İslam Tarihinin Tartışılan Figürü: Hz. Muaviye | Tek Parça
Soru:
a) Hasan Basri’nin (ra) Muaviye'yi (ra); çeşitli nedenlerle ağır bir şekilde eleştirdiğini okudum.
b) Yine Muaviye’nin hutbelerde Hz. Ali’ye hakaret ettirdiği söyleniyor. Bunlar doğru mudur? Doğru ise bir sahabi olan Hz. Muaviye böyle bir şeyi nasıl yapar?
Cevap: Evet, Hasan Basri (ra) hazretleri, Hz. Muaviye’yi “Bu yanlışlardan bir tanesinin bile insanın mahvolmasına yeteceğini” söyleyerek şu dört noktada eleştirmiştir:1
- Hilafeti zor kullanarak ele geçirmesi,
- Layık olmadığı halde Yezid’i halef tayin etmesi,
- Hadis-i şerifin açık hükmüne rağmen Ziyad bin Ebih’i kendi nesebine dahil etmesi,
- Hucr bin Adî’yi haksız yere öldürtmesi…
Öncelikle “sahabe” kavramının zihinlerimizde doğru yer edinmesi önemlidir. Bizler Efendimiz’i (sas) Müslüman olarak gören her insana bir literatür alışkanlığı olarak sahabi diyoruz. Sahabi kelimesi sohbet kökünden türemiştir ve sohbet kelimesi de birisiyle beraber bulunmak, onunla arkadaş ve dost olmak demektir. Buna göre sahabi, Efendimiz’in (sas) sohbetine katılan, Onunla dost ve arkadaş olan insan demektir. Sahabe ve ashap kelimeleri de sahabi kelimesinin çoğuludur.
Kelimenin terim anlamı ise tartışmalıdır. Pek çok İslam alimi farklı tanımlar yapmış, kimlerin sahabi sayılıp sayılamayacağı hakkında çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Buna göre; kimi alimlerimiz Efendimiz (sas) ile arkadaşlık yapmanın yanında Onunla bir veya iki savaşa katılan kimsenin sahabi sayılacağını söylemişlerdir. Bazıları da sahabi sayılmak için Efendimiz’den en az bir veya iki hadis rivayet edilmesini şart koşmuşlardır. Kimileri Efendimiz’i görme zamanının akıl baliğ olduktan sonra olması gerektiğini söylemiş, kimileri de “görme” meselesini Abdullah bin Ümmü Mektum (ra) gibi âmâ sahabileri kapsam dışı bırakacağı için “görüşme” olarak ele almışlardır. Bazı fıkıh usulü alimleri de sahabi olarak anılabilmek için Efendimiz’le (sas) en az altı ay beraber bulunmak, ilim öğrenmek amacıyla Efendimiz’in yanına çokça gidip gelmek, hadis rivayet etmiş olmak gibi şartlar öne sürmüşlerdir. Kimileri de çerçeveyi çok geniş tutmuş, Efendimiz’i (sas) nübüvvetinden önce gören Zeyd bin Amr, Varaka bin Nevfel gibi Hanif veya muvahhit zatları da sahabi saymışlardır. Daha sonra İbn Hacer’in “Efendimiz’e (sas) mümin olarak erişen ve Müslüman olarak ölen herkes!” şeklindeki tanımı alimlerimizin çoğunluğu tarafından kabul edilen sahabi tanımı olmuştur.
Bu tanım teknik olarak kabul edilebilir bir tanımdır. Dolayısıyla Efendimiz’i (sas) mümin olarak görüp az da olsa Onunla sohbet etme şerefine nail olan, Onu duyup dinleyen ve hayatını o iman üzere tamamlayan her insan sahabidir.
Ancak bu durum sahabe efendilerimizin hepsinin aynı derecede olduğunu göstermez. Sahabenin her birisinin sahabi olmayan insanlara fazilet açısından bir üstünlüğü olduğu kabul edilir. Bununla birlikte sahabe efendilerimiz kendi içlerinde de tabakalara ayrılmışlardır. Bu tabakalara ayırmada ise kriter İslam’a giriş önceliği olmuştur. Örneğin Hâkim en-Nîsâbûri sahabeyi 12 tabakaya ayırır. Bunlar;
- Mekke’de tebliğin başladığı ilk dönemde Müslüman olanlar,
- Darunnedve’de Efendimiz’in sohbetinde bulunanlar,
- Habeşistan muhacirleri,
- Birinci Akabe Biatına katılanlar,
- İkinci Akabe Biatına katılanlar,
- Mekke’den Medine’ye hicret edenler,
- Bedir gazvesine iştirak edenler,
- Bedir savaşı ile Hudeybiye antlaşması arasında Müslüman olanlar,
- Hudeybiye’de Rıdvan Biatı’na katılanlar,
- Hudeybiye süreci ile Mekke’nin fethi arasında hicret edenler,
- Mekke’nin fethi esnasında Müslüman olanlar,
- Mekke’nin fethi ile Veda Haccı sırasında Efendimiz’i (sas) gören çocuklardır.
Buna göre Hz. Muaviye 11. tabakada yer almaktadır. Çünkü Hz. Muaviye, Mekke’nin fethi gününde babası Ebu Süfyan ile birlikte Müslüman olmuştur. Her ne kadar bazı rivayetlerde Hudeybiye antlaşması sürecinde Müslüman olduğu belirtilse de genel kabul Muaviye’nin Mekke fethinde Müslüman olduğu şeklindedir.
Sonuçta Hz. Muaviye ashaptandır. Ancak “Mutlak zikir kemaline masruftur.” şeklinde bir kaide vardır. Yani bir kavram spesifik olarak bir şeyi veya bir kimseyi işaret etmiyorsa, genel bir durumu, kişileri vb. ifade ediyorsa bu durumda o kavramla ilgili en iyi örnek/örnekler akla gelir. Örneğin “kitap” denilince akla Kur’an'ın, insan-ı kâmil deyince Efendimiz'in (sas) gelmesi gibi… Bu çerçevede “sahabe” deyince de Hz. Muaviye akla ilk gelen isimlerden değildir.
Diğer yandan Efendimiz’in (sas) bu kelimeyi kullanma tarzı da bize farklı kapılar açacaktır.
Örneğin: Halid bin Velid (ra) bir sebepten istemeyerek de olsa Hz. Ammar bin Yasir’i (ra) gücendirince Efendimiz (sas) Hz. Halid’i yaptığına pişman edecek derecede azarlamıştır.2 Yine Hz. Halid ile Abdurrahman bin Avf (ra) arasındaki bir tartışma Efendimiz’e (sas) intikal etmiş, Efendimiz de “Ashabımdan kimseye sebbetmeyin (kötü söz söylemeyin.) Şüphesiz sizden birisi Uhud kadar altın infak etse dahi onlardan birisinin bir müddüne de onun yarısı kadarına da erişemez.”3 buyurur.
Yine Hz. Ebu Bekir (ra) ile Hz. Ömer (ra) arasında yaşanan bir tartışmada da Efendimiz (sas) Hz. Ömer’i “Ashabımı bana bırakmalı değil miydiniz? Hepiniz beni inkâr ettiği zaman o beni tasdik etti.” şeklinde uyarmıştı.4
Demek ki Efendimiz (sas) için de bizim “sahabe” dediğimiz o kutlu insanların hepsi fazilet açısından aynı seviyede değildir.
Bu manada Hz. Muaviye veya Amr bin As gibi sahabiler Hâkim’in derecelendirmesini esas alırsak ilk derecelerde değillerdir. Ancak onlar da Efendimiz’i (sas) mümin olarak görmüşler, Onun arkasında namaz kılmışlar, Onun söylediklerini tasdik etmişler, Onun sohbetine katılmışlardır. Bunlar da az mazhariyetler değildir. Üstelik bizim gibi sıradan insanlara göre hiç basit meseleler değildir.
Hasan-ı Basri (ra) hazretleri de bir sahabi olmasa da sıradan bir insan değildir. Sahabe ikliminde büyümüş, o atmosferi duyarak yetişmiş bir insandır ve tabiinin en büyüklerindendir. Ayrıca Hz. Muaviye’nin çağdaşıdır. Bu yönüyle Muaviye’nin bazı hatalarını görmesi, bazı meselelerde onu eleştirmesi son derece doğaldır, normaldir.
Ancak unutulmamalıdır ki Hasan-ı Basri’nin Muaviye’yi eleştirdiği noktalarda Muaviye’nin de kendine göre açıklamaları olmuş olabilir. Bu da meselelere en azından tek taraflı bakmış olmamak adına bizim gibi o konulara yüzlerce yıl sonra bakan insanlar için önemli bir kriter olsa gerektir.
Bu bağlamda Hasan Basri’nin (ra) Muaviye’ye eleştirilerini teker teker inceleyecek olursak meselenin Hz. Muaviye açısından nasıl olduğunu şu şekilde ele alabiliriz:
Hilafeti Zor Kullanarak Ele Geçirmesi:
Hilafetin zor kullanılarak ele geçirilmesi konusunda Hz. Muaviye’nin eleştirilmesi doğru olabilir. Tahkim hadisesinde yaşananlar, Hz. Ali’nin (ra) Haricilerle uğraşırken Muaviye’nin bu durumdan faydalanması ve Mısır’ı ele geçirmesi, sonra Basra, Medine ve Yemen hamleleri kendi istediği gibi olmuş, nihayet Hz. Ali’nin (ra) hariciler tarafından şehit edilmesiyle oluşan iktidar boşluğunu da kendisi doldurmuştur. Hz. Ali’den sonra kendisine “müminlerin emiri” sıfatıyla biat almış, Hz. Hasan’a (ra) biat edenler olmuşsa da Muaviye bu meseleyi Hz. Hasan ile anlaşarak halletmiştir. Hz. Hasan’ın kendine biat edenlere bile tam güvenememesi esasında siyasi iktidara reel olarak Muaviye’nin daha yakın olduğunu gösteriyordu denilebilir. Burada dikkat edilmesi gereken iktidarın Muaviye’nin “hakkı” olduğu değil, reel politik açısından Muaviye’nin o boşluğu bir “melik” olarak daha iyi doldurabileceği gerçeğidir. Bu da Muaviye’nin haklılığını değil Müslümanların Hz. Hasan (ra) gibi bir halifeye layık olmadıklarını gösterir. Zaten sonunda Muaviye de Kûfe mescidinde aldığı umumi biat ile Müslümanların formel anlamda “halifesi” olarak kabul edilmiş oldu.
Ancak Muaviye’ye tam manasıyla “Müslümanların halifesi” veya “Müminlerin emiri” denilmesi de doğru değildir. Çünkü örneğin Sad bin Ebu Vakkas (ra) Hakem veya Tahkim olayından sonra Muaviye’nin halifeliğine razı olmadığı için ona hiçbir zaman “Emirü’l Müminin” olarak selam vermemiş, o şekilde hitap etmemiştir. Ancak “Melik” (Kral) sıfatını kullanarak selam vermiş ve öyle hitap etmiştir. Muaviye, Sad’ın bu tavrına bozulmuş ve ona “Bana Emirül Müminin şeklinde hitap edebilirsin. Bulunduğum göreve bu şekilde gelmek istemezdim.” demek durumunda kalmıştır.5 Zaten Muaviye’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra da onun politikalarında yer almamak için Medine dışında bir ev yaptırıp oraya yerleşmiş ve ömrünün sonuna kadar orada yaşamıştır.6
Ebu Said el-Hudri (ra) de Muaviye’nin yanına girince “Allah’ın selamı üzerine olsun ey melik!” şeklinde selam vermiş, Muaviye buna kızarak Müminlerin Emiri demediği için Ebu Said’e kızmış, Ebu Said el-Hudri de “Seni biz emir yapsaydık haklıydın. Ancak sen onu zorla aldın.” cevabını vermiştir.7
Sahabenin alimlerinden kabul edilen Misver bin Mahreme (ra) de Muaviye’yi “Melik” sıfatıyla selamlayınca Muaviye kendisine bu şekilde hitap edilmesinden hoşlanmadığını söyleyerek kendisinin hataları olduğunu ve bu hatalar nedeniyle Allah’ın affını istediğini söylemiştir.8
Dolayısıyla sahabe içinde Muaviye’nin iktidara gelme tarzını meşru bulmayanlar vardır. Hatta Muaviye’nin de bu konuda bir özeleştiri yaptığı görülmektedir. Bu tarzın kendinden önceki halifelerle aynı şekilde olmadığı zaten açıktır. O hâlde Muaviye’nin yaptığını Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali (ra) ile kıyaslamak ideal açıdan doğru olsa da reel politik açısından doğru bir sonuç vermeyebilir. Tabii burada tekrar etmemiz gerekir ki; bunları söylemekle Muaviye’nin haklı veya iktidarın onun hakkı olduğunu kastetmiyoruz. Sadece meselenin farklı yönlerini de beyin fırtınasına dahil etmeye çalışıyoruz.
İçtihat Meselesi
Özellikle ehl-i sünnet alimleri tarafından Hz. Ali (ra) ve Hz. Muaviye arasındaki ihtilafın her ikisinin farklı içtihatlarından kaynaklandığı kabul edilir. İbn Hacer gibi bazı alimler Muaviye’nin ve Hz. Ali’nin adeta iki farklı müçtehitin fıkhî bir meselede ihtilaf etmelerine benzer bir görüş ayrılığına sahip olduğu kanaatini taşırlar. İçtihadında isabet eden müçtehide iki, yanılan müçtehide bir sevap olacağı hadisinden yola çıkarak Muaviye’nin de hatalı içtihadı nedeniyle mazur görülmesi gerektiği sonucuna ulaşılır.
Ehl-i sünnet alimlerinin sahabeye dil uzatılmasını engellemek amacıyla böyle bir görüşü öne sürdükleri düşünülebilir. Eğer amaçları bu ise haklıdırlar. Çünkü gerçekten de ortada bir düşünce farklılığı vardır. Ancak ortada bir düşünce farklılığının olması ayrı bir şeydir, meseleyi bir içtihat farklılığına indirgemek ayrı bir şeydir.
Diğer yandan dünyevi meselelerde “Ne yapmalıyım?” sorusuna cevap aramanın “içtihat” kelimesiyle açıklanması doğru değildir. Hata edenin de bir sevabı olduğu içtihat bir insanın “Bu konuda Allah’ın emrettiği, istediği ve razı olduğu amel veya davranış nedir?” sorusuna cevap araması, bu cevabı da konuyla ilgili tüm ayetleri, hadisleri, alimlerin görüşlerini bilerek ve değerlendirerek araması, bütün gücünü kullanarak böyle bir ceht ortaya koymasıdır. Ancak bu şekilde davranılırsa hata edilse dahi sevaba mazhar olunur.
Bununla beraber ehl-i sünnet alimlerinin konuyu açıklamak için “içtihat” kavramına başvurmaktan başka şansları da yoktur.
Bu noktada Bediüzzaman’ın Hz. Ali (ra) taraftarlarıyla Muaviye taraftarları arasındaki mücadeleyi “hilafet ve saltanatın muharebesi”(9) olarak tanımlaması önemli bir tespittir. Buna göre Hz. Ali (ra) dinin hükümlerini, İslam’ın hakikatini ve ahireti esas alarak devlet idaresine ait bir kısım kanunları ve siyasetin bazı merhametsiz ilkelerini onlara feda etmiştir. Hz. Muaviye ise Müslümanların toplumsal hayatını saltanat siyasetiyle güçlendirmek için azimeti bırakmış, ruhsatla amel etmiş ve kendini siyaset yapmaya mecbur zannederek hataya düşmüştür.
Hz. Muaviye’nin bu konuda hata yaptığını zaten ehl-i sünnet de kabul etmektedir. Burada aşırıya kaçıp Şia’nın haksız ithamlarına haklılık payı vermek de ayrı bir uç olacaktır. Sonuç olarak Hz. Muaviye’nin iktidarı ele geçirme tarzı kendisinden önceki halifelerle aynı tarzda, yani şura sonucunda olmamıştır. Bu doğrudur. Ancak Hz. Hasan (ra), Hz. Hüseyin (ra) gibi ehl-i beytin gözbebekleri olan mübarek isimlerin yanında pek çok sahabenin de kendisine biat ettiğini unutmamak gerekir. Hatta Hz. Muaviye’yi bu noktada eleştiren Hasan-ı Basri dahi Rebi bin Ziyad’ın emrindeki orduyla sefere katılmış, valinin sekreterliğini yapmıştır. Dolayısıyla Muaviye’nin hata yaptığını kabul etmekle ona biat etmemek çok farklı şeylerdir.
Yezid’i Halef Tayin Etmesi
Daha önce de açıklandığı gibi(10) Muaviye’nin oğlunu veliaht tayin etmesi reel politik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Evet, Muaviye kendinden önceki halifeler gibi şura esasına göre hareket etmemiştir. Hasan-ı Basri gibi tabiin alimleri de bir idarenin başındaki kişinin şura usulüne göre, yönetici sıfatına uygunlar arasındaki en faziletli olanı üzerinde ittifak edilerek seçilmesi gerektiğini söyler. Raşit halifeler de böyle seçilmişlerdir.
Muaviye döneminde ise ashabın önde gelenlerinden pek az kişi hayatta kalmıştır ve onlar da muhtemelen bütün Müslümanları tek çatı altında toplayabilecek kadar siyaset erbabı değildir.
Diğer yandan İslam dünyası artık sadece Mekke ve Medine’den oluşmuyordu. Sınırlar genişlemiş, farklı halklar İslam’a dahil olmuştur. Bu durumda şura sisteminin reel olarak devam etme şansı ne kadardır bilinemez. Çünkü öncelikle insanların manevi potansiyelleri o sistemin bütün kemâliyle işlemesinin önündeki en büyük engeldir. Zaten Hasan-ı Basri hazretleri de şuranın terk edilmesi ve veraset sistemine geçilmesinin ardından iktidar, toplum, siyaset ve yönetim kavramları üzerine yeniden düşünmüş, bir toplumun ahlaki veya manevi durumu ile idare biçimi arasında bir ilişki olduğu sonucuna varmıştır. Yani Hasan-ı Basri’ye göre, bir toplumda salih, hayırlı, iyi bir idareciyi ayakta tutmaya yetecek kadar faziletli insanlar yoksa o idarecinin idareci olarak varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Çünkü idare şekli ve idareciler topluma hâkim olan unsurların sahip oldukları zihniyetin bir yansımasından ibarettir.
Bu durumda saltanata geçilmiş olması Efendimiz (sas) ve ashabının yaşadığı o berrak hayatın artık kalmadığını, o iklimin var olamayacağını, vahyin reel dünya ile karışarak farklı bir hâl alacağını, İslam’ın pek çok güzelliğinin görülebileceğini ancak Efendimiz (sas) dönemindeki o dupduru, tertemiz hâlinin görülemeyeceğini de göstermektedir. Bu durumda idareciler de ona göre olacaktır. Bu tarihin (veya kaderin) kaçınılmaz doğasıdır. Zaten Muaviye’nin vefatından sonra şura sistemindeki ideal tanımlamalara uygun, son derece takvalı ve faziletli, raşit halifeler ayarında birisinin varlığından söz etmek de mümkün değildir.
Ziyad bin Ebîh’i Kendi Nesebine Dahil Etmesi
Tarih kitaplarında anlatılanlara göre Ziyad bin Ebih’in annesi Sümeyye İranlı bir devlet adamının cariyesi iken Yemen kralına hediye edilmiş, o da Sümeyye'yi; Taif’te hasta iken kendisini tedavi eden Taifli bir doktora hediye etmiştir. O doktor da Sümeyye’yi kölesi ile evlendirmiş, daha sonra karısının veya kızının kölesi ile evlendirmiştir. Ziyad da bu süreçte doğmuş ancak babası tespit edilememiştir. Bu nedenle “babasının oğlu” anlamına gelen “İbn Ebîh” ismiyle künyelenmiştir.(11)
Ziyad, Hz. Ali (ra) ile Muaviye arasındaki mücadelede Hz. Ali saflarında yer almıştır. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.anhüm) dönemlerinde bilgi, zeka ve hitabet yetenekleri nedeniyle Basra’da valilik vekaleti dahil bazı resmi görevlerde bulunmuştur. Kendisinin askeri başarıları da bulunan parlak bir devlet adamı olduğu açıktır. Bu özelliklerine istinaden olsa gerek Muaviye kendisine mektup yazarak onu kendi saflarına çekmek istemiş ancak başaramamıştır. Hz. Ali’nin vefatından sonra da Ziyad aynı tavrını sürdürmüş, ailesine yapılan baskılara rağmen Muaviye’nin isteklerini kabul etmemiştir.
Hz. Hasan’ın (ra) hilafet hakkından vazgeçip idareyi Muaviye’ye teslim etmesinin ardından Ziyad, Kûfe valisi Muğire bin Şube’nin araya girip ikna etmesiyle Muaviye’ye karşı tavrını değiştirdi ve Muaviye ile görüştükten sonra Kûfe’ye yerleşti. Kendisinin aslında Ebu Süfyan’ın oğlu ve Muaviye’nin baba bir kardeşi olduğuna dair çeşitli söylentiler vardı. O da bundan etkilenerek Muaviye’nin kendisini Ebu Süfyan’ın nesebine katması beklentisine girdi. İki yıl sonra da Muaviye onu babasının yani Ebu Süfyan’ın nesebine dahil etti. Bu amaçla Şam’da bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıda bazı şahitler Ebu Süfyan’ın kendilerine Taif’te Ziyad’ın annesi Sümeyye ile ilişkiye girdiğini ve Ziyad’ın kendisinin oğlu olduğunu söylediğini beyan ettiler. Bundan sonra Ziyad bin Ebîh, Ziyad bin Ebu Süfyan olarak anılmaya başlandı.
Efendimiz (sas) bir hadislerinde “Çocuk kimin yatağında doğmuşsa onun nesebine aittir. Zina edene ise taş veya mahrumiyet vardır.” buyurur.(12) Bu nedenle Muaviye’nin bu yaptığı sünnete aykırıdır.
Bu konuda Muaviye’yi kendi döneminde eleştirmeyen kimse kalmamıştır. Hatta bu konudan en çok rahatsız olanlar Muaviye’nin de mensup olduğu kabile olan Beni Ümeyye mensupları olmuştur. Beni Ümeyye kabilesinin iki kolu vardır. Birincisi Süfyaniler (ki Muaviye bu koldandır), diğeri de Mervaniler… Mervan bin Hakem ve kardeşi Abdurrahman bin Hakem’in de bulunduğu bir grup Beni Ümeyye mensubu Muaviye’ye giderek Ziyad’ı nesebine kattığı için onu eleştirmişler, kendilerine karşı bir sayı çokluğu oluşturma peşinde olduğunu söyleyip tepki göstermişlerdir.(13)
Muaviye’ye bu konuda yapılan eleştirilerin hepsi haklıdır. Çünkü umumi bir hukuk prensibi çiğnenmiştir. Üstelik bu prensibi bir sultanın çiğnemesi insanların hukuka saygılarını azaltmak gibi önemli sonuçlar doğurabilecektir. Muaviye’nin bu işi politik gayelerle yapması, siyasi gücünü korumak veya geliştirmek için gerçekleştirmesi yapılan işin yanlışlığını ortadan kaldırmayacaktır.
Hucr bin Adî’yi Haksız Yere Öldürtmesi
Hucr bin Adî (ra) Cemel ve Sıffin olaylarında Hz. Ali (ra) saflarında yer almış bir sahabidir. Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra Kûfe’ye yerleşmiş, orada yaşamaya başlamıştır. Bir Emevi politikası olarak uygulanan, valilerin hutbelerde Hz. Ali (ra) ve taraftarları aleyhine kötü sözler söylemelerini hiçbir zaman kabul edememiş, her fırsatta bütün cemaatin önünde tepkisini açıkça ve sert bir şekilde göstermiştir. Ancak her şeye rağmen o da Hz. Hasan (ra) ve diğer Müslümanlar gibi Muaviye’ye biat etmişti.
Hz. Hucr’un Hz. Ali’ye (ra) kötü sözler söyleyen valileri alenen eleştirmesi valiler açısından otoritelerinin zayıflaması algısı oluşturuyordu. Ayrıca bir gün Muaviye’ye götürülmek üzere Vali Muğire tarafından hazırlanan bir kervanın önünü kesmiş ve en baştaki devenin yularını tutarak “Yemin ederim her hak sahibinin hakkı ödenmeden bu kervanı bırakmayacağım.” demiş, bunun üzerine Muğire’yle aynı kabileden olan gençler Hucr’u öldürmeyi teklif etmiş ancak Muğire bunu kabul etmemiştir.
Muğire’nin ölümünden sonra Muaviye Kufe ve Basra’yı idari açıdan birleştirip vali olarak Ziyad bin Ebîh’i atamış, Ziyad’ın da ilk işi bölgedeki asayiş sorunlarını yoluna koymak olmuştur. Ayrıca Ziyad, Muğire kadar yumuşak ve hoşgörülü bir insan değildir. Hucr’u da eskiden beri tanımaktadır. Onu otoriteyi sarsacak söz ve eylemlerden uzak durması için uyarır ve Kûfe’den Basra’ya gider. Bu esnada Hucr’un etrafında toplanan ve kendilerine Hz. Ali taraftarları diyen kitleler Hucr’u yönetime karşı kışkırtır. Etrafında binlerce insanla Hucr adeta bir isyan görüntüsü verir. Kûfe’de Ziyad’ın yerine vekalet eden Amr b. Hureys Hucr’u uyarır ancak Hucr bu uyarıları da dikkate almaz. Çağrı üzerine Ziyad Kûfe’ye döner, bir Cuma hutbesinde Hucr ve adamlarını tehdit eder. Durumu da abartılı bir dille Muaviye’ye bildirir. Muaviye de Hucr’un tutuklanarak kendisine gönderilmesini ister. Zaten Kûfe’nin ileri gelenleri de Hucr taraftarı olan akrabalarını ikna edip Hucr’dan ayrılmalarını sağlamıştır ve böylece Hucr’un yanında çok az adam kalmıştır. Sonra Hucr tutuklanmış, hakkında silahlı isyan suçundan bir iddianame düzenlenmiş, onlarca şahit tarafından bu iddianame imzalanmıştır. Hatta imzalayanlar arasında Hz. Ali’nin (ra) talebelerinden olan fakih Şüreyh bin Hânî gibi isimler de vardır. Nihayet Hucr ve beraberindeki 14 kişi Şam’a gönderilir. Şam yakınlarında bir yerde hapsedilirler. Ziyad bu arada Muaviye’ye Hucr ve arkadaşlarının bir daha Kûfe’ye gönderilmemesini isteyen bir mektup yazar. Bunun üzerine Muaviye Hucr ile hapsedilen 6 kişinin serbest bırakılmasını, Hucr ve kalanların Hz. Ali’yi (ra) lanetledikleri ve Hz. Ali’den uzak olduklarını söyledikleri takdirde serbest bırakılmalarına, aksi halde öldürülmelerine karar verir. Hucr ve arkadaşları bu teklifi kabul etmeyince de hepsi öldürülür.
Bu haber Hasan Basri’ye ulaşınca kendisi bunu elbette tepkiyle karşılamıştır. Sadece Hasan Basri değil, Medine’de Hz. Aişe (rh.a) validemiz de henüz hayattadır ve Muaviye Medine’ye gidip validemizi ziyaret ettiğinde Muaviye’yi bu konuda ağır bir şekilde kınamıştır. Muaviye’nin bu konudaki savunması ise “Ey müminlerin annesi! Ben hayatta kaldığı takdirde insanları fesada sürükleyecek bir adamın öldürülmesini, hayatta bırakılmasından daha buldum ve bunu da insanlarına yararına saydığım için onu öldürdüm.” şeklinde olmuştur.(14)
Buradan da anlaşılmaktadır ki: Siyasetin kendine özgü bir zulmü, bir pisliği vardır. Siyasete bir defa giren bir insan için bu pisliğe ve zulme bulaşmamak adeta mümkün değildir. Gerçekten de siyaset farklı bir alemdir. O aleme kapılan birisi saltanatın devamı için kendi kardeşini veya öz oğlunu boğdurabilir, kendi babasına karşı savaşabilir. Kendi dininden, kendi milletinden binlerce insanın ölmesini kabul edebilir. Bütün bunları da siyasetin gereği olarak kabul etmekte bir sakınca görmez.
O dönemin genel portresi de artık siyasi atmosferin dini atmosfere baskın gelmesi şeklindedir. İnsanlar artık Efendimiz (sas) ve ilk halifeler dönemindeki gibi ahlaklı, anlayışlı, müttaki insanlar değildir. İdarecilerin de öyle olması pek mümkün görünmemektedir.
Son tahlilde; Muaviye bir halife değildir, kraldır. Kendisi bir kral olarak görülmeli ve icraatları öyle değerlendirilmelidir. Dolayısıyla “Bir sahabi nasıl böyle bir şey yapabilir?” sorusunu “Bir kral neden böyle davranır?” sorusuyla değiştirmek daha mantıklı olacaktır.
Muaviye’nin Hutbelerde Hz. Ali’ye Hakaret Ettirdiği İddiaları
Bu konuda İslam tarihi kaynaklarında genellikle “zem”, “sebb”, ve “şetm” kelimeleri kullanılır. Zemmetmek, kötülemek ve yermek demektir. Sebbetmek ve şetmetmek de kısacası hakaret etmek anlamına gelir. Bu kelimeleri Türkçedeki anlamıyla galiz küfürler ve sövme olarak anlamamız yanlıştır. Her ne kadar bu kelimelerin anlamı nihayetinde “birinin aleyhinde kötü söz söylemek” anlamına gelse de Türkçedeki “küfretme, sövme” kelimelerinin çağrışımlarından farklıdır.
Diğer yandan bu konuda İslam tarihi kaynakları farklı şeyler anlatmaktadır. Bu anlatılanların da güvenilirliği her zaman tartışma konusu olmuştur. Bazı ehl-i sünnet alimleri Muaviye’nin ve valilerin hiçbir zaman böyle bir uygulama yapmadıklarını iddia ederlerken kimileri Muaviye’nin değil sadece valilerin bunu yaptıklarını, bunun da Muaviye’nin suçu olmadığını söylemeyi tercih etmişlerdir. Kimileri de böyle bir uygulamanın varlığını kabul etmekle beraber bu uygulamanın karşılıklı olduğunu ve köklerinin Tahkim olayına dayandığını belirtmişlerdir.
Bu meselenin başlangıcı konusundaki en yaygın rivayet şu şekildedir; Muaviye bir gün Kûfe valisi Muğire bin Şube’yi çağırarak ona şöyle der: “Ben sana bazı şeyler tavsiye etmek istedim ancak ileri görüşlülüğüne güvenerek bunları (yapıp yapmamayı) sana bıraktım. Bununla birlikte bazı şeyleri tavsiye etmekten kendimi alamıyorum. Ali’yi sürekli olarak kötülemeyi ihmal etmeyeceksin. Osman’a da rahmet okuyup sürekli mağfiret isteyeceksin. Ali’nin ve adamlarının ayıplarını her fırsatta ortaya koyacak, onları kötüleyip duracaksın. Osman’ın taraftarlarını sürekli övecek, Ali’nin taraftarlarını ise yere batıracaksın.” Muğire ise: “Sen beni denedin ve bu şekilde ben de denenmiş oldum. Sen de aynı şekilde deneneceksin ve sonunda ya övüleceğiz veya sürekli yerilip duracağız.” diye karşılık vermiş, Muaviye de “İnşallah ikimiz de sürekli övülüp duracağız.” demiştir.(15)
Bu rivayetin aslının olup olmadığı pek çok tarihçi tarafından tartışılmıştır. Çünkü bu rivayetin cerh ve tadili yani rivayet edenlerin doğrulukları, güvenilirlikleri sorgulanmamıştır. Bu nedenle bu rivayetin kesin bir kanıt olarak kullanılması pek doğru olmayacaktır.
Bunun dışında bir başka rivayete göre de Hz. Hasan (ra) idareyi Muaviye’ye bırakacağı zaman bazı şartlar öne sürmüştür. Kûfe hazinesinin kendisine bağlanması, ailesinin ve taraftarlarının can ve mal güvenliğinin sağlanması gibi şartların yanında bir de Muaviye’nin hâkim olduğu bölgelerde minberlerden Hz. Ali'ye (ra) kötü sözler söyleme uygulamasının kaldırılmasını şart koşmuştur. Ancak bu son şart tam olarak uygulamaya geçirilmemiştir. Muaviye’nin hâkim olduğu yerlerde en azından Hz. Hasan’ın duyacağı şekilde bu uygulamanın kaldırıldığını söyleyen kaynaklar da vardır.(16) Ancak farklı rivayetlerden Hz. Ali (ra) taraftarlarının yoğun olduğu bölgelerde bu uygulamanın kısmen devam ettirildiği de söylenmektedir.
Bir başka rivayet ise Müslim’de geçen bir rivayettir. İmamiye Şiasının da delil olarak kullandığı bu rivayete göre Muaviye bir gün Hz. Sa’d bin Ebu Vakkas’a haber göndererek “Ebu Türab’a (Hz. Ali’ye) hakaret etmekten seni alıkoyan nedir?” diye sorar. Hz. Sa’d da şu cevabı verir: “Ben Allah Rasulünden bu konuda üç şey işittim, bu nedenle Ali’ye hakaret edemem. Rasulullahın bu söyledikleri benim için kırmızı develerden ve bütün makamlardan daha değerlidir.”(17)
Bu rivayetteki “hakaret” olarak çevrilen kelime bizim günlük dilde kullandığımız hakaret anlamına gelmemektedir. Bu kelime dönemin kültürel ve siyasi kullanımına da uygun olarak daha çok “aleyhte konuşmak” demektir. Bu durumda Muaviye Hz. Sad’a “Neden Ali’nin aleyhinde değilsin de benim aleyhimdesin?” yani “Neden benim yanımda değilsin de Ali’nin yanındasın?” gibi bir soru sormuş olmaktadır.(18)
Bazı rivayetlerde ise Tahkim hadisesinden sonra Hz. Ali’nin (ra) bir süre Muaviye ve onun taraftarı birkaç kişiye ismen beddua ettiği, bunu duyan Muaviye’nin de Hz. Ali ve çevresindeki birkaç kişiye lanet okuduğu geçmektedir.(19) Bu durumda lanetleşme veya sövgü uygulamasını ilk başlatan Hz. Ali (ra) olmaktadır. Ancak bu rivayetin Ebu Mihnef isimli bir tarihçi kanalıyla gelmesi rivayete şüpheyle yaklaşılması için yeterlidir. Çünkü Ebu Mihnef hadis alimleri tarafından güvenilir olmayan ve rivayet ettiği hadisler kabul edilmeyen birisi olarak bilinir. Onun için bazıları aşırı Şii ve Rafızî gibi ithamlarda da bulunmuşlardır. Dolayısıyla bu rivayeti ciddiye almamızı gerektirecek bir durum yoktur.
Diğer rivayetler ise daha çok Şia’nın abartılı anlatımları ve sünni dünyadaki bazı kitapların da bundan etkilenerek alıntıladığı anlatımlardır. Bu anlatımlara göre Muaviye, bütün ehl-i beyt mensuplarına hutbelerde hakaretler, küfürler ve lanetler ettirmekte, imamları ve valileri buna zorlamakta, karşı çıkanlara zulmetmekte hatta onları öldürmektedir. Ancak meselenin böyle olmadığı açıktır.
Bu uç anlatımların aksine olarak sünni dünyada “Muaviye gibi faziletli bir sahabi hiç böyle bir şey yapar mı?” mantığıyla bazı savunmalar geliştirilmiştir. Tarihi anlatımlar karşılıklı olarak ele alınınca, yani Muaviye’nin böyle bir uygulamayı sistematik ve organize bir şekilde yaptırdığı yahut yaptırmadığı şeklindeki anlatımların her birisi analitik olarak ele alınınca şu sonuçlara ulaşmamız mümkündür:
İslam tarihinde hutbelerin pek çok zaman siyasi yönleri olmuştur. Hutbelere siyasi konuların dahil edilmesi o dönemde de yaşanmış olabilir. Örneğin Emevilerin hutbelerde “Ali evlatları size karşı savaşıyor, siz de onlara tepki gösterin!” anlamına gelebilecek ibareleri kullanmaları biraz makul görülebilir. Ancak bunun ötesinde hakaret, lanet gibi anlamlara gelecek kelimelerin kullanılması, üstelik bunun düzenli hâle gelmesi büyük vebaldir. Ancak bunun her zaman böyle olduğuna dair elimizde doğruluğu kesin, sahih bir nakil de bulunmamaktadır.
Diğer yandan Muaviye’nin böyle bir uygulamayı başlattığını doğru kabul etsek dahi bunu sürekli bir şekilde ve sistematik olarak, üstelik İslam coğrafyasının her bölgesinde devam ettirdiğini söyleyemeyiz. O dönemin siyasi atmosferiyle uyumlu bir şekilde Hz. Ali (ra) taraftarlarının yoğun olduğunu bölgelerde bu uygulamanın kısmen yapıldığını ancak genellikle yapılmadığını söylemek belki daha doğru olabilir. Hatta meseleyi sadece Muaviye açısından münferit birkaç seferlik bir uygulama olarak görmek de mümkündür. Çünkü Muaviye’nin Hz. Ali lehine övgü dolu sözleri de bulunmaktadır.
Örneğin bir rivayette Ebu Müslim el-Havlanî Muaviye’nin huzurunda ona “Ali ile kendini bir gördüğün için mi ondan hilafeti istedin?” diye sormuş, Muaviye de “Vallahi ben onun benden daha hayırlı ve üstün olduğunu inkâr etmiyorum.” diyebilmiştir.
Yine Hz. Ali’nin (ra) şehadet haberi Muaviye’ye ulaştığında Muaviye’nin ağladığı, karısının “Hem onunla savaştın hem de şimdi arkasından ağlıyor musun?” demesi üzerine Muaviye’nin “Sen insanların nasıl bir fazilet ve ilmi kaybettiğini bilmiyorsun!”(20) dediği de bilinmektedir.
Şu rivayet de dikkat çekicidir: Busr isimli birisi Muaviye’nin huzurunda Hz. Ali (ra) hakkında ileri geri konuşurken orada Hz. Ali’nin akrabalarından olan Zeyd isimli birisi de bulunmaktadır. Zeyd, Busr’un kafasına bir sopayla vurur ve onu yaralar. Muaviye de bunun üzerine Busr’a “Zeyd’in dedesi Ali’ye herkesin önünde nasıl hakaret edersin? Faruk’un (Ömer’in) oğlunun (Zeyd’in) buna tahammül edebileceğini mi zannettin?” der.(21)
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki; Muaviye’nin bizzat kendisi Hz. Ali (ra) ve ailesi aleyhine hakaret veya lanetleme gibi bir uygulamanın içine girmemiştir. Ancak Medine ve Kufe valiliklerinde böyle bir uygulamanın bir süre devam ettiğine dair kayıtlar da bulunmaktadır. Bunun da en önemli nedenlerinden birisi valilerin kendi hakimiyetlerini ancak bu yolla sağlayabilmeleridir.
Diğer yandan bu uygulamanın Hz. Ali’nin (ra) fanatik sayılabilecek taraftarlarını tespit etmek amacıyla yapıldığı da söylenebilir. Muaviye veya valilerinin sadece hakaret veya aleyhte konuşmalara itiraz edenleri öldürdüklerini söylemek doğru olmaz. Nitekim daha önceden bahsedildiği gibi Hucr bin Adî (ra) vali Muğire’nin hutbede Hz. Ali (ra) aleyhine konuşmalarına birden fazla kez itiraz etmiş ancak bunların hiçbirisinde sırf itiraz ettiği için cezalandırılmamıştır. En sonunda yanında 3.000 kadar silahlı adamın toplanması, Şam’a giden kervanın durdurulması gibi isyan teşebbüsü sayılabilecek olaylarda çevresindeki insanlar tarafından öne çıkarılması (ki o insanlar da daha sonra Hucr’u yalnız bırakmışlardır) nedeniyle idam ettirilmiştir. En azından idamın siyasi ve görünür nedeni budur.
Bu noktada Medine valiliği yapan Mervan bin Hakem’in de Hz. Ali (ra) ve taraftarlarına hakaret uygulamasını uzun süre devam ettirdiği kaynaklarda nakledilir. Görevden alınınca yerine atanan Said bin el-Âs’ın ise bu uygulamayı sürdürmediği, Hz. Ali ve taraftarlarına hiç hakaret etmediği de bilinmektedir. Mervan bin Hakem’in valiliği boyunca hutbelerde Hz. Ali’ye yaptığı hakaretleri o süreçte Cuma’ya giden Hz. Hasan (ra) da elbette bilmektedir. Hz. Hasan hutbe esnasında Mescide gelir, Efendimiz’in (sas) hücresinde oturur, hutbe bitince de namazını kılıp evine dönerdi. Hz. Hasan’ın bu hakaretler karşısında herhangi bir karışıklık çıkardığına hatta bir kere hariç sesli olarak itiraz ettiğine bile kaynaklarda rastlanmaz. Hatta “Mervan’a cevap vermeyecek misin?” diye soranlara da cevap bile vermediği nakledilir. Aslında bu durum da tek başına çok önemli mesajlar içermektedir. Diğer yandan Hz. Aişe (rh.a) validemizin de Mervan’a tepki gösterdiği ve onu kınadığı kaynaklarda bildirilmektedir.(22) Bu noktada Mervan bin Hakem’in yerine atanan vali Said bin Âs’ın bu uygulamayı devam ettirmemesi dikkat çekicidir.
Muaviye’den sonraki dönemde ise hakaret uygulamasının sistematik ve sürekli, yoğun olarak devam ettiğine dair hemen hemen hiçbir kayıt yoktur. Muaviye’nin iktidarı 680 yılına kadar sürmüştür. Daha sonra bu hakaret uygulamasının Ömer bin Abdülaziz (ra) döneminde resmi olarak kaldırıldığı bilinmektedir. Ömer b. Abdülaziz’in halife olma tarihi 717’dir. Bu durumda hakaret uygulamasının Muaviye’den sonra en az 37 yıl daha devam etmiş olması beklenir. Ancak gerek Muaviye sonrası Emevi sultanlarının gerekse Emevi valilerinin bu konuda hakaret içerikli söylemlerine kaynaklarda neredeyse hiç rastlanmamaktadır. Örneğin Mervan bin Hakem’in Medine valisi iken Hz. Ali (ra) ve taraftarları aleyhine yaptığı hakaretlerle ilgili pek çok tarihi anlatım varken onun sultanlığı döneminde hatta onun neslinden gelenlerin de döneminde böyle bir hakaret uygulamasına dair hiçbir kayıt yoktur.(23)
Bu durumda iki ihtimal söz konusudur: Ya herhangi bir hakaret veya lanetleme uygulaması olmamıştır veya herkes bu uygulamaları benimsemiş, hakkında söz etmeye değmeyecek kadar sıradan bulmaya başlamışlardır. İkinci ihtimal imkansızdır çünkü Hz. Ali (ra) evlatları Muaviye’den sonraki dönemde de Emevilerle pek iyi ilişkiler içinde olmamış, yer yer çatışmalar da yaşanmıştır. O hâlde ilk ihtimal daha mantıklı görünmektedir.
Diğer yandan Ömer bin Abdülaziz’in Muaviye’den beri devam eden hutbelerde Hz. Ali (ra) ve ehlinin lanetlenmesi uygulamasını kaldırmasıyla ilgili bilginin İslam tarihi kaynaklarından sadece İbn Sa’d’da yer alması, İbn Kesir, Zehebî, Taberi veya Suyuti gibi görece daha kıymetli eserlerde yer almaması da Ömer bin Abdülaziz’in böyle bir uygulaması olmayabileceğini yahut olsa bile bunun sadece Basra bölgesinde karşılaşılan münferit bir hakaret iddiasıyla ilgili olabileceği ihtimalini gündeme getirmektedir.
Bu tartışmalar bir yana, genel kabule göre Ömer bin Abdülaziz, hutbelerde Hz. Ali (ra) ve ehline hakaret edilmesini yasaklamış, bunun için valiliklere (veya uygulamanın kısmen devam ettiği tek bir valiliğe) mektup yazarak bu yasağı resmi olarak bildirmiştir. Bunun yerine de hutbelerde şu iki ayetin okunmasını emretmiştir:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.”(24)
“Gerçek şu ki, Allah adâleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder; yüz kızartıcı işleri, fenalığı ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(25)
Dolayısıyla bugün Cuma hutbelerinin sonunda bu ayeti okuma uygulamasını Ömer bin Abdülaziz’in başlattığını söyleyebiliriz.
Sonuç
Ömer bin Abdülaziz’in (ra) hutbelerde okutulmasını emrettiği şu ayet aslında bizim için bu konulardaki genel ilke olmalıdır:
“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.”(26)
Ayetin manası açıktır. Allah Teala müminlerin kalplerinde herhangi bir mümine karşı kin, düşmanlık gibi olumsuz bir duygunun en ufak bir emaresinin bile bulunmasına razı değildir. Böyle bir izden kurtulmak için de Kur’an bizlere bu duayı öğretmektedir.
Diğer yandan Hz. Ali (ra) ile Hz. Muaviye (ra) arasında geçen olaylar herkesten önce bu iki sahabiyi ilgilendirmektedir. Hz. Ali’nin (ra) Hz. Muaviye’den daha faziletli ve üstün olduğunu tartışmaya gerek dahi yoktur. Hz. Ali’nin bu olaylarda haklı olan taraf olduğu da açıktır.
Tarihte olmuş bitmiş bir meseleyi uzatıp her iki sahabi ve uygulamaları hakkında bizim görüşümüzün sorulmadığı ve sorulmayacağı bir yerde araya girerek bu sahabilerden birisini yüceltip diğerini yerin dibine sokmanın da bir anlamı yoktur.
Unutmayalım ki Hz. Muaviye’nin hataları bize sorulmayacaktır. Hangi tarafı tuttuğumuz da sorulmayacaktır. Ancak tarihin çok eski dönemlerinde gerçekleşmiş bu olaylara bakarak bunlardan dinin esaslarına dair hükümler çıkarmaya çalışmak, Allah Rasulü’nün (sas) sahabileri hakkında ileri geri konuşmak, hatta onların gıybetini etmek başımıza kabirde ve mahşerde durduk yere iş açmak demektir. Akıllı bir müminin de ahireti adına böyle gereksiz risklere girmesi anlamsız olacaktır.
Kötülemenin veya tekfir etmenin kötüleyene ve tekfir edene hiçbir faydası yoktur. Kötüleyen ve tekfir eden haklı ise kazanacağı bir sevap yoktur ancak haksız ise asıl kötülenmeye layık olan ve tekfir edilmesi gereken kendisi olacaktır.
Hz. Muaviye Hz. Ali’yi beğenmeyebilir (ki böyle bir durumun varlığı da tartışılır). Hz. Ali (ra) de Hz. Muaviye’nin hatalarını görüp bilebilir. Biz ise bu meseleyi bu zatların kendilerine havale edip araya girmek gibi bir akılsızlığa düşmemeliyiz. Çünkü olay büyük oranda tarihseldir, tarihin belli bir döneminde olup bitmiştir. Hz. Ali (ra) damad-ı Nebî’dir, şâh-ı velayettir, ilim şehrinin kapısıdır, ehl-i beytin imamıdır, müminlerin de gözbebeğidir. Bizim Onu övmemize Onun ihtiyacı yoktur. Muaviye ise bir sahabi olmasının yanında krallardan bir kral, sultanlardan bir sultandır. Böyle bakılınca İslam tarihindeki krallar, padişahlar veya sultanlar arasında iyi bir sultan olduğu hatta belki de en iyilerden olduğu görülecektir.
Allah Teala’dan bizi ve bizden önceki bütün müminleri bağışlamasını, kalplerimizde Hz. Muaviye de dahil olmak üzere inananlara karşı hiçbir kin bırakmamasını diler ve dileniriz!
1 ) İbn Esîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, c. 3, s. 487
2 ) Müsned, IV/89-90
3 ) Müslim, Fedailü's-Sahabe, 222
4 ) Buhari, Tefsir, 7
5 ) Belâzürî, Ensâb, Cilt: 5, s. 24; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Cilt: 3, s. 9.
6 ) Ya‘kûbî, Cilt: 2, s. 124.
7 ) Belâzürî, Ensâb, Cilt: 5, s. 47; Vecdi Akyüz, Hilafetin Saltanata Dönüşmesi, s. 92.
8 ) Mektubat, 15. Mektup
9 ) https://kurantime.com/kerbela-ya-giden-yol
10 ) Adem Demir, Muâviye b. Ebî süfyân’a Yöneltilen Eleştiriler, s. 64
11 ) Buhari, Vesaya, 4; Müslim, Rada, 36
12 ) Adem Demir, a.g.e., s. 68
13 ) Adem Demir, a.g.e., 75-76
14 ) İbnü’l Esîr, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 3, s. 472-473
15 ) İbn Sad, Tabakat, c. 4, s. 381
16 ) Müslim, Kitabu Fezaili’s Sahabe, 4/1871
17 ) İmam Nevevi, Sahihi Müslim Şerhi, c. 6, s. 278
18 ) Belazuri, Ensab, c. 3, s. 126
19 ) Ali Muhammed Sallabi, Hz. Hasan, s. 410
20 ) İbnü’l Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 4, s. 12
21 ) Bahaüüddin Varol, Emevilerin Hz. Ali ve Taraftarlarına Hakaret Politikası Üzerine, İstem Dergisi, sayı 8, s. 96
22 ) Badaüddin Varol, a.g.m., s. 96
23 ) Haşr, 10
24 ) Nahl, 90
25 ) Haşr, 10