Kadere Dair
İnsanlar her ne kadar bazı açıklamaların etkisiyle kader mevzusunu anlaşılmaz görse de bu konu aslında çok karmaşık, anlaşılması zor bir mesele değildir.
Diğer taraftan insanların kader hakkındaki inanışları pek değişmemektedir. Çünkü insanlar temelde kendi mizaçları bağlamında bazı söylemleri kabul ederler ve bu kabul bir inanç hâlinde devam eder. Bu yazıdaki açıklamalar da kader konusunda insanların inanış ve düşüncelerini istisnalar dışında pek değiştiremeyebilir. Bu istisnalar da zaten hayatın içinde belirli olaylarla karşılaşınca meselenin hakikatini, asıl meseleleri zaten görmüş olacaklardır.
Ayrıca hayatın içinde karşılaşılacak büyük şoklar insanların kader hakkındaki düşüncelerini tam tersine çevirebilmektedir. Örnek olarak Osmanlı’nın sondan bir önceki şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi ile Mehmet Akif Ersoy’u verebiliriz. Bu iki alim zat Osmanlı’nın çöküş sürecini görmüş, art arda yaşanan yenilgilerin ıstırabı, toplumsal çözülme, siyasal ve ekonomik krizler, dünya savaşı ve yenilgisi gibi travmatik olaylara şahit olmuşlar ve bu olaylardan son derece etkilenmişlerdir. Cumhuriyetin ilanından sonra da bir şekilde Mısır’a göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu isimlerden Mustafa Sabri Efendi aslında sünni gelenekten gelmesine, medreselerde ehl-i sünnet akaidine göre yetişmesine rağmen yaşadığı sıkıntılı olaylar sonucunda kader konusunda cebriye mezhebine yaklaşan bir düşünceyi benimseyebilmiştir. Bu konuda Arapça kaleme aldığı “Mevkıfü’l-beşer tahte sultani’l-kader” isimli ve “İnsan ve Kader” adıyla Türkçeye de çevrilen eserinde insanın irade açısından zorlama altında bulunduğunu iddia edebilmiştir.
Aynı zorlu süreci yaşayan ve duygusal bir insan olarak da görülebilecek olan Mehmet Akif ise halkın geleneksel kader anlayışını;
“O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin (İlahi iradenin) sana zulmetmek ihtimâli mi var?
"Çalış!" dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın (hizmetçin) iken!”
gibi şiirleriyle sert bir şekilde eleştirir.
Yine aynı Akif diğer yandan
“Sus ey dîvâne ! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı (standart işleyişi).
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?
Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;
Evet, sen kendi ikdâmınla (gayretinle) kaldır git de bîdâdı (adaletsizliği).
Cihan kânûn-i sa’yin (çalışma kanunu), bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Ne yaptın? “Leyse li’l-insâni illâ mâ-se’â” (İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır) vardı!..
gibi şiirleriyle de Allah Teala’nın adeta kendi koyduğu kanunlarla bağlıymış ve kanunlar tek yönlü, katı determinist bir şekilde işliyormuş gibi söylediği ifadelerle de adeta Mutezile’ye kaydığı söylenebilir.
Tekrar edelim ki; bir insanın kader hakkındaki algısı, düşüncesi ve inancı büyük ölçüde mizacına, hayat tecrübelerine, başına gelen büyük krizlere bağlı olarak şekillenmektedir.
Bize Gereken
Kader hakkında bilmemiz, anlamamız ve iman etmemiz gerekenler temel olarak iki maddeden ibarettir:
1-) İnsan, amellerinden sorumludur.
2-) Her şeyi Allah yaratmaktadır. Her şeyi Allah takdir etmektedir. Allah’ın hükmü olmadan hiçbir şey olmaz ve olamaz.
Bu iki hakikat dışında kader hakkında söylenenlerin çoğu farazi veya teorik ifadelerdir. Çoğu insan açısından da kader hakkındaki teorik açıklamalar pek bir anlam ifade etmeyecektir.