19 dk.
29 Mart 2023
İslam'da Cariyelik ve Cinsel Ahlak | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

İslam'da Cariyelik ve Cinsel Ahlak | Tek Parça

Soru: İslam’da cinsel ilişkinin eşler ve cariyelerle sınırlandığını biliyoruz. Bunun dışındaki kadın erkek ilişkilerinde bakışlarımızı haramdan sakınmamız, karşı cinsle etkileşimi belli sınırlar dahilinde sürdürmemiz veya en aza indirmemiz isteniyor. Evlilik dışı ilişkiler ve laubali tavırlar da yasaklanıyor. Bu durumda cariyelerle onları alıp satmak yoluyla sınırsız ve taahhütsüz olarak cinsel ilişkiye girmek nasıl ahlaki olarak kabul edilebilir? Bu soru kölelik, insan hakları veya kadın hakları bağlamında bir soru değildir. Onun bağlamı farklı olabilir. Bu soruyu cinsel uygunluk ve ahlaka dair bir soru olarak değerlendirmenizi istiyorum. Evlilik dışı bir ilişkinin hukuka aykırı ve ahlaksız olarak kabul edilmesi ile birden fazla cariyeyle herhangi bir taahhüt olmaksızın cinsel ilişki kurabilmenin yasal ve ahlaki olarak kabul edilmesi bir arada düşünüldüğünde bana tuhaf geliyor. Günümüzde köleliğin olmadığının farkındayım ama bu durumun İslam’da prensip olarak var olabilmesi aklıma yatmıyor. 
 

Cevap: Soru her ne kadar kölelik ve cariyeliğin toplumsal boyutuna ilişkin bir soru değilse de kölelik ve cariyelik kurumlarının İslam’dan ve Müslümanlardan kaynaklanmadığının bilinmesi gereklidir. Kölelik ve cariyelik kurumlarının oluşması İslam’ın alanı dışındaki faktörlere bağlıdır.

 

Kültürel Görecelik ve Beğeniler

 

Herhangi bir tarihte bütün dünya ve bütün insanlar aynı çağı yaşamamaktadırlar. Örneğin bir coğrafyada insanların belli bir aileyi kendilerine kral veya padişah olarak seçmeleri, bir insanı sadece babasının oğlu olduğu için, başka hiçbir marifeti ve liyakati olmadan kral veya padişah olarak görüp ona itaat etmeleri, bütün ülkeyi onun mülkü saymaları mümkündür. Bugün için “Doğu kültürlerinde bu durum normaldir, tebaa kul sayılır.” diyebilirsiniz ancak bu olgu Fransa’da da, İngiltere’de de, Almanya’da da bir zamanlar böyleydi. Batı coğrafyasında bu durum daha erken değişmeye başlamıştır. Günümüzde ise Suudi Arabistan veya bazı Arap emirlikleri halen bu durumdadır. Suriye, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan gibi bazı otoriter ülkelerde de bir lider öldükten sonra her ne kadar görünürde bir seçim olsa da ölen yöneticinin oğlu başa geçmektedir. Üniversiteye giden, bilgisayar ve internet teknolojilerine hâkim, dünyaya açık insanlar bile bir insanı sadece birisinin oğlu olduğu için yönetici olarak kabul edebilmektedirler.

 

Toplumsal değerler ve yargılar bizleri çepeçevre kuşatan, saran olgulardır. Belli durum ve şartlarda bu değerler realize olurlar, gerçekleşirler, ortaya çıkarlar. Fakat biz bunların bizi sardığının farkında olmayabiliriz. Böylece farkında olunmayan ırkçılık, farkında olunmayan kibir, farkında olunmayan bölücülük, farkında olunmayan cehalet gibi pek çok sorunla karşılaşırız. Örneğin Mehmet Akif gibi önemli ve büyük bir şairin “Kimi yamyam, kimi Hindu, kimi bilmem ne bela...” derken örtülü bir ayrımcılık yaptığı açıktır. Mesele Mehmet Akif gibi büyük bir ruha hakaret etmek değildir. Bundan Allah’a sığınırız. Ancak öyle bir ismin bile döneminin kültürel kodlarıyla sarılı olduğu, bu kültürel kodlardan ister istemez etkilendiği de ortadadır.

 

Kültürel kodlar aynı zamanda belli değerler üretir ve belli beğeniler oluşturur. Böylece beğeniler ile kültürel kodlar arasında karşılıklı bir etkileşim oluşur. Ait olunan kültür beğenileri etkilerken beğeniler de ait olunan kültürü etkiler.

 

Örneğin Karacaoğlan; 

“On beş yaşında kırk beş belikli,

Bir kız bana emmi dedi neyleyim.”

dizelerini yazdığı tarihte, yani 17. yüzyılda, o dönemin kültürü 14-15 yaşlarındaki kız çocuklarıyla evlenmeyi gayet meşru, olağan ve sıradan saymaktadır. Bugün ise 15 yaşındaki bir kız çocuğuna bir aşk şiiri yazılması hem kültürel açıdan sapkınlık olarak görülecek, yadırganıp kınanacak hem de hukuki açıdan suç teşkil edecektir.

 

Demek ki insanların beğenileri ve herhangi bir şeyi normal, tuhaf, sıradan, garip, sapkın veya meşru görmeleri içlerinde yaşadıkları kültürden doğrudan doğruya etkilenebilmektedir. Ancak bunun farkında olan insan sayısı çok azdır. Suyun içinde yaşayan balığın sudan haberinin olmaması gibi bir kültür denizi içinde balık gibi yaşayan bir insan da kendi bireysel beğenilerini ve bakış açılarını kültürün belirlediğini pek anlayamayacaktır.

 

Bu gerçekliği ancak başka yansımalarla görebilmek ise daha mümkündür. Örneğin bir kesim “Bir insanın evlenebileceği en makul kişi amcasının veya dayısının, halasının veya teyzesinin çocuğudur.” diyebilmektedir. Kuzenler arası evliliğin dünyanın veya ülkemizin bazı bölgelerinde yaygın ve yerleşik bir davranış olduğu bilinmektedir. Bir başka kesim ise kuzenleri kardeşleri gibi görmekte ve onlarla evlenmeyi olağan dışı bir davranış olarak karşılamaktadırlar. Bu tip farklı görüş ve eğilimlere her kültürde rastlamak mümkündür. Bu yansımaya bakılarak kültürün beğenileri ve davranışları güçlü şekilde etkilediği anlaşılabilecektir.

 

Dolayısıyla bizlerin ahlaki değer olarak sabit gördüğümüz, değişmez zannettiğimiz pek çok şey kültürden kültüre değişebilmektedir. 

 

Diğer yandan kültürel göreceliğin açıklanması bazı insanlarda büyü bozucu bir etki yapabilmektedir. Bu da kültürle dinin iç içe geçip yaşandığı bir zihinde kültürel göreceliğin dini görecelik olarak da algılanmasına yol açabilmektedir. Kastımız bu değildir. 

 

Örneğin dindar ve muhafazakâr bir kültürde büyümüş, kapanmaya kendiliğinden meyilli, aile zorlaması ile değil içinde büyüdüğü kültürün değerlerini samimi bir şekilde benimsediği için tesettüre riayet etmiş, tesettürlü yaşamış, farklı hayat tarzlarına özenti oluşturacak araçları pek kullanmamış, örneğin zihnini dizilerle, filmlerle, magazin haberleriyle bulandırmamış, iffetli bir şekilde büyümüş bir hanımefendiyi ele alalım. Bu hanımefendi “Kadınların bu kadar açık saçık giyinebilmelerini anlayamıyorum.” şeklinde düşünecektir. Bu hanıma, “Bu durum doğaldır. Hem kadınlarda hem erkeklerde kendini karşı cinse beğendirme eğilimi vardır. Bu eğilim de insanları açık saçık giyinmeye yönlendiriyor.” dediğiniz zaman o hanımın değer yargılarında bir sarsılma oluşması mümkündür. Çünkü normal ve meşru arasında ayrım yapacak bir zihinsel olgunluğa sahip olmayabileceği gibi kültürel eğilimleri dini sabitelerle özdeşleştirme eğilimine sahip olabilecektir.

 

Anlatmanın ve Kabullenmenin Zorluğu

 

Bu bağlamda köleliği ve cariyeliği hiçbir şartta kabul edilemez bulan hümanist bir insana “Kölelik de cariyelik de bazı dönemlerde ve bazı şartlar altında sosyal ve ekonomik değişkenlere göre gayet makul ve normal kurumlardır. Bir dönem yaşanmıştır, şu anda yaşanmamaktadır ancak ileride de yaşanabilir.” denildiğinde bunu diyen insanın köleliği ve cariyeliği savunduğu hatta teşvik ettiği zannedilebilecektir.

 

Dolayısıyla kültürel değerler ve bu değerlerle şekillenmiş kişisel bakış açıları o kadar güçlüdür ki bu değerlerin dışındaki eğilimleri, kabulleri, beğenileri ve olguları bir anda anlama kabiliyetine sahip değilizdir. Gerçekten anladığımız zamanlar ise kendi ahlaki değerlerimizi kaybedebilme yönünde bir eğilime sahip olmamız mümkündür. Burada da ifrattan bir anda tefrite düşme durumu söz konusudur. Aralarda daha makul bir seviye belirlemek ise zaman alabilecek bir olgunluk meselesidir.

 

Dolayısıyla aklı başında, zekî, kültürel görecelik gerçeğini kavramış, sosyal ve ekonomik şartların ne demek olduğunu bilen, din ve kültür ayrımını yapabilecek anlayışa sahip bir Müslümanın bugün için köle ve cariyelikle ilgili kavramları kendi yaşandıkları realite içerisinde tam olarak başkalarına anlatabilmeleri, özellikle yukarıda sayılan özelliklere sahip olmayan insanlara anlatabilmeleri neredeyse mümkün değildir. Belirli bir eğitim, şuur ve anlayış seviyesinde olmayan insanlar bu gerçekleri anlayamayacaktır. Anlayıp anlatabilen, bu arada da kendi ahlaki değerlerini kaybetmeden bunu yapabilen birisi anlatmaya kalksa ve gerçekten anlatabilse, karşı taraf da gerçekten, en azından zihinsel olarak kavramsal düzeyde anlatılanları anlasa, ahlaki veya meşruiyet açısından meseleyi bozuk ve eksik anlamış olacaktır.

 

Örneğin bugün dindar anne babalar çocuklarına “Namaz kılmayan insanlar da iyi bir insan olabilir.” gerçeğini öğretmeye pek yanaşmazlar. Çünkü aynı zamanda “Namaz kılmaya gerek yokmuş.” anlayışını da aktarmış olmaktan korkmaktadırlar. “Namaz kılmayan insanlar da iyi bir insan olabilir. Ancak asıl mesele insanlar arasında olduğu gibi Allah katında da iyi bir insan olabilmektir. Bu bağlamda namaz kılmak pek çok esastan sadece birisidir.” şeklinde bir anlayış ise teorik olmaktan çok pratik akılla aktarılabilecek bir meseledir. Bu da oldukça zor olduğundan dindar çocuklara namaz kılmamanın bir insanı kötü bir insan yapacağı şeklinde bir anlayış öğretilir. Dolayısıyla çoğu durumda, çoğu insan için belli bir ahlaki değeri korumanın tek yolu, o ahlaki değer dışındaki değerleri az çok küçümsemek, yadırgamak, kötülemektir. Bu da beşerî bir realitedir.


Kölelik ve Cariyelik Algısı
 

Kölelik ve cariyelikle ilgili kavramlar günümüzde rasyonel, ilmî veya veriye dayalı olarak değil, daha çok imgelere ve hayallere dayalı olarak şekillenmiş durumdadır. Bu nedenle konu, bilimsel veya rasyonel bir şekilde ele alınmaktan çok spekülatif, ideolojik ve bireysel tutumlar ekseninde ele alınmaktadır.

 

Diğer yandan, örneğin “ahlaksız şarkıcı” şeklinde bir ibare, bu ibareyle karşılaşanların akıllarına yaptıklarıyla skandallar oluşturan bazı tipleri getirecektir. Tanım gereği böyle olmak zorundadır. Abartılı eylemler ve uç örnekler akıllarda daha çok yer etmektedir. Veya örneğin “Ortaçağ’da Avrupa Şehirleri” konulu bir makale okunsa, bu makaleden akılda kalacak olanlar en çarpıcı, en uç örnekler, yorumlar ve bilgiler olacaktır. Yine sosyal medyada bir bilginin doğruluğunun kontrol edilmesi yerine o bilginin insanları etkilemesi, kimini öfkelendirirken kimini güldürmesi, kimini heyecanlandırırken kimini üzmesi daha önemli görülmektedir. 

 

Bu nedenle kölelik ve cariyelikle ilgili anlatılanlar, konuşulanlar, yazılıp çizilenler genellikle duygusal reaksiyonlar üzerinden değerlendirilmektedir. Kölelik ve cariyeliğe dair insanların zihinlerinde en abartılı, en duygusal rivayetler, hükümler ve manzaralar canlanmaktadır. Bu da kölelik ve cariyelik konusuna bilimsel, metodolojik ve rasyonel bir şekilde yaklaşmaya engel olmaktadır. 

Kölelik ve cariyelik öncelikle tarihsel ve toplumsal bir konudur. Daha sonra kültürel yönleri olan bir konudur. Bunlardan sonra dinin, sadece İslam’ın da değil, Hristiyanlık, Yahudilik hatta diğer dinlerin konuya yaklaşımı ele alınmalıdır ki çerçeve doğru belirlenmiş olsun.

 

Cariyeler ve Cinsellik (Teserri ve İstifraş)

 

Öncelikle bilinmelidir ki kölelikle ilgili de cariyelikle ilgili de İslam insanlara sınırsız bir muamele hakkı tanımamıştır. Bu konuda gayet net sınırlamalar getirmiş, ilkeler koymuştur.

 

Örneğin sahip olunan cariyelerin tamamıyla sınırsız bir şekilde cinsel ilişki kurmak mümkün değildir. 

 

Cariyelerle cinsel ilişki konusu İslam hukukunda veya geleneksel fıkıhta “İstifraş” kavramıyla ifade edilmiştir. İstifraş kelimesi kadın bir köleyi odalık almak manasına gelmektedir. Bu konudaki bir başka kavram da “Teserri” kavramıdır. Teserri, satın almak suretiyle cariye edinmek, istifraş ise edinilen cariyeyle cinsel ilişki anlamında kullanılmaktadır. Biz burada daha çok “istifraş” kavramını kullanacağız ki soru sahibinin beklentisine daha uygun olsun. 

 

Bu bağlamda bir cinsel ilişki sadece nikah ile helal olmaz, bir cariyenin istifraş edilmesiyle de olur. Bu doğrudur. Zaten kölelik gibi bir uygulamanın mevcut olduğu toplumlarda kadın köleye, yani cariyeye sahip erkeklere cariyeleriyle cinsel ilişki kurmalarının yasaklanması hem gerçekçi olmayacak hem kontrol edilemez olduğu için hukuki açıdan anlamsız olacak hem de anlamsız bir yasağın getireceği daha farklı hukuki sorunlar olacaktır. 

 

Ancak İslam’da istifraş hakkı sınırsız veya keyfe mâ yeşâ uygulanabilecek bir hak değildir. Cariye sahibi cariyesiyle dilediği gibi, arzu ettiği şekilde, hiçbir hak ve hukuk gözetmeden, hiçbir hukuki sonuç doğurmayacak şekilde, hiçbir sorumluluğu olmadan cinsel ilişki kuramaz. Diğer bir ifadeyle; bir cariye sahibi cariyesiyle cinsel ilişkide bulunacaksa veya bulunmuşsa bunun bazı dini, hukuki ve toplumsal sonuçları olacaktır. Bu sonuçların neredeyse hepsi cariyenin lehine sonuçlardır. Böylece İslam’ın istifraş hakkında getirdiği sınırlamaların ve cariye sahiplerine yüklediği hukuki sorumlulukların köleliği tedricen kaldırma yöntemlerinden birisi olduğu bile iddia edilebilir.

 

Örneğin bir cariye sahibi cariyesi ancak bekar ve ehl-i kitap ise istifraş edebilir. Evli veya ehl-i kitap olmayan bir cariye istifraş edilemez.

 

İstifraş edilecek cariye bir köle sahibinin kendine ait bir cariye olmalıdır, başkasına ait bir cariye istifraş edilemez.

 

İstifraş edilecek cariyenin hamile olmadığının bilinmesi, hamile ise çocuğunu doğurmasının beklenmesi şarttır. Hamile olan bir cariye başka birisiyle de evlendirilebilir. Bu durumda da cariye sahibi o cariyeyle ilgili istifraş hakkından vazgeçmiş demektir. Yani o cariyeyle kesinlikle istifraş edemez, yasaktır.

 

Ayrıca iki kız kardeş aynı anda istifraş edilemez. 

 

Efendisinden çocuk sahibi olan cariye (ki bunlar ümmü veled olarak adlandırılan bir statüye sahiptirler) kendi özgürlüğünü adeta garanti etmiş olur. Ümmü veled olan bir cariye efendisi tarafından azat edilmezse diğer köle veya cariyeler gibi de muamele görmez, daha yüksek bir statüye kavuşur. Örneğin artık alınıp satılamaz. Cariye sahibi ölünce mutlaka serbest kalır, hürriyetine kavuşur. Hiç kimse o cariyeyi kendisine cariye olarak alamaz. Ancak bu cariyeler genellikle azat edilirler, çoğu zaman efendileriyle evlenirler.

 

Bu hükümler ve uygulamalar geleneksel fıkhımızın yüzlerce yıl önce ürettiği hükümlerdir. Bu hâliyle bile dünya ölçeğine göre ilerici uygulamalar ve hükümler sayılabilirler. Diğer yandan “cariye üzerinde sınırsız cinsel hak” şeklinde bir uygulamanın İslam tarihi boyunca hiçbir zaman olmadığını göstermeye yeterlidir.

 

Bu konuda bir husus daha vardır ki müstakil olarak ele alınmalı ve üzerinde durulmalıdır. Bilindiği üzere geleneksel fıkhımızda nikah akdi, ikisi de hür olan bir kadınla bir erkeğin evlenme konusunda karşılıklı rızaya dayalı bir sözleşme yapmalarıdır. Bu bir hukuki işlemdir.

 

Cariyeye sahip olmayı mümkün kılan akitler de birer hukuki işlemdir. Bu hukuki işlem aslında nikah akdinden daha teferruatlı bir işlemdir. Eski fıkıh kitaplarımızda konuyla ilgili bölümler okunursa bu ayrıntılar daha iyi görülecektir.

 

Şimdilik bilinmesi gereken şudur ki: Bir cariyenin teserri veya istifraşı hukuki bir işlemdir. Bu işlemde sadece nikah akdi yoktur. Nikah akdi dışında pek çok şart, pek çok sonuç ve pek çok sorumluluk vardır.

 

Son tahlilde “sınırsızlık” kavramından ne anlaşıldığı kişilerin kendi hayal dünyalarıyla ilgilidir. Ancak geleneksel İslam hukukunda veya eski fıkhımızda cariyelerle “sınırsız” bir cinsel aktivite mümkün değildir. Bunun son derece ciddi sonuçları ve şartları vardır.

 

Küçük Bir Hatırlatma

 

Mesele bilimsel veya rasyonel olmaktan çok zihinlerde canlanan resimlerle ilgili olsa gerektir. “Cariye” ve “sınırsız cinsel ilişki” kavramları bir araya geldiğinde zihinlerde ne tür resimlerin canlandığı, bu resimlerin kaynaklarının neler olduğu, doğru olup olmadıkları, hakikatte bu meselenin nasıl işlediği gibi konular öne çıkmaktadır. Bu konuları özellikle samimi bir şekilde merak edenler için o insanların kendi zihinlerine yönelik bir sorgulama yapmaları ilk adım olmalıdır. Eğer mesele gerçekten ilmî, objektif ve rasyonel bir temelde ele almak isteniliyorsa zihinsel imgelerin realiteyle, bilimsel verilerle uyumlu olup olmadıkları kontrol edilmelidir. Daha sonra konunun sosyal, hukuki, tarihsel ve dini yönleri ayrı ayrı ele alınıp değerlendirilmelidir. Ancak bu süreçten sonra sağlıklı bir sonuca ulaşılabilecektir.

Kölelik Statüsü

 

İslam’da kölelik veya cariyelik konusuyla ilgili yazılanlar genellikle savunmacı bir anlayışla kaleme alınmaktadır. Bu yazılanlar içerisinde en çok üzerinde durulan konular ise; 

-Köleliği İslam’ın getirmediği, 

-İslam’ın köleliği aşamalar halinde kaldırmak istediği, 

-Kölelere kendi döneminin diğer kültürlerine göre insani haklar verdiği konularıdır.

 

Bu konuların hepsi üzerinde konuşulabilir. Köleliği İslam’ın getirmediği açıktır. Üzerinde tartışmaya bile gerek yoktur.

 

İslam’ın köleliği tedricen, aşama aşama kaldırmak istemesi tartışmaya açık bir iddiadır. Konuyla ilgili ayet ve hadislerden, Efendimiz’in (sas) uygulamalarından yola çıkarak böyle bir niyetin olduğu söylenebilir.

 

İslam’ın kölelere kendi döneminin diğer kültürlerine göre daha fazla, daha ileri bir düzeyde haklar tanıdığı iddiası da doğrudur. Bu noktada azıcık dikkatli ve insaflı bir zihin bu iddiayı kabul edecektir.

 

“Köle” dediğimiz insan aslında; yaşadığı toplumsal doku çöktüğü için, diğer ifadeyle kendisi ve akrabalarıyla beraber fonksiyonel olarak başarılı bir toplum veya grup kuramadığı için ikinci sınıf vatandaş olarak başka bir topluma dahil edilen veya entegre edilen insandır. İslam’ın ise bu konudaki hükümleri, emir ve tavsiyeleri, yönlendirmeleri, bu entegrasyonun görece daha insani bir biçimde gerçekleşmesini sağlamıştır.

 

Köleliği bir cins ikincil vatandaşlık olarak anlamak daha doğrudur. Köleliğin bu yönüyle dünya ölçeğinde farklı uygulamalarına rastlanmaktadır. Bir dönem Rusya’daki veya Avrupa’daki belli bir yüzde kadar var olan bazı köylülerin bulundukları köylerden çıkamamaları ve belli haklara sahip olamamaları köleliğin bir türünü oluşturmuştur. Ayrıca Müslüman Arapların, yine kendileri gibi Arap olanları köleleştirmedikleri de bilinmektedir. Diğer yandan “köle” kavramı zihinlerde köken itibariyle Afrikalı insanları çağrıştırmaktadır ancak Afrikalıların da diğer Afrikalıları köleleştirdikleri, başka ülkelere köle olarak sattıkları ve pazarladıkları bilinmektedir. Bu ve benzeri uygulamalar göstermektedir ki, kölelik esas itibariyle bir vatandaşlık türüdür. Bir toplum içinde o toplumun farklı statüdeki bir üyesi olma durumudur. 

 

Tarihte farklı kültürlerde kölelerin, içlerinde bulundukları ülkenin bir vatandaşı olarak kabul görmeleri yine farklı şekillerde olmuştur. Örneğin Antik Yunan kültüründe nüfusun yüzde otuzuna kadar ulaşan köleler hiçbir şekilde Yunan vatandaşı olamazlar. Roma kültüründe ise bir şekilde özgürlüğünü kazanan bir köle Roma vatandaşı olabilirdi. Roma’da köleliğin bir toplumsal statü yönü de vardı ki bazı Roma vatandaşları bir cezalandırma yöntemi olarak köle haline getirilebilmekteydi.

 

Asr-ı saadette de kölelik toplumsal bir realite olarak ele alınmıştır. Aynı zamanda kölelik dünyanın her yerinde olduğu gibi o dönemin Arap coğrafyasında da ekonomik ve sosyal bir kurumdur. İslam’ın bu kurumu içkiyi, zinayı, kumarı yasaklar gibi birdenbire yasaklaması gerçekçi olmayacağı gibi pek çok sorunu da beraberinde getirecektir. Diğer yandan İslam’ın toplumsal bir uygulama veya toplumsal bir kurum olarak yasakladığı tek olgunun evlatlık olduğu söylenebilir. Ancak evlatlık kurumu da bütün yönleriyle yasaklanmış, bir anda ortadan kaldırılmış değildir. Evlatlık, sadece nesil emniyetinin tesis edilmesi açısından sağlama alınmış bir uygulamadır. 

 

Bu da bize şunu göstermektedir: İslam; toplumsal, tarihsel ve kültürel zemini olan pek çok kurumu ve uygulamayı devrimci bir saikle toptan kaldırmamıştır. Diğer yandan İslam, dünya-ahiret ayrımında sadece ahirete odaklanan bir din olmaması, dünya hayatını tamamen insanlara bırakmaması, dünyaya dair de hükümleri bulunan bir din olması hasebiyle toplumsal, tarihsel ve kültürel zemini olan uygulamalarla ilgili bir takım düzenleyici hükümler getirmiştir. Bu hükümler ise daha çok o uygulamaların akıl, insaf, ahlak dışı yönlerinin ıslah edilmesine yönelik olmuştur. Bu da son derece gerçekçi ve rasyonel bir yaklaşım olduğu için gayet hayırlı sonuçlar üretmiştir.

 

Zihinlerdeki Örtük Noktalar

 

Cariyelik ve cinsellik gibi iki kavramın birbiriyle adeta özdeş şekilde algılanması gerçekten önemli bir sorundur. Cariyelik cinsel bir statü değildir, toplumsal ve hukuki bir statüdür.

 

Diğer yandan kültürümüzde kadın erkek ilişkileri, evlenmeye dair değerler ve normlar, cinsel ahlak konusundaki yerleşik yargılar aslında son derece dengesiz, çelişkili ve hastalıklıdır. Bizim kültürel olarak cinsel ahlak konusunda sağlıklı normlara sahip olduğumuz söylenemez. Dolayısıyla sağlıklı ve rasyonel bir bakış açısına sahip olduğumuz da söylenemez. Toplumumuzda sayısı az olan bazı bireylerin bu konuda müspet, rasyonel ve gerçekçi bakış açısına zamanla sahip olabildikleri belki söylenebilir. Ama yerleşik bir anlayış olarak cinsiyet ve cinsellik konularında sağlıklı düşündüğümüz, sağlıklı kararlar verdiğimiz, sağlıklı davranışlar sergilediğimiz kesinlikle söylenemez.

 

Örneğin çoğumuz 17 yaşındaki genç bir kızın anne babasına gidip açıkça “Benim biyolojik olarak çok güçlü arzularım ve eğilimlerim var. Falancayı da beğendim ve kendisini makul buluyorum. Beni onunla evlendirin!” şeklinde konuşmasını, böyle bir tabloyu yadırgarız. 

 

Yine örneğin bir kadının, kocasının cinsel performansını yeterli görmemesi nedeniyle ondan boşanmak istemesini, bu nedenle mahkemeye başvurmasını tuhaf karşılar ve ayıplarız.

 

Halbuki her iki davranış da son derece caiz, son derece makul ve gerçekçi davranışlardır. Her iki kadının da medeni cesarete, kendi hayatıyla ilgili inisiyatif alıp harekete geçebilme yeteneğine sahip olduğunu göstermektedir. Üstelik ikinci örnekteki vakıa Efendimiz (sas) döneminde neredeyse aynen gerçekleşmiş bir vakıadır.

 

Bu gerçekçilik ve makuliyete sahip olunmadığı için bu konuda genç yaşlarda oluşan meyillerin ve arzuların ileri yaşlara kadar toplumsal baskı sonucu bastırılması gibi bir durum söz konusudur. Halbuki bu konuları ertelemenin pek de caiz olmadığı geleneksel fıkıh kitaplarında dahi yazmaktadır. Demek ki bu konuda geleneğin gerisinde olduğumuz söylenebilir.

 

Bu gibi sorunların zihinlerde bazı noktaları da olumsuz etkileyeceği açıktır. Örneğin bu tip sorunların farkında bile olmayan bir insan cariyelik gibi bir konuyu anlamakta güçlük çekecek, konuya sadece cinsel açıdan bakacaktır. Cariyelik uygulamasının caiz olduğunu kabul etse de rahatsızlık hissetmeye devam edecektir.

 

Elbette ki insanların belirli değerlerinin olması normaldir. Bu değerleri yaşayabilmek için başka değerleri küçümsemesi, yadırgaması bile bir derece anlaşılabilir. Fakat kendi kültürümüzün, kendi değerlerimizin mutlak doğru, mutlak meşru, mutlak iyi ve mutlak güzel olduğunu varsayıp diğer kültürlerin ve değerlerin mutlak yanlış, mutlak kötü ve mutlak çirkin olduklarını iddia etmek kendi içinde de çelişkili bir yaklaşım olacaktır.