İlmî Gelişimin Doğu ve Batı Halleri | İslami İlimler Geleneğine Eleştirel Bir Bakış | 2. Kısım
İlmî Gelişimin Doğu ve Batı Halleri
İslami ilimler tarihi ile pozitif bilimler tarihi ayrı ayrı okunsa ve ikisi arasında bir karşılaştırma yapılsa ortaya ilginç sonuçlar çıkacaktır. Bu sonuçlardan birisi şudur: Bizde gerçek anlamıyla bir üniversite yoktur.
Biraz daha açıklayalım: Bugün “üniversite” kavramı bildiğimiz gibi yüksek öğretim kurumlarını ifade eden genel bir kavramdır. Batı dünyasının bilimsel ilerleme sonucu ulaştığı seviye karşısında İslam veya doğu dünyasının gösterdiği duygusal reflekslerden birisi de dünyada ilk üniversitelerin İslam veya doğu dünyasında kurulduğu şeklindedir. Bu bağlamda 10. yüzyıldan bu yana faaliyet gösteren Fas’taki Karaviyyin Camii ve Külliyesi’ni dünyadaki ilk üniversite kabul edenler çoktur. Yahut 970’li yıllardan bu yana faaliyeti devam eden Mısır’daki el-Ezher üniversitesi de Müslümanların gurur kaynakları arasında kabul edilir. Batı dünyasında da kavramsal olarak ilk üniversite olan İtalya’daki Bologna üniversitesi 1088 yılından bu yana faaldir. Benzer şekilde İngiltere’deki Oxford Üniversitesi 1096 yılından, Cambridge üniversitesi 1209 yılından, Paris üniversitesi 1150’li yıllardan, Almanya Heidelberg Üniversitesi 1386’dan beri faal üniversitelerdir. Harvard üniversitesi de 1636’da kurulmuş olup Amerika’nın en eski üniversitesi unvanına sahiptir.
Bologna üniversitesi Kopernik, Galileo, Dante gibi önemli mezunlarıyla ünlüdür. Newton Cambridge üniversitesinden mezun iken Oxford üniversitesi de ünlü fizikçiler Albert Einstein ve Stephan Hawking’i mezun etmesiyle bilinir. Tabii ki örnekler çoğaltılabilir.
Burada asıl söylemek istediğimiz şudur: “Bilim” de “İlim” de telahuk-u efkar ile yani fikirlerin, düşüncelerin, bilgilerin birbirine eklenmesi ile ilerler. Daha doğrusu olması gereken budur ve ancak böyle olduğu zaman gerçek bir ilerlemeden, hakiki bir terakkiden bahsedilebilir.
İşte tam da bu noktada Doğu (veya İslam) ve Batı dünyasında ilmî veya bilimsel ilerlemenin birbirine bazı yönleriyle zıt sayılabilecek görüntüleri ile karşılaşırız.
Batıda ilerleme genellikle yukarıda bahsettiğimiz şekliyle, olması gereken biçimde olmuştur. Yani örneğin Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’dan Einstein’a kadar bir sıralama yapsak ve bu alandaki ilerlemeyi bu isimler üzerinden takip etsek ilerlemenin bir telahuk-u efkar şeklinde gerçekleştiğini görürüz. Sonraki gelenler öncekilerin ürettiklerinin üzerine bir şeyler koymuş ve birikim sağlanmıştır.
Onlarda da belli açılımları bir tür sıçrama yahut devrim şeklinde gerçekleştiren bazı dâhiler olmuştur. Fakat daha sonra o ilimler adım adım ilerlemeye devam etmiştir. Her adımın kendinden öncekilere borçlu olduğu çok şey vardır. Örneğin Newton, yaptığı deha çapındaki çalışmalar için “İleriyi görebiliyorsam bu, devlerin omuzlarında duruyor olmam sayesindedir.” der. Bu karakteristik anlayışı ifade eden bir başka söz de ünlü filozof Bernard de Chartres’a aittir. O da bir yerde “Biz devlerin omzundaki cüceler gibiyiz. Böylece daha uzağı ve daha çok şeyi görebiliriz. Bu bizim gözlerimizin daha keskin ve boyumuzun daha uzun olmasından değil ama devlerin sırtında taşındığımız ve yükseltildiğimiz içindir.” der.
Tabii ki eskilere duyulan vefa onların her zaman doğru olduklarını ve asla eleştirilmemeleri gerektiğini göstermez. Hatta Francis Bacon skolastik düşüncenin ve eski tarz bilgeliğin yıkılışını kutladıktan sonra bir yerde eski düşünce ve bilgi tarzının otoritesinin artık bir işe yaramadığını söyler. Bacon’a göre eğer eskilerin bilgileriyle yetinseydik yeni dünya keşfedilemez olurdu ve yeni dünya keşfedilemeyince de eskilerin bilgilerinin yanlış ve eksik olduğu anlaşılamazdı. Bu döngüden kurtulmanın yolu da büyük bir otorite hâline gelmiş eski dönemlere ait bilgi ve bilgeliğin artık terk edilmesidir ve yeni dünyanın insanları da bunu yapmıştır.
Ortaçağ skolastik düşüncesinden yaşanan kopuşla birlikte yöntemsel bir kırılma yaşayan bilimsel ilerleme modernizmin savunduğu medeniyet, etik gibi her alandaki pozitif ilerleme iddiasıyla karıştırılmamalıdır. Kastettiğimiz ilerleme ideolojik bir söylev değildir. Bu ilerlemenin insanlığın bütün dertlerini çözdüğünü, insanları daha ahlaklı dünyayı da daha yaşanılır bir yer haline getirdiğini iddia etmiyoruz. Meselenin bu yönü tamamen farklı bir konudur. Kastettiğimiz şey, bilimsel ilerleme denilen süreç boyunca dünyanın eskisinden daha iyi bilinebilir olduğudur.
Bu kısa dipnottan sonra devam edelim: Batıda bilimsel ilerleme adım adım devam etmiştir. Bazen bir anda çok büyük bir adım olan devrim tarzındaki açılımları yapan dâhiler de olmuştur. Ancak onların da ilerleyen zamanlarda belli eksiklikleri ortaya çıkmıştır. Örneğin Newton modeli uzun yıllar tabiatın ve evrenin anlaşılması için oldukça işlevsel olmuştur. Daha sonra Einstein gibi birileri çıkmış, Newton modelinin bazı alanlarda yanlış olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ancak hiç kimse “Tanrı Newton’dan razı olsun. Newton gibi bir alime nasıl muhalefet edersin?” dememiştir. Aksine, ortaya konulan kanıtlar ve yeni gerçekliği herkes kabul etmiş, tam da bu nedenle olması gereken ilerleme sağlanmıştır.
İlerlemenin yavaş veya hızlı olması konumuz dışıdır. Bazı alanlarda yavaş bazı alanlarda daha hızlı ilerlemeler olmuştur denilebilir. Bir alandaki ilerleme belki iki yüz yıl sürmüş de olabilir ancak sonuçta ilerleme ilerlemedir. Daha sonra hızlı keşiflerin ve icatların yaşandığı dönemler olmuştur. Bu da ilerlemeye ayrı bir ivme kazandırmıştır.
İslami ilimlere baktığımızda ise durumun böyle işlemediğini görüyoruz.
İslami ilimlerde bir ilmin öncüleri adeta kendilerinden sonra gelenlerden çok daha gelişmiş, çok daha ileri sistemler kurmuş gibidirler. Tabii ki her alanda böyle değildir ancak maalesef genel manzara bu şekildedir. Öncüler veya kurucular diyebileceğimiz İmam-ı Azam, İmam Şafii, İmam Malik gibi isimlerin ortaya koydukları sistemler kendilerinden sonra gelenler tarafından adeta yavaş yavaş bitirilmiş gibidir.
İlgili alanlarda yeterli araştırmaları yapmış bir insan İmam Şafii’nin veya İmam Azam’ın herhangi bir görüşüne katılmayabilir. İmam Malik ve İmam Ahmed bin Hanbel’in de kendilerine göre ayet ve hadislerden hüküm çıkarma noktasında farklı yöntemleri ve bakış açıları vardır. Onlar da kendilerine göre yorumlar yapmış ve hükümler çıkarmıştır. Bu imamların da belli görüşlerine katılırken belli görüşleri katılmamak doğaldır. Bu büyük zatların bazı fikirlerine kendi talebelerinin de karşı çıktıklarını biliyoruz.
Fakat bizdeki genel anlayış alimlerimizin yaptıkları bu hüküm çıkarma işinin adeta beşer üstü, çok kutsal, dokunulamaz ve eleştirilemez bir iş olduğu şeklindedir.
Benzeri bir anlayış da Kur’an’ı tefsir etmek veya fıkhî bir hüküm verebilmek için onlarca ilim dalında uzman olmak gerektiğiyle ilgilidir. Onlarca ilmi bilmeyen ve yüzlerce cilt kitap tahsil etmeyen kimse Kur’an’ı anlama yolunda bir gayret gösteremez, ayet ve hadislerden ibadet, ticaret, eğitim gibi alanlarda kendince hiçbir sonuca ulaşamaz, hiçbir düşünce üretemez gibi düşünülür.
Bu iki düşünce de bir tür efsaneleştirmedir.
Halbuki İmam-ı Azam’ın da, İmam Şafii, İmam Malik veya İmam Ahmed’in de (Allah hepsinden razı olsun) yaptıkları şey “Biz Kur’an ve hadisi en doğru bir şekilde nasıl anlayabiliriz?” sorusunun cevabını aramaları daha sonra da “Elimizdeki ayetler, hadisler, esbab-ı nüzul tarzı rivayetler ve lugat/gramer bilgisinden hareketle en doğru hükmü nasıl verebiliriz?” sorusunun gereğini yapmaktan ibarettir.