bir imtihanda geçerli olan koşulların her imtihanda aynı şekilde geçerli olacağının hiçbir garantisi yoktur.

 

Kısacası İbn-i Ravendi veya benzer şekilde düşünenler bu düşüncelerinde ciddi mantık hataları içindedirler.

 

Mucize Algıları

 

Mucize kavramının İslami ilimler literatüründe tarihsel süreçte farklı şekillerde algılandığı görülür.

 

Öncelikle bilinmelidir ki, bugün bizim kullandığımız anlamıyla “mucize” kavramı Hicrî 4. yüzyıllarda kullanılmaya başlanmıştır. Kur’an’da ise peygamberlerin elinde ortaya çıkan olağanüstü olaylar, örneğin Hz. Musa’nın (as) asası ve beyaz/parlayan eli(4), Hz. Salih’in (as) devesi,(5) Hz. İsa’nın (as) çamurdan kuş yapıp ona üflemesi sonucu gerçek bir kuş olması, anadan doğma körü iyileştirmesi, ölüyü diriltmesi, insanların evlerinde yediklerini ve sakladıklarını onlara bildirmesi, alaca hastalığını iyileştirmesi(6) gibi hadiseler mucize değil “ayet” kelimesiyle ifade edilir. Mucize kavramı yerine “beyyine”, “burhan”, “sultan”, “hak”, “furkan” kelimeleri de kullanılmıştır.

 

Kelamcılar mucizeleri üçe ayırmışlardır. Bunlar; hissî (duyusal) veya kevnî mucizeler, haberî mucizeler ve aklî mucizelerdir.

 

Hissî mucizeler, insanların duyularına hitap eder. Gözle görünür, kulakla duyulur olaylardır. Hz. Musa’nın (as) asasının yılana dönüşmesi, önünde denizin yarılması, Hz. İsa’nın (as) eliyle ölülerin diriltilmesi bu türdendir. Bu mucizeler kainattaki determinist yasalara aykırı, doğa kanunlarını aşan olaylardır.

 

Haberî mucizeler ise adı üstünde gelecekte meydana gelecek olayları önceden haber vermek şeklindeki mucizelerdir. Peygamberler Allah’tan aldıkları vahye dayanarak gelecekte bazı olayların gerçekleşeceğini söylemiş ve bu olaylar aynen gerçekleşmiştir.

 

Aklî mucizeler ise bilgi mucizesi veya manevi mucize olarak da bilinir. Bunlar insanların akıllarına ve mantıklarına hitap eder, onları delillerle baş başa bırakır ve zihinleri sağlıklı işleyen, akıllarına nefis ve hevanın virüsü bulaşmamış insanları gerçeği kabullenmeye adeta mecbur bırakır. Bu mucizeler düşünmekle anlaşılabilecek hususlardır. Varlığın bir anlamı olduğu, doğa olaylarının başıboş hadiseler olmadığı, peygamberlerin güvenilir, dürüst, ahlaklı, merhametli, görevleri karşılığında maddi çıkar beklemeyen insanlar olmaları gibi argümanların tümü aklî mucizeler kapsamına girer.

 

İslam alimleri Efendimiz’e (sas) verilen en büyük mucizenin Kur’an olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Kur’an yanında Efendimiz’e bazı hissî mucizeler de verilmiştir. Ancak bazı alimler Efendimiz’e (sas) hissî mucize verilmediğini yahut hissî mucizelerin hiçbirisinin tevatür ile nakledilmediğini söylerler. Bazı alimler ise mucizelerin ahad haber olarak nakledildiğini ancak mucize rivayetleri teknik açıdan haber-i vahid olsa da çoğunun manevi tevatür hükmünde olduğunu söylemişlerdir.

 

Bu tartışmalar bir yana meselenin bizi şimdilik ilgilendiren kısmı için şunları söyleyebiliriz:

 

Başta Buhari ve Müslim’de daha sahih senetlerle gelen, çok güvenilir, adeta sahabeden duymuşuz gibi güvenebileceğimiz ölçüde güçlü bir şekilde rivayet edilen mucizeler vardır. Bununla birlikte İslami ilimler literatüründe birinci dereceden kaynak kabul edilmeyen, ikinci veya üçüncü derecede yer alan bazı kitaplarda hem zayıf hem de uydurma mucize rivayetlerine de yer verilmiştir.

 

Bu bağlamda diyebiliriz ki, Efendimiz’in (sas) en büyük mucizesi Kur’an olmakla birlikte O’nun zatında tezahür eden hissî mucizeler de olmuştur. Fakat kitaplarda karşılaştığımız her mucize rivayetine direkt inanmamız da hem ilmî hem dini açıdan doğru değildir. Dolayısıyla bir insanın karşılaştığı mucize rivayetlerini sorgulamasında, bunların sahih olup olmadığını araştırmasında elbette bir sakınca yoktur.

 

Hatta bir insanın Kur’an’da açıkça belirtilen mucizeleri ve genel olarak mucize kavramını inkar etmemesi şartıyla ahad haberlerle gelmiş bazı mucizelere şüpheyle yaklaşması o insanda itikadi bir sorun olduğunu mutlak manada göstermez. Mucizenin kategorik olarak inkârı elbette itikadi bir sorunun varlığını gösterir, çünkü bu konudaki Kur’an ayetleri açıktır. Ancak bir insan mucize kavramını ve Kur’an’daki açık mucizeleri inkâr etmedikçe örneğin “Taşların konuşması veya bir ağacın Efendimiz’in (sas) yanına gelmesi rivayetlerine şüpheyle yaklaşıyorum.” demesi bir itikat sorunu oluşturmaz. 

 

Elbette bu mucizelerin kesin olarak inkârı da makul ve mantıklı değildir. Çünkü örneğin bir insanın “Efendimiz (sas) ayı ikiye yarmadı.” diyebilmesi için o esnada orada olması gerekecektir. Fakat “Elbette Allah Teala dilediğini dilediği zaman dilediği şekilde yapar ancak bu mucizenin var olduğunu delil olarak kullanmayacağım, var olduğunu tam varsayamıyorum.” demekte itikadi bir sorun yoktur. Bu durum “Kesinlikle oldu.” demekten de “Kesinlikle olmadı.” demekten de farklıdır.

 

Bu tip şüpheli yaklaşımları itikadi sorunlar olarak görmemek gerekir. Çünkü insanların mizaçları farklı olabilir. Bir de her insan farklı hâllerden geçiyor olabilir. Kişinin dünyaya bakışı dış faktörlerden etkilenmiş olabilir. Bunların hepsi mümkündür. Ancak örneğin bir insanın “Ben çok eşliliği kendi hayatımda uygulamak istemiyorum.” demesi başka bir şeydir, “Çok eşlilik kesinlikle yanlış ve çirkin bir şeydir.” demesi başka bir şeydir. Kişi ilkinde hiçbir günaha girmezken ikincisinde binlerce yıllık insanlık tarihini, farklı kültürlerin farklı uygulamalarını, insan topluluklarının ekonomik veya demografik realitelerini, hepsinin yanında Allah Teala’nın hükmünü göz ardı ediyor demektir.

 

Benzer şekilde bir insan mucize kavramını kategorik olarak reddetmemekle beraber ahad haberle rivayet edilmiş bir mucize rivayetini kendince makul görmemiş olabilir. Belki o rivayette bir problem vardır veya o insanın aklî melekeleri o süreçte dış faktörlerden etkilenmiştir. O insanın şüphesine bakıp da onun itikadi bir problem yaşadığına hükmetmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. 

 


 

1 A. Bedevi, Min Tarihi’l İlhad, s. 105-106, Aktaran: Orhan Ş. Koloğlu, Kelam ve Mezhepler Tarihi Literatüründe Berahime, Erişim: https://isamveri.org/pdfdrg/D00193/2004_13_1/2004_13_1_KOLOGLUOS.pdf

2 Nisa, 157
3 A. Bedevî, Min Târîhi’l-İlhâd 80, 100-101.

4 Araf, 106-108

5 Araf, 73

6 Al-i İmran, 48-49