İmam Buhari'nin Bilimsel Metodu Niçin Daha İleriye Taşınamadı? | İslami İlimler Geleneğine Eleştirel Bir Bakış | 6. Kısım
İslami ilimler tarihinde bilginin doğruluğundan emin olma meselesinin ihmal edildiği dönemler olmuştur. Daha doğrusu “Doğru nedir, bilgi nedir, doğru bilgi nedir, bir bilginin doğruluğundan emin olmak ne demektir, bir bilginin doğruluğundan nasıl emin olabiliriz?” soruları sistematik bir şekilde ele alınmamış, bu mesele üzerinde ciddiyetle durulmamış, sonuç olarak da doğru olana gerçekten ulaşma anlayışı çok eksik kalabilmiştir.
Bu sorular felsefi sorular zannedilebilir ve bu yüzden bir işe yaramayacağı düşünülebilir. Ancak aslında bunlar dil ve mantığın temel sorularıdır. Dil ve mantık ise insanın bir şeyi bilmesinin ve doğru bilmesinin olmazsa olmaz araçlarıdır. Mesele hiçbir zaman salt bir felsefe meselesi değildir. Bilimsel ve felsefi anlamda olduğu kadar siyasi, kültürel ve ekonomik çıktıları da olan bir meseledir.
Örneğin Batı’da “Kopernik Devrimi” olarak bilinen bir dönüşüm yaşanmıştır. 1473-1543 yılları arasında yaşamış bu Hristiyan din bilgini ve fizikçinin yaptığı şey hakkında hem o dönemin hem de günümüz alimlerin çoğunun pek bir fikri yoktur. Ancak mesele gerçekten önemlidir.
Kopernik’in yaşadığı dönem orta çağdır ve bu dönemde Batlamyus’un dünya merkezli evren modeli kabul görmektedir. Yüzyıllardır kabul gören ve yerleşik bir hâl almış bu modele göre güneş sistemindeki yedi gezegen (Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn) düzgün ve dairesel olarak dünyanın etrafında hareket ederler. Ancak bu model sorunlu bir modeldir ve pek çok matematiksel hesaplamada işleri zorlaştırmaktadır. Nitekim İslam dünyasından da bu modele farklı eleştiriler yöneltilmiş, bazı Müslüman kozmologlar bu modeli düzenlemeye çalışmış ancak başarılı olamamışlardır. Batı’da da bu modele karşı çıkan hatta güneş merkezli bir evren modelini savunan bazı isimler olmuştur ancak bu isimler ya susturulmuş ya da kanıtları yetersiz kalmıştır. Sonuçta Batlamyus’un dünya merkezli evren modeli yüzyıllarca egemen olmayı sürdürmüştür. Bunun da en önemli nedeni insanın yüce bir varlık olarak düşünülmesi ve insanın yaşadığı gezegen olan dünyanın da evrenin merkezinde olması gerektiği şeklindeki yanlış düşüncedir.
Nihayet Kopernik, astronomi çalışmalarında yaptığı gözlem ve araştırmalarında güneş merkezli teori üzerinde çalışmış, bu teoride matematiksel hesaplamaların diğer modele göre daha basit ve tutarlı olduğunu ortaya koymuştur. Nihayet çalışmalarını “Gök Kürelerinin Devinimleri Üzerine” adlı bir kitapta toplamış ancak yaşarken eleştirilerden çekindiği için bu eserini yayımlamamıştır. Fakat ulaştığı sonuçların Batlamyus modelini yanlışladığı bilinmektedir. Öldükten sonra eseri yayımlanmış ve takip eden 150 yıl gibi bir süre içinde Batlamyus modeli yavaş yavaş terk edilmiş, dünya merkezli evren modelinin yerini güneş merkezli evren modeli almıştır. Aslında Kopernik’in amacı eski kozmolojiyi yıkmak veya kilisenin otoritesini sarsmak da değildir. O sadece Batlamyus modelindeki hataları ayıklamak istemiştir. Hatta Kopernik’i yeni gök bilimcilerin ilki değil eski kozmografya bilginlerinin sonuncusu sayanlar da çoktur. Dahası, Kopernik’in istemeden de olsa başlattığı dönüşümü asıl sağlayanlar Galileo ve Kepler olmuştur. Ancak Kopernik ister istemez ciddi bir dönüşümün başlangıç noktasında yer almıştır. İlerleyen süreçte de hem bilim hem felsefe alanlarında ciddi dönüşümler yaşanmış, bu dönüşümlerin de siyasi, kültürel, dini ve ekonomik sonuçları olmuştur.
Diğer yandan bilimsel devrimin veya felsefe tarihindeki kırılma noktalarından birinin de Descartes olduğu kabul edilir. Descartes’i Descartes yapan asıl motivasyon da bildiğini düşündüğü şeylerin gerçekten doğru olduğundan nasıl emin olunabileceğine kafa yormasıdır.
Benzer şekilde bilim felsefesinin kurucularından kabul edilen David Hume da neredeyse bütün çalışmalarını dış dünya, insan algısı ve bilgi konuları üzerine yapmıştır.
İslami ilimler geleneğinde de istidlal, istintac ve kıyas gibi terimler özellikle fıkıh alanında çokça kullanılmış hatta fıkıh ve mantık ilmi arasında önemli irtibatlar kurulmuştur. Ancak İbn Sina’ya gelene kadar doğru düşünmenin kuralları demek olan mantık ilmini müstakil bir şekilde ele alan kimse olmamıştır. İbn Sina’dan sonra da İmam Gazali gibi özgün ve istisnai alimlerin bireysel çabaları dışında bu meselenin gerektiği şekilde ele alınıp İslami ilimlere layıkıyla uyarlandığını söylemek zordur. Dolayısıyla doğru düşüncenin ne olduğu, bir hükmün doğruluğundan emin olmanın neye göre belirleneceği gibi konular genellikle muallakta kalmıştır.
Diğer yandan aslında her kurucu alim, yani sistem sahibi fıkıhçılar veya hadisçiler kendilerince bir yöntem geliştirmişlerdir. Bir yöntem geliştirmek de aslında bu soruları az çok sormak demektir. Ancak mesele esas olarak bu sorulara verilecek cevaplarda ortak bir zemin bulmanın pek düşünülmemiş olmasıdır.
İslami ilimlerin belki de en büyük dramı budur. Bilginin veya bir konuda varılan sonucun doğruluğundan nasıl emin olunabileceği meselesi İslami ilimler tarihinde en temel mesele olması gerekirken en çok ihmal edilen konu olmuştur. İslami ilimlerdeki dağınıklığın en büyük nedeni de bu ihmalkarlık olsa gerektir. Bu ihmalkarlık sonucu da içinde tutarlılık endişesi bulunmayan birbirinden farklı pek çok fetva verilebilmiştir. Yanlış anlaşılmasın, tutarlılık gayesi olsa da farklı fetvalar verilebilir ancak fıkhi hükümlerdeki dağınıklık farklılıktan öte bir şeydir. Asıl kastettiğimiz farklı hükümlerin varlığı değil farklı hükümler verilirken başvurulan temel bir ölçüt, üzerinde uzlaşılmış mantıkî bir kriter bulunmamasıdır.
Bilimsellik ve Buhari
Tutarlılık, doğru düşünmenin ve ulaşılan sonuçların doğruluğundan emin olmanın yöntemleri gibi meseleler dert edilmeyince İmam Buhari gibi bir dehanın yaptığı işin sonradan geliştirilmemesi, geliştirilmesinin düşünülmemesi de aslında doğal bir sonuç olmuştur. Çünkü insanların veya alimlerimizin bir yöntemi ele alıp onu geliştirmek ve daha doğru bir hâle getirmek gibi bir dertleri pek olmamıştır. Bu da İslami ilimlerin bilimsel bir temele oturtulamaması ile sonuçlanmıştır.
Bu arada “bilimsel” kavramının insanların zihinlerinde oluşturduğu çağrışımlar genellikle yanlıştır. Başından beri vurguladığımız şey şudur; bilimsellik veya ilmî olmak esas olarak doğrunun ne olduğu ve neyin doğru sayılabileceğiyle ilgilidir. Bir şeyin doğru olduğuna nasıl emin olunabileceği sorusu bir faaliyeti ilmî veya bilimsel yapan temel koşuldur. Burada mesele yüzde yüz emin olmak, mutlak ve kesin doğruya ulaşmak da değildir. Aslolan doğruluk payının her zaman yanlışlık payından daha fazla olmasıdır.
Bu noktada şöyle bir soru soralım: Örneğin ne yapılabilirdi veya ne yapılmalıydı ki İmam Buhari’nin yaptığı şeyin üzerine pozitif bir katkı olmuş olsun ve Buhari’nin yöntemi geliştirilmiş olsun?
Basit bir örnek verelim: “İnsan bilmediğinin düşmanıdır.” diye bir söz vardır. Biraz sert ve acımasız bir hüküm gibi görünebilir ancak insan bilmediği, tanımadığı bir şeyi bilip tanıdığı şeyler kadar benimsemez.
Bu bağlamda hadis alimlerinin kendi hocalarına daha fazla güvenme temayülü her zaman var olmuştur. Bu durum beşerî olarak doğal bir temayül sayılabilir. Ancak bilimsel manada kendi hocalarından aldığı hadisleri diğer alimlerden aldığı hadislere tercih eden alimlerin bu hadisleri mutlaka ayıklanmalıdır. İllaki bu hadisler reddedilmelidir anlamında söylemiyoruz ancak bu hadisler daha farklı doğruluk kriterlerine tabi tutulmalıdır. Çünkü burada beşerî bir temayülün bilimsel bir hakikatmiş gibi kabul edilmesi durumu vardır. Bu ise ilmî olarak kabul edilebilir bir durum değildir.
Diğer yandan titizlik veya duyarlılık gibi kavramlar bilimsel yöntemi oluşturacak kavramlarla karıştırılmamalı, bunlar kesinlikle ayrıştırılmalıdır. Örneğin meşhur bir anlatıdır: Bir hadis alimi hadis almak için bir ravinin memleketine gider. Günlerce yol gittikten sonra o ravinin hayvanını boş yem torbasıyla kandırdığını görür. “Hayvanını aldatan bizi de aldatabilir.” diyerek o raviden hadis almaz, geri döner. Yahut bir başka hadis alimi sırf kıble tarafına tükürdü diye bir başka raviden alabileceği hadisi almaz.
Bu gibi durumlar bir hassasiyet veya titizlik olarak görülebilir ancak bunların ilmî bir yöntem olarak kabul edilmesi doğru değildir. Çünkü hayvanını aldatanın insanı aldatabileceği kesin olmadığı gibi kıble istikametine tükürmenin bilimsel doğrulukla, ilmî tutarlılıkla da bir ilgisi yoktur. Hatta bazı hadis alimleri kendisinden hadis alınacak kişilerin Efendimiz’e (sas) yalan bir söz isnat etmeleri dışında ufak tefek yalanlarının dahi görmezden gelinebileceğini söylemişlerdir. Diğer yandan zaten hadis alimlerinin yöntemleri ve faaliyetleri birer menkıbe hâline getirildiğinde orada ilmî bir faaliyetten de söz edilemez. Meseleyi menkıbelere indirgemek ilmi bırakmak demektir.
Bir diğer mesele de ön kabuller ile ilgilidir. Bu konuda genel kaide “Genele dair bir hükmün fertlere tatbik edilemeyeceği” kaidesidir. Örneğin “Erkekler ortalama olarak kadınlardan daha uzundur.” demek genele dair bir hükümdür. Bu hükmün karşısına “Ama benim annem babamdan daha uzun boylu.” diyerek karşı çıkılmaz. Çünkü o genel hükümde anlatılmak istenen şey tek tek, birey olarak bütün erkeklerin bütün kadınlardan daha uzun boylu olmaları değildir.
Benzer şekilde “Sahabe umumen adildir.” demek sahabenin bütünüyle yalancı bir topluluk olmadığını ifade eder. Bu da hiçbir sahabinin hayatının hiçbir anında hiçbir şekilde küçük veya büyük, beyaz veya pembe hiçbir yalana tevessül etmediği anlamına gelmez. Ancak aynı şekilde sahabenin güvenilmez bir topluluk olduğu anlamına da gelmez. Bu nedenle “Biz Peygamberimizi hiç görmedik. Bazı insanlar Peygamberimizi görmüş ve Ondan bazı sözler duymuş, sonra kendilerinden sonrakilere aktarmış, onlar da sonrakilere aktarmış. Sonra bir dönem bu sözler yazıya dökülmüş ve kitaplaştırılmış. Ama bunların hiçbirinden emin olamayız. Çünkü sahabe hem yanlış hem eksik anlayabilir hem yalan da söyleyebilir.” denilemez. Böyle diyen bir insan dine dair hiçbir şey bilmediği gibi standart insan aklı ve doğası ile ilgili de hiçbir şey bilmiyor sadece kuruntudan ibaret varsayımlarla hareket ediyor demektir.
Varsayımlarla ilim olmaz. Ancak varsayımların karşısına farklı varsayımlarla da çıkılmaz. Örneğin “Sahabe yalan söyleyebilir o zaman hadislere güvenemeyiz.” diyen birisinin karşısına “Sahabe asla yalan söylemez, onlar çok yüce insanlardır.” diye de çıkılmaz. Çünkü “Sahabe umumen adildir.” demek sahabe topluluğunu oluşturan on binlerce insanın tek tek Hz. Ebu Bekir (ra) seviyesinde sadık ve hatta sıddık insanlar olması demek değildir. Bir topluluk için verilen “genel” hükümler o topluluğun ortalamasına göre verilir ve ortalama özellikler artık bireysel özelliklerden çıkarılsa da bireysel özellikleri aşan bir boyuta ulaşmış olur. Bu nedenle sahabe topluluğu için genel olarak ya “adil” veya “yalancı” hükmü verilmesi gerekir. Sahabe için -haşa- “yalancı” demek hem ilmen hem mantıken hem ahlaken mümkün olmadığına göre geriye “adil” seçeneği kalır. O halde hadislerin aktarımı konusunda sahabenin yalan söyleyebileceği gibi bir konuda “Olabilir, edebilir.” gibi kuruntularla varsayımsal düşünmek ilim adına hiçbir şey ifade etmez.
Benzeri durumları ve mantık kaidelerini İslami ilimler tarihinin her dönemine ve portresine uyarlamak mümkündür. Aslolan bir şeyin doğruluğundan nasıl emin olunabileceği sorusuna doğru ve tutarlı cevaplar verebilmektir. Bu sağlandıktan sonra bireysel olarak da toplumsal olarak da ilmî kapasitenin genişlemesi ve ilimden beklenen asıl faydanın elde edilmesi artık kaçınılmaz olacaktır.
Allah Teala’dan ilmimizi artırmasını, bizleri hakkı hak batılı batıl bilecek bir idrake ulaştırmasını diler ve dileniriz.