13 dk.
17 Aralık 2024
İslam Tarihinde Mantık İlmi-gorsel
Youtube Banner

İslam Tarihinde Mantık İlmi

Soru: İslam tarihinde mantık ilminin yeri nerededir? Bazı alimlerin mantık ilmine ve bu ilimle uğraşmaya dair ciddi itirazları olmuş sanırım. Bunların sebebi nedir?

Cevap: İslam tarihinde mantık ile bir disiplin olarak ilk kez miladi 8. yüzyılda Abbasi halifesi el-Mansur dönemindeki tercüme faaliyetleri sırasında karşılaşılır. 10. yüzyılda da devlet destekli bu tercüme çalışmaları doruk noktasına ulaşır. Mantık alanındaki tercümelere Aristoteles’in Kategoriler, Önermeler, 1. Analitikler kitaplarıyla başlanır. Daha sonra medreselerde yüzyıllarca mantık ilmine giriş olarak okutulacak olan Porphyrios’un İsagoci kitabı da çevrilir. Aristoteles’in sadece telif eserleri değil, o eserlere şerh yazan önemli düşünürlerin eserleri de çevrilir.

 

Peki ama neden?

 

Çünkü İslam dini, o dinin beşerî anlamdaki temsilcileriyle beraber yayılmıştır ve farklı kültürlerle karşılaşılmıştır. Böylesi karşılaşmalar her zaman karşılıklı kültür alışverişiyle sonuçlanır. Birbiriyle karşılaşan hiç kimse kendi kültürünü tam muhafaza edemez, buna gerek de yoktur. Mantık ilmi de o dönemlerde bir parça şekillenmiş olan kelam, fıkıh gibi ilimlerle ilgilenen ulema arasında önemli bir gündem olmuştur. Çünkü diğer dinlerin mensupları kendi inançlarını genellikle Yunan felsefesinin birikimiyle ve özellikle de o coğrafyada şekillenmiş haliyle mantık ilmi aracılığıyla savunmaktadır. Yani mantık, diğer dinlerin mensuplarının kendilerini savunmak için kullandıkları önemli bir silahtır. Müslümanlar da kendi delillerini ortaya koymaktadırlar şüphesiz ancak bir ortak nokta, bir ortak zemin ihtiyacı ister istemez kendini hissettirmiştir. Sonuçta insanlığın genel düşünce yeteneğinin dayanağı olacak, herkesçe kabullenilecek bir takım kriterlere ihtiyaç vardır ve mücadeleyi bu kriterlere uyum sağlayabilen kazanacaktır. Ancak mesele sadece gayr-i Müslimlere karşı kendini fikrî planda savunmaktan ibaret değildir. Müslümanların kendi içlerinde de dini konulardaki tartışmalarda bir ölçüte ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyacı da mantık disiplini yeterli derecede karşılamaktadır.

 

Diğer yandan mantık ilmi ulema arasında öyle kolayca benimsenmiş değildir. Bazı itirazlar yükselir. Bu itirazlar mantık ilminin gereksizliğinden tutun mantıkla uğraşmanın haram hatta küfür olduğuna kadar çeşitli derecelerde gerçekleşmiştir.

 

Örneğin “Nahivciler” denilen bir grup mantık ilmini kendilerine bir rakip olarak görür. Nahivciler bir cins dilbilimcilerdir. Gramerciler olarak da isimlendirilirler. Bunlara göre mantık ilmi üç açıdan gereksizdir. Birincisi; cedel (tartışma, münazara), geometri veya matematikle ilgilenmek doğru düşünme yeteneğini zaten kazandırır. İkincisi; doğuştan zekî birisi de mantık ilmi almadan doğru düşünme yeteneğine sahip olacaktır. Üçüncüsü; o zamanki mantık ilminin Yunan gramerine göre şekillendiği iddiasıdır. Buna göre mantık dile ve gramere bağlıdır. Doğru bir ifadeyi yanlışından ayırmak için mantık değil gramer bilmek gerekir. O halde mantık ilmi zorunlu değildir. Sürekli muhakeme, zeka ve gramer ilmi mantığın yerine kullanılabilir.

 

Bu itirazlara karşı en mantıklı cevaplar yine bir cins mantıkçı olan Farabi ve İbn Sina’dan gelmiştir. Farabi birinci itiraza şiir ezberleme yeteneği kazanan birisinin gramer açısından da düzgün konuşma yeteneğine sahip olamayacağı, ikisinin aynı anlama gelmeyeceği, şiir ezberlemenin kişiyi gramer hatalarından korumaya yetmeyeceği şeklinde bir cevap verir. Öyle ya! Madem gramer bilmek mantıklı düşünmek için yeterlidir. O halde şiir ezberlemekte ve okumakta usta olan birisinin de diğer konuşma ve yazılarında gramer hatalarının olmaması gerekir. Oysa ikisi de imkansızdır.

 

İkinci itiraza da Farabi; “Bu iddia, gramer kuralları olmadan da dilin doğru bir şekilde kullanılabileceği iddiasıyla benzerdir.” diyerek cevap verir. Yani doğuştan gelen yetenekler yeterli ise gramer gibi doğuştan öğrenilmeyen bir şeyin düzgün ve doğru konuşup yazmak için yeterli olmasını gerektirecekti. Ancak madem ki doğuştan gelen zeka gibi yetenekler mantığı gereksiz kılmaktadır. O halde yine doğuştan gelen zeka gibi yetenekler grameri de gereksiz kılmalıdır. Ama bu doğru değildir. O halde doğru düşünmek için doğuştan kazanılmayan mantık ilmi ve kurallarını öğrenmek gibi bazı araçlara ihtiyacımız vardır. İbn Sina da doğuştan gelen zeka gibi yeteneklerin mantıklı, doğru ve düzgün düşünmek için yeterli olduğu iddiasına karşı “Böyle birinin düşüncesinde isabet etmesi, bir atıcının hedefi rast gele vurmasına benzer.” der. Hatta ona göre Allah’ın özel lütfu, inayeti veya hidayeti dışında hiçbir şey doğru düşünme konusunda mantığın yerini tutamaz.

 

Üçüncü itiraza karşı Farabi, gramerle mantık arasındaki farklılıkları öne sürer. Mantık düşünceyi, gramer ise ifadeleri yönetir. Bu açıdan ikisi benzerdir. Ancak mantık tüm insanların düşünceleriyle yani düşüncenin genel kurallarıyla ilgilenirken gramer belli bir dilin kurallarını içerir. Gramer, mantığı öğrenmek ve uygulamak için önemli ve gerekli olabilir. Ancak gramer, düşüncenin kendisini değil, ifade edilişini ilgilendirir. Mantık ise düşüncenin bizzat kendisiyle ilgilidir.

 

Mantık ilmine karşı itirazlar nahivcilerin görüşlerinden ibaret değildir. Ulema arasında bir kesim daha vardır ki bunlar, Aristo mantığının Müslümanların hiçbir işine yaramayacağını düşünmektedirler. Hatta bunlara göre mantık ilmi Allah Rasulü (sav) ve ashabı tarafından kullanılmadığı için bidattir. İlimleri mantığa dayandırmak zorunlu değildir. Ayrıca mantık ilmi, düşünceyi yanlışlıklardan koruyacağını iddia etmesine rağmen bunu gerçekleştirememiştir. Bu düşüncelerin yanında mantıkla uğraşmanın haram olduğunu söyleyenler de olmuştur.

 

Bu noktada şunu iyi anlamak ve unutmamak lazım: O dönemde “mantık” kelimesi “Aristo mantığı” ile eş anlamlıdır. Aristo’nun sisteminde ise mantık ve felsefe iç içedir. Felsefenin özellikle de metafizik kısmı ise İslam’ın tevhid, nübüvvet, ahiret gibi temel argümanlarıyla uyuşmayacak iddialarla doludur. Ortada henüz sağlam bir ayrım yapılmamıştır. Dolayısıyla “mantık” ilmini tek başına bir disiplin olarak alıp felsefeyi ve metafiziği ayıklamak henüz mümkün değildir. O zamanlar alınacak şey bir paket halinde olacaktır ve dolayısıyla mantık alınırsa felsefe ve metafizik de alınmış olacaktır. Her ne kadar aralarında kısmî bir ayrım yapılmaya başlansa da henüz istenilen seviyede değildir. Sağlam ve doğru bir ayrımın yapılması için 11. yüzyılın başlarında İmam Gazali gibi bir dehayı beklemek gerekecektir.

 

Dolayısıyla İslam dünyasında mantık aleyhtarlığını “skolastik düşünce”, “yobazlık, bağnazlık”, “gericilik” gibi moda terimlerle acele bir şekilde suçlamadan önce bunun gerçek nedenlerini bilmek gerekir.

 

Özellikle Batınî-İsmailî fırkası mantık ilmini ehl-i sünnete karşı bir silah olarak kullanır. Bunu da mantık tekniklerini kötüye kullanarak, dil oyunlarıyla yaparlar. İbn-i Salah isimli selefi bir alim de dönemin devlet yetkililerinin mantık hakkındaki sorularına karşı, felsefeyi sapkınlık ve saçmalık olarak tanımlar. Hatta felsefeyle uğraşanların ilahi inayet ve nübüvvetin nurundan mahrum kalacaklarını belirtir. Bunların şerrinden Müslümanları korumanın ve medreseleri bu ilimlere karşı muhafaza etmenin sultana vacip olduğunu söyler. Devlet yetkilileri de Dımaşk’ta yıllarca felsefe ve mantık okutulmasına izin vermezler. Hatta İbn Salah’ın devlet yetkililerine bir tavsiyesi de mantık ve felsefeyle uğraşanların tespit edilerek kendilerine ev hapsi verilmesidir ki halk bunların zararlarından muhafaza edilsin.

 

Hatta Katip Çelebi bizlere, bugün için İslam’ın bilimsel ve aydınlanmış yüzü olarak bildiğimiz Endülüs’te bile bir dönem mantık ilminin öğretilmesinin yasaklandığını, mantıkla ilgili kitapların gizlice alınıp satılır olduğunu, hatta insanların mantık kelimesini söylemeye bile cesaret edemediklerini, onun yerine “el-mef’il” kelimesini kullandıklarını, hatta bir vezirin (İbn Hakim) kendisinden mektupla bir mantık kitabı istediğini ancak onun da “el-mef’il” kelimesini kullandığını söyler.

 

Yine Eşari kelamcısı ve fıkıh usulü alimi Âmidî’nin felsefe ve mantık öğretmesine karşı çıkan Şafii ulemasının kendisine yönelik suçlamaları üzerine yaşadığı şehir olan Bağdat’tan Şam’a kaçmak zorunda kaldığını, Şam’dan da aynı suçlamalarla Mısır’a gittiğini, orada da aynı nedenlerle katline fetva verilince tekrar mecburi bir sürgüne çıktığını, ömrünü münzevi bir şekilde tamamladığını da biliyoruz.

 

Şafii fıkhında devrinin en yetkin alimi olan, Riyazüs-Salihin adlı derleme hadis kitabıyla neredeyse her Müslümanın evine giren, döneminde “hadis alimlerinin efendisi” olarak kabul edilen, görev aldığı medreselerde aldığı maaşları kitaba yatıran ve o kitapları da tekrar medreseye bağışlayan, döneminin yöneticilerini uyarmaktan çekinmeyen, kendini ilme adamış ve kendini meşgul edeceği düşüncesiyle hiç evlenmeyen, 21 yaşında eser yazmaya başlayıp 45 senelik ömründe kırktan fazla esere imza atan büyük alim İmam Nevevi de maalesef mantık ilmi için “haram” fetvası veren alimlerdendir.

 

Yine önemli alimlerimizden Suyuti de felsefe ve mantıkla meşgul olanların hadis ilmi açısından cerh edilmeleri gerektiğini, yani bunların rivayetlerinin kabul edilmemesi gerektiğini söyler. Bu yönüyle de felsefe ve mantıkla meşgul olmak gerçekten de kendisinden hadis rivayet edilecek kişi açısından o dönemlerde bir şüphe ve hatta ret sebebi olabilmektedir.

 

Günümüzü de etkileyen önemli alimlerden birisi olan İbn Teymiyye de sıkı mantık karşıtlarından birisidir. Ona göre Müslümanların, gayrimüslimlerden alabilecekleri hiçbir ilim yoktur. Zeki insanlar mantığa ihtiyaç duymaz, akıllı olmayanlar da zaten bu ilmi anlamaz. Peygamberler, sahabe ve ilk üç nesil (tabiin, tebe-i tabiin ve bir sonraki nesil) böyle bir yol izlememiştir. İlim öğrenmek için mantık değil Arapça öğrenilmelidir. Bu görüşlerinin yanında İbn Teymiye’nin felsefe ve mantıkla ilgilenenleri tekfir etmeye kadar varan sert görüşleri de vardır.

 

Mantık ilmine bazı kelamcılar ve tasavvufçular da karşı çıkarlar. Kelamcılar özellikle kendi disiplinlerinin yöntemine uymadığı gerekçesiyle karşı çıkar. Örneğin kelamda o dönemde “Delil çürütülürse iddia da çürümüş olur.” anlamına gelen “Delilin butlanıyla medlulün de butlanı lazım gelir.” kuralı geçerlidir. Mesela iki kişinin evli olduğuna dair delil olarak kabul edilen evlilik cüzdanının yokluğu o iki kişinin evli olmadıkları yönünde bir hüküm vermeyi gerektirir. Ancak mantık ilmi der ki; “Delilin çürütülmesi iddianın çürütülmesi anlamına gelmez. Başka deliller ileri sürülebilir.” Örneğin evlilik cüzdanının yokluğu durumunda iki şahit veya çevrenin ikrarı gibi deliller ileri sürülerek o iki kişinin evli oldukları kanıtlanabilir. Zaten sonraki dönem kelamcıları da delilin çürütülmesi ile iddianın çürütülmesinin gerekmeyeceği konusunda ittifak etmişler, bu yanlıştan dönmüşlerdir.

 

Tasavvufçular da insan düşüncesini tek bir noktaya yöneltmesi, ruhani zevk yolunu kesmesi gibi nedenlerle mantık ilmine karşı çıkmışlardır. Bu tasavvufçular açısından, özellikle de bilgi kaynağı olarak bireysel hissî tecrübeleri çok fazla önemseyen tasavvufçular açısından anlaşılabilir bir gerekçedir.

 

İslam dünyasını mantık ilmiyle asıl barıştıran kişinin İmam Gazali olduğu söylenebilir. Her ne kadar Gazali’den önce Farabi, İbn Sina gibi isimlerin bu barışta etkisi olsa da bu isimlerin özellikle İslami ilimlerde tartışılan isimler olması onların görüşlerinin bir nebze ihtiyatla karşılanmasına neden olmuştur. Ancak İmam Gazali hem dini ilimlerdeki tartışmasız yetkinliği hem de felsefe ve mantık dallarındaki derinliği nedeniyle bu barışı sağlamada kilit isimdir. Gazali’ye göre mantık, metafizikten ve felsefeden arınmış haliyle nötr bir disiplindir. Dine etkisi ne olumlu ne de olumsuzdur. Mantık ilminin konuları dini ilimlerle ilgili değildir. Bu nedenle mantığın dini bir motivasyonla reddedilmesi anlamsızdır. Gazali’nin bu görüşü elbette hemen kabul görmedi. Bazen şaşkınlıkla bazen de İbn Teymiye örneğinde olduğu gibi sert tepkilerle karşılaştı. Ancak zamanla bu tepkiler yerini kabule bıraktı. Geçmişte mantıkla ilgilenmenin haram hatta küfür sayıldığı söylemler marjinalleşti. Mantık öğrenmenin farz-ı kifaye olduğuna dair görüşler revaç buldu. Zerkeşî, Beydâvî, Necmettin et-Tusi, Pezdevi gibi alimler mantık bilmeyi içtihat yapabilmek için temel şart olarak ileri sürdüler.

 

Zamanla mantık ilmi eğitim sisteminde diğer dersler gibi bir ders olarak okutuldu. Nizamiye medreselerinde dini ilimlerin yanı sıra felsefe, matematik, mantık, sarf-nahiv ve astronomi gibi ilimlerin okutulduğu bilinmektedir.

 

Osmanlı döneminde de medreselerde mantık, diğer ilimlerin yanında okutulmuştur. Ebheri’nin yazdığı ve mantık ilmine giriş çapındaki İsagoci yakın döneme kadar okutulmuştur. Bunun yanında Türk mantıkçılar olarak sayılan Muhammed es-Semerkandi’nin, Urmevi’nin ve Molla Fenari’nin mantıkla ilgili kitapları ve o kitaplara yazılan şerh ve haşiyeler de okutulmuştur. Ancak sorun şudur ki Batıda bir yandan Galileo, Descartes, Newton gibi isimlerle 16. yüzyıldan itibaren Aristo felsefesi ve mantığı terk edilirken ve yerine yeni bir yöntem ikame edilirken Osmanlı medreselerinde Aristo mantığı ve ona bağlı Garabi-İbn Sina geleneğine dayalı mantık anlayışı 19. yüzyılın sonlarına kadar okutulmaya devam edilmiştir. Tanzimat döneminde medrese eğitim sisteminde reformlar yapılmak istenmiş, bu reform paketlerinde mantık dersleri yine yer almış ve okutulmuştur ancak yenilik iddialarına rağmen okutulan mantık dersleri her seferinde Ebheri’nin İsagoci isimli eserine dayanmaktan kurtulamamıştır. Nihayet Ali Sedad Batıdaki yeni mantık akımlarını da içeren ilk Türkçe telif mantık kitabı olan Mizanü’l-Ukul fi’l Mantık ve’l-Usul adlı eserini 1885’te yazmıştır. Bundan sonra yine batı etkisiyle mantık ilminde eski anlayışın yavaş yavaş terk edildiği görülür.

 

Geldiğimiz noktada ise İslam dünyasında bir mantık geleneğinden, daha doğrusu “doğru düşünme” derdi gibi bir meseleden bahsetmek maalesef pek mümkün görünmemektedir. Geçmişte 8. yüzyılda mantık eserlerini İslam Dünyasına Yunancadan ve Süryaniceden çevirerek taşıyan isimler önemli bir mantık geleneği oluşturabilmişlerdir. Süryaniler Hristiyanlığa geçince düşünce dünyaları açısından da canlanmışlardı. Aristo’nun eserlerini kendi dillerine çevirmişlerdi ancak bu çeviriler Kilisenin izin verdiği kadarıyla sadece Kategoriler, Önermeler ve Birinci Analitiklerin 7. Bölümüne kadar olan kısmıydı. Süryanilerin yaşadıkları coğrafya Müslümanların hakimiyetine geçince Aristoteles’in bütün eserleri çevrilmeye başlandı. Böylece Süryaniler 8. Yüzyıldan itibaren bir nevi varisi oldukları antik Yunan’ın ilim ve felsefesini Arapça üzerinden İslam dünyasına taşımış oldular. Zamanla İslam dünyasında mantık ilmi Süryanilerin elinde olduğundan daha ileri bir seviyeye taşındı. Süryani kültüründe Aristoteles’in mantık sistemi tam oluşmamıştır çünkü çeviriler Kilise baskısı nedeniyle sınırlı kalmıştır. Ancak İslam dünyasındaki mantıkçılar, filozoflar ve bir kısım ulema mantık konusunu sadece Süryanilerden değil Aristoteles’ten de ileriye taşımayı başarabilmişlerdir. Ancak zamanla Batı'da Descartes’la başlatabileceğimiz gelişmelerin gerisinde kalınması sonucu bir yerde tıkanma başlamıştır ve bu durum halen aşılabilmiş değildir. Yapabildiğimiz sadece çeviriler ve aktarma sistemler üzerinden mantık ve bilimsel bilgiden haberdar olabilmemizdir. Yakın gelecekte de durum pek değişeceğe benzemiyor. Bu durumda bireysel çabaların kendini kurtarmada ve kişisel kaliteyi geliştirmede tek ve en önemli çıkış yolu olduğunu tekrar hatırlamak gerekiyor.