26 dk.
22 Aralık 2023
Kur'an'da astronomiye dair yanlış bilgiler mi var? | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Kur'an'da astronomiye dair yanlış bilgiler mi var? | Tek Parça

Soru: Kur’an’da astronomiyle alakalı yanlış bilgiler bulunmuyor mu? Örneğin yedi adet gök yaratıldı deniyor. Allah’ın o göğün en büyüğünde oturduğundan bahsediliyor. Göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı söyleniyor. Yıldızlar kandil, ay da bir nur topu olarak görülüyor. Yıldızların veya gök taşlarının şeytanlara atılan taşlar olduğu ileri sürülüyor. Bu anlatımlar bugünkü bilimsel bilgilerimizle uyumlu mu? Bu meseleyi nasıl izah edersiniz?

 

Cevap: Bu konuda bazı ilke ve uygulamalar Kur’an’da birer astronomi kavramı olarak geçtiği düşünülen kavramlarla bir arada ve maddeler hâlinde sıralanacaktır. Böylece konuyla ilgili temel prensipler, ilgili ayetlerin doğru anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

 

Birincisi: Kur’an’ın mealleri ve tefsirleri Kur’an’ın kendisi değildir. Kur’an başka bir şeydir, mealler ve tefsirler başka metinlerdir. Bir diğer ifadeyle, Kur’an mealleri ve tefsirleri Kur’an ile özdeş metinler değildir. Kur’an meallerinin ve tefsirlerinin yazarları insandır. Kur’an ise doğrudan Allah kelamıdır. Mealler ve tefsirler Kur’an’ın anlamını doğru yansıttıkları ölçüde kıymetlidir.

 

Bu ilkeden hareketle denilebilir ki; soruda geçen “yedi adet gök”, “Allah’ın göğün en büyüğünde/yükseğinde oturması”, “yıldızların kandil ayın ise bir nur topu olması” gibi ibareler Kur’an’da bire bir zikredilen ibareler değildir. Muhtemelen soru sahibi de okuduğu meallerden veya tefsirlerden aklında yanlış kaldığı şekliyle aktarmıştır. Öyle bile olsa o ibarelerin çoğunun meal ve tefsir yazarlarının öncelikle kendi yorumları olduğu unutulmamalıdır. Meal veya tefsirde yazan bir şeye bakarak “Kur’an’ın bu konudaki asıl kastı budur.” denilemez. Bu hem dini hem de ilmî bir yaklaşım değildir. Aynı zamanda mantıksızdır. Bilimsel yönteme de uygun değildir. Çünkü çeviri veya yorum kendini üreteni bağlarken orijinal metnin doğru anlamı orijinal metnin sahibini bağlar.

 

İkincisi: Kur’an’da Allah Teala’ya izafe edilen herhangi bir mekân yoktur. “Yedi adet göğün üzerinde oturma” gibi bir ibare Kur’an’da da hadislerde de zaten geçmez. Böyle bir tasavvur itikadi bir problem oluşturur. Çünkü Allah Teala zamandan münezzeh olduğu gibi mekândan da münezzehtir.

 

Ancak taht anlamına gelen “arş” kavramı tarih boyunca tartışılmıştır. Arş kavramını ayet ve hadislerin zahirlerine perestiş eden sonraki dönem Selef ulemasından bazılarının somut bir nesne gibi algıladıkları düşünülür. Bununla birlikte ilk dönem selef uleması ve sonraki dönem selefiye alimleri dahi Allah’a atfedilen el, yüz, arş gibi kavramların Allah’a özgü olduğunu, beşeri özelliklere benzemediğini söylerler. Ancak bunların keyfiyetlerinin yani aslında ne olduklarının tartışılmasına, bu konuda akıl yürütülmesine ve bu kavramların tevil edilmesine karşı çıkarlar. Onlara göre bu kavramları zahirlerine göre anlayıp bırakmak gerekir. Yani ilk dönem selef uleması arş gibi müteşabih kavramları veya ayetleri izah etmemişler, ayetin zahiri manasından Allah’ı tenzih etmişler, mahiyetini ise Allah’ın ilmine havale ederek fazladan açıklamalara gerek duymamışlardır. Sonraki dönem kendilerine selef diyen bazı alimlerin Kur’an’da ve hadislerde geçen “arş” kavramının alemden ayrı bir nesne olduğu, yedinci kat göğün üzerindeki Adn ve Firdevs cennetlerinin üzerinde kubbe şeklinde bir taht olduğu, kainatın da bu tahttan idare edildiği şeklinde söylemleri de bu kavramları nesneleştirdikleri anlamına gelmez. Çünkü onlar da bu kavramların mahiyetlerinin bilinemeyeceğini belirtirler. Ancak geçmiş dönemlerdeki alimlerimizin bu konudaki tartışmaları sonuçta orta çağ tartışmalarıdır ve Kur’an’ı, Müslümanları bağlayan, kendilerine mutlaka inanılıp itibar edilmesi gereken, aksi hâlde kişiyi dinden çıkaracak kadar mutlak düşünceler değildir. Dolayısıyla bu tartışmalar ve fikirler o dönem insanlarının sorunudur.

 

Arş kavramı aslında “hakimiyet alanı” demektir. Daha doğrusu bir hakimiyet merkezini isimlendirmede kullanılan özel bir terimdir. Bugün nasıl ki uluslararası bir meselede “Beyaz Saray bu konuda şu açıklamayı yaptı.” veya “Kremlin bu konuda şiddetli tepki gösterdi.” gibi ibareler kullanılır. Beyaz Saray kavramından Amerika’yı, Kremlin kavramından da Rusya’yı anlarız. Yahut birisine “koltuk sevdalısı” dediğimiz zaman o insanın koltukları çok sevdiğini, evinde renk renk desen desen koltuklar biriktirdiğini, koltuklara gözü gibi baktığını değil, koltuğun temsil ettiği makamı, o makama sahip olma duygusunu aşırı sevdiğini kast ederiz. Demek ki herhangi bir hüküm veya hakimiyet alanı için de farklı kavramların kullanılması gayet normaldir.

 

Müslümanların Allah Teala’yı arşının yani tahtının üzerinde oturmuş şekilde anladığı veya öyle tasavvur ettiği söylenemez. Bu konuda sonraki dönem bazı selefi alimleri dahi böyle bir iddiada bulunmamışlardır.

 

Üçüncüsü: Göklerin ve yerlerin altı günde yaratılmasını marijinal bir grup dışında kimse 24x6=144 saatlik bir zaman dilimi olarak anlamamıştır. Arapçada “yevm” kelimesinin sadece “gün” anlamına gelmediğini, ölçülebilir süresi belirsiz “dönem” veya “devir” gibi anlamları da olduğunu bütün Araplar ve Arapça bilenler zaten bilmektedir. Ayrıca Kur’an’da Allah Teala’nın başka fiilleri için de “yevm” kavramının kullanıldığını, örneğin Rahman suresindeki “O, her gün bir işte, ayrı bir tecellidedir.”1 ayetinde geçen gün ibaresinin de aynı şekilde olduğunu, Allah katındaki bir günün insanların hesabına göre bin yıl tuttuğunu2 Kur’an’a muhatap olan insanlar bilmiyor değildir. Onlar Allah ile kul arasındaki mahiyet farkını bilen, insanlar için geçerli olan zaman dilimlerinin Allah için geçerli olamayacağının farkında olan insanlardır ve bu konuda gayet tutarlıdırlar. Buradaki asıl tutarsızlık, ayetteki yevm=gün ibaresine bakarak bu kavramın kendi zihinlerindeki gün kavramıyla aynı olduğunu ve buradan hareketle bir tutarsızlık yakaladığını düşünen ham zihinlerin kendi çıkarımlarıdır. Dolayısıyla insanları aptal yerine koymanın gerçekçi bir yaklaşım olmadığını, Kur’an’ı okuyan ve doğru anlamaya çalışan insanların da “en az” diğerleri kadar belli bir zeka ve mantık örgüsüne sahip olduklarını kabul etmek gerekir. Aksi hâlde bu yöndeki ithamların bir ciddiyetinin olmayacağı bilinmelidir.

 

Dördüncüsü: Kur’an’ın dili Arapçadır. Arapça; Aramice ve İbranice gibi Sami dil ailesindendir. Arapçanın gramer yapısı diğer Sami dillerinde olduğu gibi çoklu anlama müsaittir. Buradaki “çoklu anlam” kavramı birbirine aykırı olan anlamlar şeklinde düşünülmemelidir. Aksine bu bir anlam zenginliğidir.

 

Kur’an ise bazı ibarelerinde bu özelliği bir üst seviyeye çıkarmıştır. Şöyle ki; Kur’an bazı ibareleri öyle seçmiştir ki o ibarenin anlamı her çağ için doğru, geçerli ve tutarlı olmuştur. Yani her çağın insanı kendi çağının vahiy dışı dünyevi bilgisiyle Kur’an’da belirtilen ibareler arasında bir uyum görmüştür. Ancak bu, dünyevi bilginin epistemolojik olarak doğru bilgi olmasını gerektirmez. Çünkü Kur’an’ın ibareleri bilimsel bilgi veren ibareler değildir. O ibarelerin anlam çerçevesi, içinde bilimsel bilgiyi de barındırmaya müsait olabilir. Ancak bundan bin sene önce yazılmış bir tefsire bakarak o dönemin bilgisine göre yapılan yorumları Kur’an’ın asıl kastı olarak anlamak yanlış olacaktır.

 

Örneğin; “Ne güneş aya kavuşabilir ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Onların (gök cisimlerinin) her biri, kendilerine tayin edilen mecrada (yörüngede) akar durur…”3 ayetini ele alalım.

 

Hayatında hiç astronomi eğitimi almamış, güneşi, ayı ve yıldızları sadece çıplak gözle gördüğü kadarıyla tanıyan bir insan da bu ayetin ne demek istediğini anlayabilir, astronomi eğitimi almış, uzay fiziği bilen bir insan da bu ayetin kastını doğru yorumlayabilir.

 

Geçmiş dönemlerde bir insan güneşi ve ayı o günün imkanlarına göre gözlemleyince güneşi doğu tarafından çıkıp, bizim semamızda seyahat edip, batı tarafında kaybolan bir cisim olarak görecektir. Bu seyahat esnasında güneşin takip ettiği yola ise “felek” adını vermişlerdir. Ay ise hareketi esnasında o kadar geniş bir çizgi çizmez ama o da en az bir yarım daire oluşturacak kadar bir çizgi çekmiş gibi görünür. Sonuçta her ikisinin de hareketleri esnasında takip ettikleri bir yol vardır. Bu yol için insanlar farazî bir çizgi varsaymışlardır. Dolayısıyla o dönemin insanı veya astronomi bilgini güneş ve ayın birbiri ardınca görünüp kaybolduğunu, ikisinin kendilerine özgü bir mecrada, bir felekte veya bir yörüngede hareket ettiklerini ancak birbirlerine temas etmediklerini, etmeyeceklerini düşünebilir. Buradaki mecra, felek veya yörünge kavramları her dönemin insanlarının kendi bilimsel bilgi seviyesine göre kullandıkları kavramlardır.

 

Bugünkü bilgi seviyemizle bizler ayın dünya etrafında, dünyanın da güneş etrafında döndüğünü biliyoruz. Güneşin kendine ait bir yörüngesi olduğunu ve onun da hareket ettiğini biliyoruz. Güneş ve ayın yörüngelerinin birbirlerinden bağımsız olduklarını, mevcut kanunlar çerçevesinde bu yörüngelerin birbirlerini olumsuz etkilemeyeceğini de biliyoruz. Dolayısıyla bu ayeti her birinin kendine ait bir yörüngesi olduğu ve birinin diğerinin yörüngesine karışmayacağı, birinin diğerini bozmayacağı, birinin diğerinin işlevine engel olmayacağı, birinin diğerini ortadan kaldırmayacağı şeklinde de anlayabiliriz.

 

Dolayısıyla bundan bin yıl önceki bir insan da bugünün insanı da ayeti doğru anlamıştır diyebiliriz. Çünkü ayette geçen “önüne geçmek” olarak çevrilen “d-r-k” kelimesi önüne geçmek, yakalamak anlamlarına geldiği gibi “mâni olmak, hükmünü ortadan kaldırmak” anlamlarına da gelmektedir. Geçmiş dönemlerin insanları “yakalamak” anlamını esas almışlardır. Bugün ise bizim “mâni olmak” veya “hükmünü ortadan kaldırmak” anlamlarını esas almamızda bir sakınca yoktur ve bu yanlış bir anlam olmayacaktır.

 

Ancak ayrıntılara girildikçe, yani ay ve güneşin mahiyetleri, hareketlerinin hangi yasalara tabi olduğu gibi konulara daldıkça ayetin asıl mesajından da uzaklaşılmaktadır ve araya dönemsel bilgilerin yanlış sonuçları da eklenebilmektedir. Bu da Kur’an’ın değil, her biri kendi çağının insanı olan müfessirlerin, dolayısıyla bizlerin, yani insanların sorunudur.

 

Beşincisi: Kur’an’da yıldızların kandil ayın da bir nur topu gibi anlatılması meselesine gelince:

 

Ayın nur topu şeklindeki tasviri hiçbir ayette geçmemektedir. Ancak yıldızların kandillere veya bir çeşit lambaya benzetilerek anlatıldığı doğrudur. “Biz yere en yakın semayı lambalarla donattık.”(4) veya “Dünya göğünü kandillerle bezedik.”(5) gibi ayetlerde lamba ve kandil kelimeleri bilimsel bir kavram olarak kullanılmamıştır. Bu ibareler edebi tasvir ifade eder. Dolayısıyla “Cemalin güneşe benzer yüzün ay gibi.” mısrasında yer alan güneş ve ay kelimelerini astronomik bir bakış açısıyla ele almak ne kadar saçmaysa ayetlerdeki lamba ve kandil ibarelerine de bilimsel terimlermiş gibi yaklaşmak o kadar abestir.

 

“Yere en yakın sema” tabiri ise üzerinde biraz daha durmayı gerektirmektedir. Bundan asıl anlaşılması gereken şey, semaya bakıp onu bir yarı kubbe şeklinde, yani bir çadır veya cami kubbesi gibi sabit olarak dünyanın üzerinde duruyor varsayan insanların varlığıdır. Böyle düşününce de yıldızların o gök kubbede yani tavanda birer lamba, siraç, kandil, süs gibi nitelendirilmesi doğaldır.

 

Bizim bugünün bilgileri çerçevesinde anlayabileceğimiz şey, Kur’an’ın bizim bugün uzay veya evren dediğimiz alanda yıldızların işgal ettiği hacmi sadece bir sema saymasıdır.

 

Diğer yandan orta çağda tasavvur edilen evren modeli genellikle Batlamyus’un modellemesine dayanır. Bu modelde dünya merkezdedir ve sırasıyla ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn dünyanın etrafında döner. Yıldızlar ise gök kürelerinin dışında, ayrı bir göksel küre üzerinde hareket etmektedirler.

 

Bu durumda Kur’an, “Yere en yakın semayı lambalarla/kandillerle donattık.” derken yıldızların yere en yakın semada olduğunu, yani Batlamyus evren modelinin tersine gök kürelerinin dışında ayrı bir küre üzerinde olmadıklarını söylemiş demektir. Dolayısıyla Kur’an’ın orta çağ fizik veya astronomi bilgisini onaylaması gibi bir durum yoktur. Aksine o bilgiye aykırı bir söylemde bulunmaktadır.

 

Diğer yandan ay ve güneş ile ilgili daha kapsamlı ayetler vardır.
 

O (Allah) ki güneşi bir ışık, ayı da bir nur kıldı. Onlar için bazı menziller tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz.”(6)
 

Onların içinde ayı bir nur kılmış, güneşi de bir çırağ (sirac) yapmıştır.”(7)
 

Bu ayetler ise bırakın astronomik gerçeklere aykırı olmayı, bilakis güneşin bir ışık kaynağı ayın ise bir yansıtıcı olduğunun bilinmediği dönemlerde güneşi ışık kaynağı, ayın ise güneşten farklı olarak nur gibi olduğunu ifade etmektedir. Buna bazıları “bilimsel mucize” gibi isimler takabilirler. Biz öyle demeyeceğiz. Ancak güneş için kullanılan tabir “siraç” kelimesidir. Işığını kendi üreten veya ışığın kaynağı olan lamba, çırağ gibi bir özelliktedir. Ay için kullanılan “münir” kelimesi ise sadece nurlu/aydınlık demektir. Bu aydınlık ise kendisinden de olabilir başka bir yerden yansımış şekilde de olabilir. Fakat ay için “siraç” kelimesi kullanılmamıştır. Dolayısıyla bu ayetleri söyleyen, okuyan, yazan her kim ise güneşin ışığının kendisinden olduğunu ayın ışığının da kendisinden olmadığını biliyor olsa gerektir. Burada “Ayın ışığı kendindendir, başka bir yerden değildir.” gibi bir cümleyle bilimsel gerçeklere tartışmasız bir şekilde aykırı olabilecek bir ifade kullanılmamıştır.

 

Diğer yandan bazı müfessirler ay veya güneş hatta yıldızlar için kandil ibaresini kullanmış olabilirler. Bir başkası çırağ, öteki lamba, beriki ateşten bir deniz tabirlerini kullanabilirdi. Fakat güneş için özellikle siraç, ay için ise sadece nur kelimelerinin kullanılması dikkat çekicidir.

 

Kur’an’ın Bu Konulardaki Üslubu

 

Şu husus iyi bilinmeli ve unutulmamalıdır: Kur’an bir meseleyi açıklarken veya Efendimiz’e (sas) sorulan sorulara cevap verirken soru sahibinin veya meseleyle ilgili olan kişinin tüm niyetini hesaba katarak cevap vermez. Ancak muhatabın veya soru sahibinin bilmesi gerektiği kadarını veya onu ilgilendiren kısmını açıklar.

 

Örneğin; “Sana hayızdan (reglden) soruyorlar. De ki; o bir ezadır. Bu nedenle ay halinde olan kadınlardan uzak durun, onlara yaklaşmayın.”(8) ayetinde reglin biyolojik mekanizmasına değinilmemiştir. Çünkü meselenin bu kısmı muhatapları ilgilendirmemektedir. Orada asıl ilgilenilen konu farklı dinlerde de belli hükümleri olan regl hâlindeki kadına karşı nasıl davranılması gerektiğidir. Soru sahiplerinin kastı budur. Kur’an da buna göre cevap vermiştir.

 

Yahut “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür.”(9) ayetine bakalım. Bu ayet içkinin yasaklanması sürecinde yasak kararının tam bildirilmesinden önceki ayetlerden birisidir. Ancak Kur’an burada içki ve kumarın insanlara zararlarını tek tek listelememiş, bir sosyal bilimci gibi içki ve kumarın toplumsal yapı üzerindeki tahrip edici etkisini istatistiklerle, şemalarla, grafiklerle anlatmamış, onlarda görece var olduğu zannedilen ve başka şekillerde de elde edilebilecek faydalara rağmen zararların daha fazla bulunduğunu tek seferde anlatıp geçmiş, gerisini insanların anlayışına havale etmiştir. Ki dönemin insanı da bugünün insanı da anlatılmak isteneni zaten anlamıştır.

 

Yine örneğin; “Sana, hilâl şeklinde yeni doğan ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir.”(10) ayetinden Allah Teala’nın hilali veya ayı sadece hac vakitlerinin bilinmesi için yarattığı anlamı çıkmaz. Ancak o konuda soru soranların niyeti, asıl öğrenmek istedikleri mesele bilindiği için konunun sadece o boyutuna cevap verilmiştir.

 

Kur’an’a Yaklaşımda Önemli Bir İlke

 

Kur’an bir astronomi kitabı değildir. Aynı şekilde bir fizik, kimya, biyoloji, jeoloji veya coğrafya kitabı da değildir.

 

Diğer yandan; örneğin “güneş” veya “deniz” kelimeleri hem astronominin, hem coğrafyanın, hem edebiyatın, hem sanatın alanına giren kelimelerdir. Bir şiirde güneş kelimesi nasıl astronomik anlamıyla veya bilimsel bir terim olarak kullanılmıyorsa astronomide de güneş üzerine şiirler yazılmaz. Bir edebiyatçının nasıl ki astronominin güneş hakkında söylediklerine itiraz etmeye hakkı yoksa bir astronomi bilgininin de bir şairin güneş hakkında yazdığı şiirlere bilimsel açıdan itiraz etme hakkı yoktur. Bir fizikçi veya coğrafyacı bir şiirde geçen “Güneş battı karlı dağlar ardında.” cümlesine bakarak “Güneş batmaz veya doğmaz. Dağların arkası gibi kullanımlar da bilimsel değildir.” şeklinde bir eleştiri getirmeye kalksa komik olur. Aynı şekilde bir şair bir coğrafyacının “Ay bir ışık kaynağı değildir. Güneşten ışığı yansıtan bir gök cismidir.” sözlerine bakarak, “Hayır! Ay, ışığını benim yârimin gözlerinden almaktadır.” diye itiraz etse bu da abes olur.

 

Aynı şekilde Kur’an’da gök cisimleri, denizler, dağlar, tabiat olayları gibi konularda anlatılanlara bakılarak bilimsel eleştiriler getirmeye çalışmak son derece abes bir yaklaşımdır. Çünkü Kur’an bir bilim kitabı olmadığı için kullandığı kavramları bilimsel anlamıyla kullanmaz. Dolayısıyla bu konularda anlattıklarını onların gözlemlenebilen, ölçülebilen özelliklerini sıralamak veya meselelerin fiziksel mekanizmasını açıklamak için anlatmaz. Kur’an’ın amacı insanların ahiretlerini kazanmalarıdır. Bu nedenle Kur’an insanları Allah’a imana ve kulluğa, güzel ahlaka çağırır. Bütün meselesi tevhid, nübüvvet, haşir, ibadet ve ahlak gibi temel esaslardır. Diğer konular, bilimin de alanına girebilen tabiat olayları ve gök cisimleri gibi mevzular bu esaslara yardımcı malzemeler olarak kullanılır ve o konular bu esaslara bakan yönleriyle ele alınırlar.

 

Hatırlatılması bile gerekmeyecek kadar basit bir ilke olarak düşündüğümüz bu ilkenin unutulması nedeniyle Kur’an’ı hem lehte hem aleyhte yorumlayanların hataya düşmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Lehte olanlar “bilimsel mucize” gibi moda akımlara kapılabilmekte veya kendi dönemlerinin aslında yanlış olan bilimsel bulgularını mutlak doğru gibi kabul edip Kur’an’ı o konjonktürel kabullere dayandırabilmektedirler. Aleyhte olanlar da her taşın altında bir yanlışlık arayan paranoyaklar gibi ayetleri okumaya başlamadan önce “Acaba nasıl bir yanlışlık bulacağım.” motivasyonuyla okumaya başlayabilmektedirler. Bunların ikisi de sağlıklı yaklaşımlar değildir.

Altıncısı: İndirgemecilik sorunuyla ilgilidir. İndirgemecilik, birden fazla parçadan oluşan herhangi bir bütünü, bir önermeyi, bir cümleyi, bir fenomeni parçalarından sadece birisiyle açıklama, diğer parçalarını yok sayma eğilimidir. Örneğin futbol ekonomiyi, eğlence sektörünü, taraftarlık psikolojisini, kimlik oluşumunu, sporu veya sosyolojiyi de barındıran geniş bir fenomen iken “Futbol sadece bir spordur.” önermesi futbolu sadece spora indirgemektir.

 

Aynen bunun gibi Kur’an hem ilahi bir hitap hem bir dua hem bir zikir hem bir düşünce hem bir ahlak kitabıyken ve içinde tabiata, kâinata dair bazı hakikatleri de barındırırken Kur’an’a sadece bir ahlak veya sadece bir dua kitabı olarak bakmak ve diğer özelliklerini devre dışı bırakmak da bir tür indirgemecilik sayılır.

 

Bu bağlamda “O (Allah) ki güneşi bir ışık, ayı da bir nur kıldı. Onlar için bazı menziller tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz.”(11) ayetine bakarak güneş ve ayın tek varlık sebebinin yılların sayısı ve vakitlerin hesabı olduğunu söylemek bir indirgemecilik sorunudur. Bu düşünce hatasına Kur’an’a (güya) eleştirel yaklaşan ateist gelenekte sıkça rastlandığı gibi maalesef bazı tefsirlerde ve meallerde de rastlanabilmektedir.

 

Aslında bu ayete bakarak güneşin tek işlevinin vakit hesaplama olduğunu söylemek, Allah Teala’nın dünyanın yüzbinlerce katı büyüklüğündeki çok büyük ve çok hikmetli bir mahlukuna da bir cins hakaret anlamına gelmektedir.

 

Kur’an’ın derdi güneşi fiziksel olarak bütün ayrıntılarıyla açıklamak değildir. Ancak Müslümanlar tarih boyunca güneşe ya sadece takvim hesabı açısından bakmışlar veya onu sadece bir tefekkür ve edebiyat malzemesi olarak kullanmışlardır. Halbuki bu indirgeme sorunu yerine güneşe farklı açılardan da bakılabilseydi, örneğin “siraç” kelimesinin “sahip olduğu ışığın kaynağı kendisinde olan” anlamına bakarak bu anlamı fizik veya astronominin kanunlarıyla birleştirip öyle tefekkür edilebilseydi bu noktada da önemli sonuçlara ulaşılabilirdi.

 

Dolayısıyla Kur’an’daki astronomiyle ilgili ayetlere bakarak “Bu ayetin tek anlamı şudur, başka anlamı yoktur.” diye düşünenler aynı zamanda bir indirgemecilik sorununa da düşmektedirler. Bu da bir çeşit dengesizliktir. Çünkü o ayetlerin sadece ilahi veya metafizik anlamları yoktur, aynı zamanda fiziksel veya dünyevi anlamları da olabilmektedir.

 

Zaten makul olan da budur. Yani bir kelime, bir cümle birden fazla anlama gelebildiği gibi bu anlamların hepsinin farklı derecelerde doğru olması da mümkündür. Hatta bu durum dilbilime, belagate daha uygundur.

 

Örneğin 7 yaşında bir çocuk annesine, babasının neden işe gittiği sorsa, annesi de “Baban akşam sana çikolata getirmek için işe gidiyor.” dese bu cevap yanlış olmayacaktır. Babanın işe gitmesinin pek çok nedeni ve işlevi vardır. İşyerindeki görevine göre ayrı nedenleri, anne ve babanın kendine göre ayrı nedenleri, çocukla ilgili ayrı nedenleri ve işlevleri vardır. Ancak anne bu sorunun cevabını sadece çocuğa göre ve çocuğa bakan yönüyle, çocuğu ilgilendirdiği kadarıyla vermiştir. Meselenin tüm boyutlarını açıklaması zaten gereksizdir ve çocuk için de anlaşılmaz olacaktır. Diğer yandan çocuk babasının işe gitmesi meselesinin sadece kendisine çikolata alınmasıyla ilgili olduğunu, başka hiçbir yönünün olmadığını düşünebilir. Bu bir indirgemecilik sorunudur ve çocukça bir düşüncedir.

 

Bizler Kur’an metninin gerçek manasını her zaman savunuruz. Fakat herhangi bir insanın herhangi bir çağda salt kendi anlayışına göre “Asıl mana budur, diğer manalar yanlıştır.” şeklindeki dayatmasını savunmayız.

 

Yedincisi: Yedi gök meselesine dairdir.

 

Kur’an’da farklı ayetlerde yedi gök veya yedi kat gök tabirleri geçmektedir.(12)

 

Arapçada “yedi, yetmiş, yedi yüz” gibi kavramlar her zaman matematiksel bir ibare olarak kullanılmazlar. Bu sayıların “kesretten kinaye” denilen bir üslup nedeniyle, yani çokluğu anlatmak için bu şekilde kullanıldıklarına da sıkça rastlanılır. Dolayısıyla ayetlerde geçen “Yedi” kavramını altıdan sonra sekizden önce gelen rakam olarak algılamak her zaman doğru olmayabilir. Ancak bu illaki “Yedi değildir.” anlamına da gelmez. Farklı mana ihtimalleri her zaman gözetilmelidir.

 

İnsanlar farklı zamanlarda farklı şeyleri farklı şekillerde sıralayabilmişlerdir. Dünyadaki kıta (anakara) sayısı bir zamanlar beş, altı iken şu anda en çok kabul gören görüşe yedidir. 

Gezegen sayıları da bir zamanlar beş veya yedi olarak düşünülürken son olarak sekiz sayısında karar kılınmıştır.

 

Diğer yandan antik Yunan felsefesinden kalma bir alışkanlık olarak gökyüzü uzun süre 9 tabaka olarak tasavvur ediliyordu. Hatta eski Ural-Altay kültüründe de gökler 9 kat olarak düşünülürdü. Bunlar öylesine ciddiyetle kabul edilmişti ki aksine ihtimal dahi verilmeyebilirdi.

 

Bugün de yedi tabaka olarak bildiğimiz atmosfer katmanları genellikle sıcaklık faktörüne göre sınıflandırılmıştır. Sıcaklık faktörü yerine başka bir değişken atanması hâlinde bu sayı da değişecektir.

 

Sonuç olarak tarih boyunca da bugün de astronomiyle ilgili bazı sayıların belirlenmesinde ön kabuller, varsayımlar, somut bulgular ve kültür önemli bir etken olmuştur. Kültüre mâl olan bazı sayılar etkilidir. Daha sonra ayetleri veya farklı dinlerin kutsal metinlerini yorumlayanlar bu sayıları genel geçer, mutlak doğrular olarak kabul edip yorumlarını bunun üzerine yapabilmişlerdir.

 

Bu nedenle bu atıfları kültürel bilginin Kur’an’ın anlaşılmasına malzeme olarak kullanılması şeklinde düşünmek mümkündür. Ancak hem bu dönemsel bilgileri hem de Kur’an’ın “yedi” kavramını başka hiçbir anlamı ve alternatifi yokmuş gibi ele alıp tam olarak 7 tane bilinebilir gök katmanı aramaya çalışmak Kur’an’ı lehte yorumlayanlar için metne saygısızlık olacaktır.

 

Diğer yandan Kur’an’ın gökleri yahut uzay boşluğunu gerçekten de fiziksel olarak yedi parçaya ayırdığını zannedip bunu bilimsel bulmamak da ayrı bir saygısızlıktır. Çünkü Kur’an’ın kastının yedi fiziksel katman olduğunu söylemek için elimizde hiçbir veri yoktur.

 

Kur’an’ın yedi kat gök veya yedi sema tabirlerinden asıl kastı Allah Teala’nın göklerin ve yerin yegâne hâkimi olduğunu, Onun ilminin ve kudretinin genişliğini anlatmaktır.

 

Mesela Osmanlı Devleti için “üç kıtanın hâkimi” demekle “Cihan Devleti” demek arasında bir çelişki yoktur. O dönemde kıta sayılarının bilinmemesi veya Osmanlının Amerika ve Antarktika, Avustralya gibi kıtalarda yer almaması Cihan Devleti tabirinin geçersiz olduğu anlamına gelmez. Çünkü orada kastedilen Osmanlı’nın tek tek bütün anakaralarda hakim olması değil, bütün dünyada sözü geçen bir güç olduğunu vurgulamaktır.

 

Benzer şekilde Allah Teala’nın göklerin ve yerin hâkimi, yedi kat gökler ve yer ile arasındakilerin asıl sahibi olarak nitelendirilmesi Allah'ın hakimiyetine, ilmine ve kudretine işarettir. Asıl kasıt budur. Bunun dışındaki anlamlar talidir, ikincil veya üçüncüldür. Mahiyetinin bizim tarafımızdan bilinip bilinmemesi Kur’an’ın asıl kastı açısından çok önemli değildir. Çünkü o bilgiler bizim beşerî bilgilerimizle değişebilecek hususlardır.

 

Sekizincisi: Yıldızların veya gök taşlarının şeytanlara atılan taşlar olduğu iddiasına gelince:

 

Gerçek şu ki; Biz, en yakın göğü kandillerle donattık ve onları şeytanlara atılan mermiler hâline getirdik ve çılgın ateş azabını hazırladık onlara!”(13)

 

Geleneksel tefsirlerimizde yıldızların şeytanların taşlanması için bir cins askeri üs olarak kullanıldığı manasına gelebilecek bazı açıklamalar yapılmıştır. Ancak bunların hiçbirisi ne başka bir ayete ne de sahih bir hadise dayandırılmıştır. Bunlar tamamen dönemin astronomi bilgisi ve kültürel kabuller etrafında yapılmış açıklamalardır. Ancak bu tip açıklamalar neredeyse marjinal düzeyde kalmıştır. Çünkü ayetin tefsirinde daha çok müneccimler söz konusu edilmiştir. Yani yıldızların, insan şeytanları olarak nitelenen müneccimler (yalan haberlerle insanları kandıran astrologlar) için gayb hakkında atıp tutma ve tahmin vesilesi kılınması söz konusudur.

 

Bu bağlamda bazı meallerde bu ayete verilen anlam şu şekildedir: “Doğrusu Biz en yakın göğü kandillerle süsledik; onları, şeytan(lığa soyunan)lar için gayba dair spekülasyon aracı kıldık; ve onlara layık yakıp kavuran bir azap hazırladık.”

 

“Biz, yeryüzüne en yakın olan gökleri ışıklarla süsledik ve onları [insanlar arasında bulunan] şeytan-ruhluların boş ve anlamsız spekülasyonlarına konu yaptık: ve onlar için yakıcı alevden bir azap hazırladık.”

 

Bu son iki meal/yorum girişimine geçmişteki Zemahşeri ve benzeri müfessirlerin yorumlarının bir mirası olarak bakmak mümkündür.

 

Ancak aslolan şudur ki: İlgili ayette kayan yıldızlarla yahut göktaşlarıyla ilgili en ufak bir bahis yoktur. Yani yıldızların, bazı şeytanların taşlanmalarıyla (recm) ilgisinin kurulduğu söylenebilir. Ancak bunun göktaşı, meteor yağmuru gibi olaylarla ilgisine dair en ufak bir işaret ayette yer almamaktadır.

 

Ayette daha ulvi bir hakikate işaret edilmektedir. O hakikat de karşılıklı çekişme, mücadele veya mübareze olgusunun maddi alemde olduğu kadar metafizik alemde de cereyan etmesidir. Maddi alemde nasıl ki iyilerle kötüler veya müminlerle kafirler, güzel ahlaklılar ile ahlaksızlar, dürüstlerle namussuzlar öyle ya da böyle bir mücadele içindedirler. Metafizik alemde yani bizim fark etmediğimiz, bizim duyusal yeteneklerimizin dışında da bir zulmet ve nur, karanlık ve aydınlık arasında bir mübareze vardır.

 

Böyle bir çatışma vardır ancak ayet bizim gördüğümüz gök taşlarının veya meteor yağmurlarının o mücadelenin maddi alemdeki bir yansıması olduğunu söylememektedir.

 

Bir başka ayetle örnek verelim: “O (Allah), size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren ve (yağmur dolu) ağır bulutları meydana getirendir. Gök gürültüsü Allah'ı hamd ile tesbih eder. Melekler de O'nun heybetinden dolayı tesbih ederler. Onlar, Allah hakkında mücadele edip dururken O, yıldırımlar gönderip onlarla dilediğini çarpar. Ve O, azabı pek şiddetli olandır.”(14)

 

İnsan şimşek sesi ile hem korkuya hem de ümide kapılabilir. Çünkü insanın beslenmesi bir taraftan gökten yağacak suya bağlıdır. Şimşeğin sesiyse şüphesiz korkutucu bir sestir. Bu durum özellikle insanın tabiatla daha fazla içli dışlı olduğu geçmiş dönemlerde daha açık bir realitedir. Neredeyse her insan bu realiteyle bir sene içinde defalarca kez karşı karşıya gelir.

 

Gök gürültüsünün Allah’ı hamd ile tesbih etmesi de meselenin tevhide yani işin hakikatine bağlanmasıdır. Gök gürültüsü başıboş bir hadise değildir mesajı verilmektedir. Kur’an zaten insanın karşılaştığı her meseleyi Allah Teala’yı tesbih, tenzih ve hamd etmeye bağlar.

 

Gerçek bu iken bir insan bu ayetlerin mealine bakıp da “Gördünüz mü? Kur’an yıldırımları Allah’ın cezalandırmak için birilerine çarpmak amacıyla kullandığını söylüyor.” derse son derece abes, metnin anlamı dışında bir ithamda bulunmuş olur. Çünkü her Müslüman bilir ki bir Müslüman da yağmurlu havada bir ağacın altında namaz kılsa başına yıldırım düşüp ölebilir. Dolayısıyla Allah Teala’nın yıldırımları bir kafiri cezalandırmak için kırbaç gibi kullandığı şeklindeki bir tasavvur akl-ı selim hiçbir Müslümanda bulunmaz. Böylesi tasavvurlara ancak elinde yıldırımdan kırbaçla dolaşan Zeus karakterine inanan Antik Yunan dönemi insanlarında rastlayabilirsiniz.

 

Sonuç

 

Bu gibi düşünce hatalarından korunmak ve her konuyu kibirli bir eleştiriyle ele almak yerine meseleyi gerçekten anlamak isteyenler için faydalı bir önerimiz olacak: Bir ayetteki kelimenin düz meallerde verilen anlamlarına değil de gerçek anlamlarına ulaşmak için Kur’an sözlüklerine, o kelimenin kök anlamlarına, Kur’an’ın filolojik yönüne daha ciddi ağırlık veren tefsirlere müracaat ederseniz araştırdığınız konu sizin adınıza daha anlaşılır olacaktır.

 

Bir de Kur’an’a iman ederek muhatap olan müminler için bir son sözümüz olsun: Eğer geçmiş dönemlerdeki Müslümanlar Kur’an’ı tam kale almış olsalardı güneş ve ayın bize bakan yönleriyle zamanı ölçmeye yarayan cisimler olmasından hareketle bu iki cismi daha işlevsel kullanıp zamanı çok daha net ve düzgün ölçecek sistemler geliştirebilirlerdi. Kur’an’ı anlamayı tek boyutlu bir işlev olarak düşünüp orada bırakmak, dolayısıyla Kur’an’ı yeterince kale almamak o dönem Müslümanları ile bu dönem Müslümanlarının yani bizlerin ortak hatasıdır.
 

Allah Teala’dan ayetlerini her şeyden fazla ciddiye almayı, onlar üzerlerinde ciddi manada çalışmayı, bu vesileyle dünya ve ahireti kazanmayı bizlere nasip etmesini diler ve dileniriz.
 


 

1 ) Rahman, 29

2 ) Hac, 47

3 ) Yasin, 40
4 ) Mülk, 5

5 ) Fussilet, 12

6 ) Yunus, 5

7 ) Nuh, 16

8 ) Bakara, 222

9 ) Bakara, 219

10 ) Bakara, 189
11 ) Yunus, 5

12 ) Bakara, 29; İsra, 44; Müminun, 86; Fussilet, 2; Talak, 12; Mülk, 3; Nuh, 15; Nebe, 12;

13 ) Mülk, 5

14 ) Ra’d, 12-13