12 dk.
03 Mayıs 2025
İslam ve Cariyelik | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

İslam ve Cariyelik | Tek Parça

Soru: Kur’ân’ın evrensel mesajı zaman ve mekân sınırlarını aşar. Bu bağlamda cariyelik kurumu nasıl anlaşılmalıdır? Özellikle cariyelerle rızası olmadan cinsel ilişkiye girilmesi meselesi, ateist çevrelerin sıkça gündeme getirdiği bir eleştiri konusu olarak karşımıza çıkıyor. Bu eleştirilere nasıl yanıt verilebilir?

 

Cevap: Konunun daha iyi anlaşılabilmesi adına meseleyi maddeler hâlinde ele almaya çalışacağız.
 

1. Kültürel Zemin ve Algı Kayması

Toplumların zaman, coğrafya ve kültür farklılıkları aynı olguların bambaşka şekillerde algılanmasına yol açar. 17. yüzyıl halk ozanı Karacaoğlan’ın “Aşına da Karacaoğlan aşına / Yeni girmiş on üç, on dört yaşına” mısraları, kendi devrinde buluğ çağındaki bir genç kızla evliliğin tabii ve meşru kabul edildiğini gösterir. Oysa bugünün değer setiyle aynı dizeler, kolaylıkla “pedofili” ithamına maruz kalabilir.

 

Kısa sayılabilecek bir geçmişte (meselâ yirmi-otuz yıl önce) öğretmenin öğrencisini dövmesi, veliler de dâhil geniş kesimlerce ‘terbiye yöntemi’ olarak görülürdü. Bugün ise öğretmen bırakın fiziksel cezayı, öğrenciye hakaret ima eden bir söz bile söyleyemez.

2. Fetva, Takva ve Hukuk Ayrımı

 

İslâm geleneğinde pek çok eser fetva (normal ahlâk), takvâ (güzel ahlâk) ve hukuk (bireyler arası hak ilişkileri) konularını aynı kitabın içinde inceler. Modern okur bu katmanları ayırt etmeksizin metinlerle yüzleştiğinde, sert hükümler karşısında şaşkınlık veya rahatsızlık duyabilir.

 

Örnek: Bu olguyu somutlaştırmak adına güncel hayattan bir örnek verelim. Bir fabrikada mavi yakalı olarak çalışan genç, işverenin ihmali sonucu hayatını kaybeder. Ailesi yüksek bir tazminat talep eder. Şirketin avukatı mahkemeye, “Merhum ilkokul mezunuydu; vasıfsız işçi statüsündeydi ve emekliliğine kadar asgari ücretle çalışacaktı. İş kanununa göre tazminat asgari ücret üzerinden hesaplanmalıdır.” şeklinde hukuken tutarlı bir savunma yapar. Bu metin basına yansıdığında ise “Bir insanın hayatına nasıl bu yöntemle değer biçersiniz?” tepkileriyle kamu vicdanı (haklı olarak) galeyana gelir. Çünkü kitleler hukuk, normal ahlâk ve güzel ahlâk arasındaki ayrımı yapamaz. Hukukun soğuk dili ile duygusal dil arasındaki gerilim, realiteyle bağın kopmasına sebep olabilir.

 

3. Fıkhî Ayrıntı Örnekleri
 

Komşu Bahçeye Sarkan Dal Meselesi: Klasik fıkıh kitaplarında, "Bir ağacın dalı komşunun bahçesine uzanır; komşu o daldan meyve koparırsa ücret ödemeli midir? Ödenecek ücret neye göre belirlenmelidir? Meyve kendiliğinden düşerse hüküm değişir mi? Meyve çürümeye yüz tuttuysa bedel yine geçerli midir?" benzeri sorular ayrıntılı biçimde tartışılır. Günümüz okuruna lüzumsuz, hatta kimi zaman gayrı ahlaki görünen bu tartışmalar hukukun her ihtimali kayıt altına alma zorunluluğundan doğar. Yaşanmış–yaşanmamış–yaşanma ihtimali olan her vaka hukukun konusudur.

Vejetaryenlik/Veganlık Meseleleri: “İslâm’a göre vejetaryenlik veya veganlık caiz midir?” sorusuna "Caizdir." cevabını verdiğimizde, "Peki kurban ibadeti, Hz. Peygamber’in (sas) et yediği ve sevdiği rivayetleri ne olacak?" itirazları gelir. Oysa "Veganlık caiz değildir." diyebilmek için "Et yemek farzdır." demek gerekir ki dinde böyle bir zorunluluk yoktur.

Kölelikte İş ve İzin İlişkisi: Klasik kaynaklara göre bir kimse kölesini tarlada, ev işlerinde veya abdest alırken su dökmek gibi şahsî hizmetlerde çalıştırabilir. "Köle efendisinden izin almalı mıdır?" diye sormak zaten kölelik kavramını boşa çıkarır. Benzer biçimde iş tanımı içindeki bir konuda şirket müdürünün çalışanına talimat vermesi için ayrıca izin istemesi gerekmez. Patron(müdür)-çalışan ilişkisinin köle–efendi ilişkisinden farkı, işçinin talimatı reddedip işten ayrılma hakkına sahip oluşudur. Yine de amir–memur, köle–efendi gibi hiyerarşik tanımların kendine özgü durumları vardır.

4.Evlilik Akdi ve Hukukun İnce Ayrıntıları
 

Sevgiyle kurulan bir yuva dahi resmî nikâh masasında atılan imzalarla Medeni Kanun’a bağlanır. O imzalar miras hukukundan mal rejimine dek uzanan hükümlere peşinen rıza göstermek demektir. Ne var ki bu hükümler, ölüm yahut boşanma gibi hüzünlü eşiklere temas ettiği için çoğu insanda tedirginlik uyandırır. Bekâr birinin aklından “Eşim öldükten ya da beni terk ettikten sonra malın mülkün ne önemi var?” serzenişi geçebilir. Lâkin bu rahatsızlık ilgili meselelerin hukuki metinlerde yer almamasını gerektirmez.

Kanun koyucular olası senaryoların tamamını tasnif etmekle mükelleftir zira hayat sonsuz varyasyon üretir. Öngörülemeyen bir durum ortaya çıktığında kanun değişir, yeni hükümler eklenir. İş güvenliği mevzuatı için kullanılan “İş hukuku kanla yazılmıştır” sözü, sayısız can kaybının yol açtığı düzenlemeleri hatırlatır. Her acı tecrübe hukuka yeni bir satır ekler.

Muhammed Abduh gibi bazı modern İslâm düşünürleri klasik fıkıh metinlerinde evlilik akdinin şöyle tarif edildiğini aktarırlar: “Evlilik bir erkeğin bir kadının bedenine sahip olmasını sağlayan bir sözleşmedir.”¹ Ardından da bu tanımın kadını değersizleştirdiği, üstelik bu bakışın geniş Müslüman halk kitlelerince de benimsendiği yönünde eleştiriler getirirler.

 

Nitekim geleneksel fıkıh literatüründe “nikâh” şöyle tanımlanır:

“Soy, süt emzirme veya evlilik yoluyla mahremiyet engeli bulunmayan bir kadınla cinsel birleşme yahut benzeri yollardan yararlanmayı mubah kılan; erkeğe kadından faydalanma mülkiyeti, kadına da erkeğin menfaatinden yararlanma helâliyetini temin eden İlâhî bir akittir.”²
 

İlk bakışta bu ifade Abduh’un da işaret ettiği gibi, günümüz okuruna yeknesak ve küçültücü görünebilir. Oysa fıkıh bir hukuk disiplinidir; hukukçular meseleyi tanımlarken konunun hukuki mahiyetini ve tarafların hak-sorumluluk dengesini esas alırlar. Tanım, evliliğin hukuk nazarındaki “en kritik unsurları”nı öne çıkarma gayesi güder. Bu metinlerde “kadın” ve “erkek” kavramlarının dahi en ince ayrıntısına kadar tanımlanması bundandır.

 

Hatta o kitaplarda cin soyundan gelen kadınlarla veya efsanevî “su perileriyle” evliliğin hükmü gibi bize bugün tuhaf yahut gerçek ötesi görünebilecek konular bile tartışılmıştır. Zira bunlar dönemin zihniyeti, kültürü ve algı dünyası içinde toplumda karşılığı olan meselelerdir. Toplumda karşılığı olan meselelerin hukuki yönlerinin tartışılması da doğaldır.
 

Dolayısıyla klasik fıkıh terminolojisini kendi tarihsel bağlamı ve metodolojisi içinde değerlendirmek; bazı tanım ve hükümlerin mahiyetini güncel hukuk ve sosyoloji ışığında yeniden yorumlamak gerekir. Bu sayede hem kadın-erkek hukukunun Kur’ân ve Sünnet zeminindeki maksadını doğru kavrar hem de modern eleştirileri daha sağlıklı bir zeminde tartışabiliriz.

5. Cariyeyle İlişkide Rıza Meselesi
 

Rıza kavramı modern dönemde bile tartışmanın odağındadır; psikolojiden sosyolojiye, ceza hukukundan aile hukukuna uzanan geniş bir yelpazede “evet” ile “hayır” arasındaki çizgiyi belirlemek hâlâ zordur. Pek çok ülkenin yasaları evlilik içi dâhil rızasız cinsel fiili tecavüz sayar. Bununla birlikte doktrin yazarları rızanın somut ölçütleri konusunda tam mutabakata ulaşmış değildir.

Tarihî tecrübe de bu belirsizliği doğrular. Popüler kültürde sıkça dillendirilen “Bir kadının ‘hayır’ demesi ‘belki’, ‘belki’ demesi de ‘evet’ anlamına gelir.” sözü algılardaki bulanıklığı hicveder. Geleneksel hukukçular rızayı varsayan bir senaryoyu şöyle anlatır:

 

“Bir kadın evde tek başına olduğunu bildiği bir erkeğin evine giderse, bu ziyaret cinsel münasebete rıza kabul edilir. Sonradan ‘İstemiyorum’ demesi rızasızlık doğurmaz. Çünkü mevzunun mahiyetinin ne olduğu bellidir.”

 

Günümüz değerleriyle haklı biçimde eleştirilen bu görüşe yer verme sebebimiz, bu alanda tarih boyunca yapılan tartışmalara dikkat çekmek içindi.

Hukukçulara göre rızanın apaçık bulunmadığına dair bir örnekle devam edelim. Meselâ bir erkek internette “Bulaşıkları yıkayacak yardımcı arıyorum.” ilanı verdikten sonra iş görüşmesine giden kadına cinsel tacizde bulunursa, ortada ne dolaylı ne açık rıza vardır ve bu fiil suçtur. Burada tarafları tanımlayan zemin, klasik örneğe göre çok daha nettir.

Flört ilişkileri ise meseleleri iyice gri alana taşır. Günümüzde evlilik dışı yakın ilişkilerde “Ben bunu istiyorum.” demek yerine son derece cüretkâr giyinmeyi, alkolle kendini serbest bırakmayı tercih eden kimi kadınların; bu davranışın ne anlama geldiğini fark ettikleri sıkça dile getirilir. Toplumun bazı kesimlerinde hâkim olan kanaat böylesi işaretlerin “örtük rıza” oluşturduğu yönündedir; ne var ki erkeklerin bu durumu suistimal ettiği örnekler de hiç az değildir. Tam da bu suistimal yüzünden, kadının açıkça “Evet!” demediği sürece rızanın oluşmadığı prensibi, çağdaş hukuk sistemlerinde giderek temel ilke hâline gelmiştir: Açık giyim, bilerek sarhoş olma veya benzeri tutumlar tek başına onay sayılmaz.

İşin bir başka boyutu da dindar bireylerin kimi zaman kendi varoluşlarını daraltarak iffetlerini veya bazı özelliklerini korumaya çalışmaları; buna karşılık cinselliği—yemek yemek kadar doğal bir ihtiyacı—gereğinden fazla romantikleştirmeleridir. Realitenin bu denli idealize edilmesi zararlıdır zira bastırılan her şey eninde sonunda başka kapılardan sızar.

6. Kur’an’ın Evrenselliği ve Cariyelik
 

Kur’an’ın “evrensel” niteliği çoğu kez, “Her hükmü 21. yüzyıla uygun olmalı” şeklinde dar bir kalıba indirgenir. Oysa evrensellik mekân ve zaman üstü uygulanabilirlik demektir: MÖ 1000’de de, bugün New York’ta da, yarın Zimbabwe kırsalında da—nüfus, iklim, kültür, teknoloji ne kadar değişirse değişsin—ilke bazında geçerliliğini korumak. Yalnızca çağdaş Türkiye’nin değerlerine hitap eden bir metin evrensel değil, lokal ve hatta despotik olurdu.

 

Bu bakımdan Kur’an’da kölelik ve cariyelik kavramlarının geçtiği gerçeği onun evrenselliğine aykırı değil, bizzat delildir. Çünkü metin tarihin köleliği “norm” kabul ettiği bir döneme hitap ederek, köle–efendi ilişkisini tedrîcen ıslah edecek hükümleri de içermektedir. Nitekim “Onların işleri aralarında şûrâ iledir.”(3) ayeti Hz. Ebûbekir’in hilafeti döneminde de, Kanûnî’nin divânında da, sistemin değiştiği 1920’deki Birinci Meclis kürsüsünde de istişarî bir ilke olarak yankı bulmuştur.


7. Hukuk ile Ahlâk Arasındaki Fark
 

Hukuk yapılabilir–yapılamaz çizgisini, ahlâk ise yapılmalı–yapılmamalı ufkunu çizer. Dostumuza verdiğimiz borcun vadesi dolduğunda hukuken icra takibine gitmek meşru haktır. Fakat “karz-ı hasen” yaklaşımıyla alacağı bağışlamak veya borcu ödemesi için o kişiye ekstradan zaman tanımak da ahlâken mümkündür. Kur’an kölelikle ilgili düzenlemelerinde bu ikili katmanı barındırır: Hukuken “mevcut durumu” regüle ederken, ahlâken hürriyeti hedef gösterir.

8.Tarihî Arka Plan: “Kadının Konumu”
 

Kadının değersiz görüldüğü küresel bir geçmişten bahsedebiliriz. 
 

Antik Yunan–Roma: Antik Yunan ve Roma’da “gynaeceum”lar, “courtisane”lar, “hetaira”lar vardı. Platon “Yalnızca Yunan ebeveynlerden doğmuş kadınlar eşittir.” derdi. Aristo’ya göre kadın yaratılışta yarım kalmış bir erkekti. Çiçeron’a göreyse kadın, erkek tanrılaşmasın diye yaratılmıştı.

Hint medeniyeti: Kadın hiçbir hukuki hakkı olmayan çok kötü bir varlık olarak görülürdü.

İsrailoğulları geleneği: Kadın alınıp satılan, kendisini kadın olarak yaratmadığı için Tanrı’ya şükredilen, regl olduğunda sofraya oturamayan bir varlıktı.
Çin medeniyeti: Kadına isim bile verilmez, kadınlar numaralandırılırdı.

Erken İngiltere: Kadın İncil’e el süremeyen, cennetten kovulmaya sebep bir varlıktı.
 

Böyle bir atmosferde Kur’an’ın, “Ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi) iyi davranın.” (4) ve “Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde etmek için iffetli kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.”(5) buyurması, dönemin insanlık standartlarına göre devrim niteliğindeydi. Bugünden bakıp “Kur'an neden kölelikten doğrudan vazgeçirmedi?” diye sormak, tarihsel bağlamı göz ardı etmektir.

Köleliğin toplumsal norm, savaşların neredeyse kesintisiz olduğu ve erkek nüfusunun sık sık cephelerde tükendiği bir çağda—yani Kur’an’ın indiği zeminde—dul kadınların bir erkeğin koruyucu şemsiyesi altına girmesi, çoğu zaman dönemin gerçeklerine uygun tek güvenli seçenekti. O günün kadınlarına 21. yüzyıldan seslenip “Hayır bunu yapmak zorunda değilsin! Özgüven sahibi ol! Kendi ayaklarının üzerinde durabilirsin! Sen kadınsın yapabilirsin!” demek anakronik bir temenniden öteye geçmez. Nitekim bu sloganlar dünya genelinde ancak milenyumdan sonra anlamlı bir toplumsal karşılık bulabildi.

9. Kölelik Zemininde Cariyelik ve “İstifraş” Meselesi

İslam hukukunda cariyeyle cinsel ilişki “istifraş” kavramıyla tanımlanır; kelime düz anlamıyla kadın köleyi odalık edinmek demektir. Bu bağlamda bir cinsel ilişki sadece nikah ile helal olmaz, bir cariyenin istifraş edilmesiyle de olur.

 

Böyle bir toplumda “Erkekler, cariyeleriyle cinsel ilişki kuramaz.” türü mutlak bir yasak hem uygulanamaz hem de denetlenemez olurdu. İslam bu noktada var olan pratiği sınırlayıp sorumluluk altına almayı seçmiştir. 

İstifraş dışarıdan sanıldığı gibi keyfî bir tasarruf değildir. Tıpkı nikâhın taraflara hem meşru cinsel birliktelik hem de karşılıklı hak‑sorumluluklar yüklemesi gibi, istifraş da efendiye yalnızca belirli şartlar dâhilinde ilişki hakkı tanırken cariye lehine ciddi sorumluluklar doğurur.

i)Hukukî yükümlülük: Cariyeyle ilişkiye giren efendi, çocuk doğarsa soy–nesep, nafaka ve miras dâhil pek çok yükümlülük altına girer.

ii)Dinî sorumluluk: Cariyeyi ev işçisi gibi kullanmakla yetinmek yerine “odalık” statüsüne geçirmek, ibadet ve kefâret boyutları olan bir karar sayılır.

iii)Toplumsal sonuç: İstifraş edilen cariye birçok fıkhî hükümde “hür kadın” statüsüne yaklaşır ve bu, köleliği tedricen tasfiye eden mekanizmalardan biri olarak görülür.
 

Bu hükümler gösterir ki İslam, sınırsız cinsel tasarruf hakkı tanımak yerine, cariyeyi muhafaza eden yeni bir hak–sorumluluk dengesi kurmuştur. (6)

Sonuç olarak, meseleleri yakından incelediğimizde ilk bakışta tuhaf ya da itici görünen tablolarla karşılaşmak mümkündür. Antik toplumlarda bir efendinin köle veya cariyesinden “izin” alması zaten sistemin doğasına tersti. Fakat bu “gerekirse cariyenin ellerini bağlayıp ona tecavüz etme hakkı” olduğu anlamına da gelmez. Rıza kavramının hem somut şartları hem de soyut çağrışımları dönemden döneme, kültürden kültüre değişir.

 

1980’li ve 90’lı yılların kimi çizgi filmlerinde, hayvan postuna bürünmüş “mağara adamı”nın elindeki sopayla bir kadını saçlarından tutup sürüklediği ve kadının da bu sahneden memnun göründüğü kareler yer alırdı. İlk bakışta abartılı hatta gülünç duran bu imge, sosyal antropoloji literatürüne baktığımızda, bazı ilkel topluluk ritüellerinden büsbütün kopuk değildir. Dolayısıyla tarihî metinleri bugünün merceğiyle yargılarken de modern değerlerimizi mutlaklaştırarak geçmişi yeniden kurgularken de yanlış yaptığımızı ifade edebiliriz.  

 

Anakronizmin her türlüsünden Allah’a sığınırız.

 




1-) Muhammed Abduh, el-Vaka’i el-Mısrıyye, 7 Mart, 1881. Aktaran: (Çeviren) Fatma Nur Oruç, Geleneğin Çekici ile Modernitenin Örsü Arasında Kadın Meselesi: Metinlerin Tarihi Üzerine Bir İnceleme/Nasr Hamid Abu-Zeid, KADEM Dergisi, 31.12.2024
2-) Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 9, s. 27
3-) Şura, 38
4-) Nisa, 36
5-) Nur, 33
6-) Konuyla ilgili daha ayrıntılı ve teknik bilgiler için şu yazımıza da göz atabilirsiniz:

https://kurantime.com/islam-da-cariyeler