27 dk.
18 Mayıs 2024
Kur'an'da Sümer Mitolojisi Etkileri Üzerine | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Kur'an'da Sümer Mitolojisi Etkileri Üzerine | Tek Parça

Soru: Kur'an kendinden önce kitaplardan izler taşıyor. Sümer yazıtlarında da tıpkı Kur'an'daki gibi mitler var. Bu durum Allah'ın insan ırkının oluşumundan beri sürekli kitaplar ve uyarıcılar gönderdiği iddiasını güçlendirebileceği gibi, aksine bu yazıtların sürekli birbirinden kopya çektiğini ve insanlığın ilk yıllarından beri süre gelen neden arayışının veya anlam arayışının bir sonucu olduğu da söylenebilir. Hangisine nasıl inanacağız? Hangi yaklaşımın doğru olduğundan nasıl emin olacağız?
 

Cevap: 
 

Deliller ve Delillerin Aksiyomlara Göre Yorumlanması
 

Bu konuda aslında çok bariz ancak pek fark edilmeyen bir hususu açıklayarak başlayalım: İnsanların ulaştıkları sonuçlar baştaki aksiyomlarına çok güçlü bir şekilde bağlıdır. Ancak çoğu zaman bu aksiyomlar fark edilmez. Dolayısıyla onların isimlendirilmesi, doğru olup olmadıklarının test edilmesi zordur.

 

Söz konusu aksiyomlar farkında olmasak bile bizim bir konuda nasıl düşüneceğimizi, hangi sonuçlara varacağımızı etkiler. Aksiyomlar yahut ön kabuller bir konuda düşünmeye başlarken bir şeyi ne olarak kabul ettiğimizi de neyi ne kadar mümkün veya imkânsız kabul ettiğimizi de belirler. Ulaşacağımız sonuçlar da bu kabullere göre şekillenecektir.

 

Diğer yandan, neleri nasıl isimlendirdiğimiz ve hangi küme içine aldığımız hem baştaki aksiyomlara bağlıdır hem de kendi başlarına çıkaracağımız sonuçları şekillendirir.

 

Örnek verelim: İbrahimî dinlerdeki Tanrı anlayışına sahip olmayan, bir Tanrı kavramına inanmayan veya ihtimal vermeyen bir insan, farklı dil ve kültürlerdeki farklı şekillerde birbirine benzeyen ve birbirini tasdik eder şekilde vahiy göstergeleri gördüğünde bunların hepsine “Demek ki birisinin uydurduğu mit başka kültürler tarafından taklit edilmiştir.” diyecektir. Tam da bu noktada baştaki aksiyomlarda neyin doğru kabul edildiği, neyin var neyin yok, neyin mümkün neyin imkansız kabul edildiği meselesinde var olan göstergenin/delilin nasıl takdir edildiği o insan için ulaşılacak sonuçları değiştirmeyecektir. Çünkü farklı kültürlerde görülen vahiy izleri birbirinden farklı ise “Her kültür farklı şeyler uydurmuş, bunlar birbirini desteklemiyor, birbiriyle çelişik.” diyebilecektir. Eğer vahiy izleri aynı veya benzerse, örneğin farklı kültürlerde bulunan Nuh (as) tufanı izlerine bakarak “Demek ki başlarda bir tufan olmuş sonra her kültür bunu kendi mitolojisine almış.” deme eğiliminde olacaktır.

 

Burada bir şeyi kabul etmeyi veya etmemeyi, inanmayı veya inanmamayı belirleyen şey; deliller veya izler hakkındaki o insanın zihninde var olan önceki kabullerdir, aksiyomlardır. Bu insan, kendisindeki ön kabullere veya aksiyomlara dayalı olarak mevcut verileri değerlendirmekte, yorumlamaktadır.

 

O hâlde insanın imani çerçevede bir şeyleri kabul edip etmemesi, desteklemesi veya reddetmesi süreçlerinde beşerî bir özellik olarak aksiyomlarına göre bir şeyleri tercih ettiğini gözden kaçırmamak gerekir.

 

Yine bu bağlamda, insanın karşısına çıkan bir bilginin birileri için imani bağlamda ikna edici bir delil olup olmayacağı soruluyorsa diyebiliriz ki; hayır büyük ihtimalle olmayacaktır! Çünkü “Bir Tanrı yoktur ve insanlara asla vahiy göndermemiştir!” diye inanan ve meselelere bu aksiyom çerçevesinde bakan bir insan çok zaman farklı kültürlerdeki dini motifleri farklı insanların uydurduklarını, birbirine benzeyen motiflerin de birbirinden kopya çekildiğini düşünecek ve öyle iddia edecektir.

 

Kesinlik Fikri

 

Pek çok insan inandığı şeyde kesinlik ister. Ayrıca bu kesinlik fikrine başka insanların da sahip olmasını arzu eder. Bu bağlamda pek çok insanın veya bir grubun kesin bir doğru olarak kabul ettiği meselelerde kesinlik arar. Ancak böyle bir durum sadece o anda bir politikayı/ideolojiyi/dünya görüşünü ilgilendirmeyen, anlaması çok zor olmayan maddi, kevnî veya fen bilimlerini ilgilendiren konularda yakalanabilecek bir meseledir. Diğer konularda böyle bir kesinliğin yakalanması pek mümkün değildir.

 

Bir insanın hayatında nasıl davranması gerektiğini ilgilendiren; oruç tutmalı mı tutmamalı mı, tesettüre girmeli mi girmemeli mi, evlenmeli mi evlenmemeli mi gibi konularda herkesin kabul edeceği, karşı çıkamayacağı kesinlikte son sözü söylemek çok zor olacaktır. Herkes meselenin kendine bakan yönüyle ilgilenecek, farklı bakış açıları farklı değişkenleri öne sürecek, işin içine değer yargıları ve dünya görüşleri girecek, herkes her konuda her datayı bir şekilde yorumlayacaktır.

 

Peki fen bilimlerinin sunduğu bilgiler kesin midir? Örneğin dünyada küresel ısınmanın olup olmadığı, küresel ısınma varsa buna insanların mı yoksa başka değişkenlerin mi neden olduğu, nükleer enerji insanlık için faydalı mıdır riskli midir, bir salgın var mıdır yok mudur gibi meselelerde de bazı bilim adamlarının birbirleriyle anlaşamadığını, ortak bir zeminde buluşamadığını, bu nedenle her iki tarafın da ortaya koyduğu delillerin insanları ikna edemediğini görürüz. Yine matematiğini anlamanın gerçekten çok zor olduğu relativite ve kuantum yahut karanlık madde gibi konular başta olmak üzere pek çok bilimsel konuda da bilim adamlarının farklı teoriler geliştirebildiğini, geliştirilen modellerin bilim camiasının tamamınca kabul edilmediğini görürüz. Bu konularda da kesinlik yahut objektif realite sosyal olarak kabul görmüş politika değişiklikleriyle ilgilidir. Örneğin salgında maske takıp takmama konusunda resmî otoritenin de kabul ettiği bir görüş hayata geçirilmiş ve çoğunluk tarafından objektif bir gerçeklik olarak anlaşılmıştır.

 

Demek ki fizik, kimya, biyoloji gibi bilimsel konular da dahil olmak üzere pek çok konuda kesin, objektif, net realiteler bazen kişilerin kendi aksiyomlarına, bazen politikalara, bazen insanların genel kabulüne göre değişebilmektedir.

 

Arkeoloji, Yorum ve Arkeolojik Yorum

 

Bilindiği gibi arkeoloji, eski kültürleri ve uygarlıkları, onlardan kalan maddi kalıntılar baz alınarak inceleyen, çeşitli kazı yöntemleriyle bu kalıntıları ortaya çıkaran, elde ettiği verileri yer ve zaman açısından tespit etmeye çalışan bir bilim dalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken bu kalıntıların birer kültürel varlık olması, yani insan elinden çıkmış olmalarıdır. Dolayısıyla o kalıntılar da insanların duygu ve düşüncelerinin ürünüdür. Arkeolojinin amacı da eski dönemlere bu kalıntılar üzerinden ışık tutarak tarihin canlandırılmasını, yani bizim tarafımızdan anlaşılmasını sağlamaya çalışmaktır.

 

Bu durumda arkeolojinin objektif, kesin bilgiler sunmaktan çok yoruma dayalı bir bilim dalı olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Çatalhöyük kazılarında da proje başkanı olan dünyaca ünlü arkeolog ve antropolog Ian Hodder’in deyimiyle; “Geçmiş, bize nesnel olarak verilmemiştir. Arkeoloji sadece gerçekleri tanımlamak ve hipotezleri onlara karşı sınamak değildir. O, karmaşık sosyal olguların içine saklanmış, yorumlayıcı bir teşebbüstür.”1 Arkeolog bilim adamlarına göre de zaten arkeolojik geçmiş pek çok belirsizlikle doludur. Bu belirsizlikleri aşmak için yapısalcı, postyapısalcı ve göstergebilimci arkeoloji teorilerinin yanında Marksist arkeoloji ve feminist arkeoloji gibi pek çok arkeoloji kuramı geliştirilmiştir. Bunların yanında bağlamsal arkeoloji ve postsüreçsel arkeoloji gibi görece daha yeni kuramlar da ortaya çıkmaktadır. Tabii ki bu durum arkeolojinin güvenilmez bir bilim dalı olduğunu göstermez. Arkeoloji bizlere pek çok objektif ve kesin veri de sunmuştur. Ancak bu verilerin kendi varlıkları başka, yorumlanmaları başka bir meseledir.

 

Arkeoloji biliminin doğuşuna ve gelişimine baktığımızda da pek çok farklı bakış açısının ve teorinin birbirine karıştığı görülür. Aslında arkeoloji var oluşunu Avrupa’nın geçmişi anlama ilgisine ve Kitab-ı Mukaddes arkeolojisi denilen bazı çalışmalara borçludur. Ancak yıllarca din olgusuna karşı mesafeli durmuştur, çünkü din soyut bir alandır ve arkeoloji ise maddi kültüre odaklanmaktadır. "Din üzerinden maddi kültür anlaşılamayacağı gibi maddi kültür üzerinden de dinin anlaşılması mümkün değildir." düşüncesi arkeolojide uzun süre varlığını korumuştur. Bu fikre göre bir arkeolog maddi kültür varlıkları (kalıntılar) üzerinden teknoloji, ekonomi veya sosyal organizasyonlar hakkında bilgi elde edebilir ancak kültür varlıkları din ve maneviyat alanında bizlere bir veri sağlamaz, objektif bir bilgi sunmaz. Din hakkında ancak tapınaklar, heykeller veya mezarlardan yola çıkılarak bazı yorumlar yapılabilir. 2. Dünya Savaşından sonra ise sosyal bilimlerde bir paradigma değişikliği yaşanmış, süreçsel arkeoloji akımıyla birlikte de dine ikincil önemde yer verilmeye başlanmıştır. Bu süreçte de arkeologların ilgisi ilk dönem insanlarının psikolojik ve zihinsel yapılarını yorumlamaktan ibaret olmuştur. Daha sonra postmodernist akımların etkisiyle postsüreçsel arkeoloji kuramı geliştirilmiş, bu alanda da din olgusu sadece ritüellere ve sembollere indirgenmiştir. Günümüze yaklaştıkça dinin insan davranışları üzerindeki etkisi kabul edilmeye başlanmış, arkeoloji ile din bilimleri arasında etkileşim kurulmaya çalışılmış, böylece disiplinler arası çalışmalar yoğunluk kazanmaya başlamıştır.

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki; Nasıl ki insan düşüncesi bir konuda sonuca ulaşırken başlangıçtaki aksiyomlarından, ön kabullerinden ciddi manada etkilenir, arkeolojik yorumlar da bağlı olduğu dünya görüşüne, yaklaşım biçimine son derece bağlıdır.

 

Örneğin Gordon Childe arkeolojiye Marksist bakış açısını uyarlamış ünlü bir arkeologdur. Bir Marksistin dünyaya bakış açısı ise diyalektik materyalizme, sınıf savaşlarına bağlıdır. Ona göre insanlık tarihi sınıfların birbirleriyle mücadelesinin, ekonomik varlıkları paylaşma savaşının tarihidir. Gordon Childe’e göre de insanlık tarihi üretim araçları veya ekonomik varlıklar üzerindeki sınıf kavgalarından ibarettir. Sümerlerle birlikte yazının da kullanılmasıyla din kavramı etkili olmaya başlamış, dinler insanlığın ilerlemesinin önünde bir engel oluşturmuş, iktidar sahiplerinin hegemonyasına hizmet etmiş, sınıflar arası çatışmada her zaman iktidar tarafından kullanılan bir silah olmuştur. Childe’e göre başkapitalist bizzat Tanrının kendisidir ve tapınaklar da sermayenin merkezi konumundadır.

 

Bu yorumlardaki sübjektifliği, bilimsel yönteme aykırılığı ortalama zekaya sahip her insan anlayacaktır. Zaten Childe’ın görüşleri Marksist arkeoloji tarafından bile sonradan daha rasyonel hâle getirilmeye çalışılmıştır.

 

Benzer şekilde ülkemizde de popüler ateizmin yükselmesiyle gündeme gelen Muazzez İlmiye Çığ’ın “Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni” çalışması meşhurdur. Yazarın bu konudaki temel aksiyomu, Sümer kültürünün sonraki dinler üzerinde etkili olduğudur. İfade edilmeyen, daha temeldeki ön kabul ise; “Kültürler arasındaki benzerlikler sonraki kültürün önceki kültürden etkilendiğini, sonrakinin öncekini taklit ettiğini gösterir.” şeklindedir. Halbuki arkeolojide böyle bir hipotez genel kabul görmüş değildir. Farklı arkeoloji kuramlarını karşılaştırmalı olarak okuyanlar bu durumu daha iyi anlayacaklardır.

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki; arkeolojik veriler ile arkeolojik yorumlar birbirinden farklı meselelerdir. Yorumların tamamen verilere dayalı olduğu iddiası ise pek geçerli değildir. Çünkü her konuda yorum, veriden daha çok kişinin kendi aksiyomları ve ön kabulleriyle ilgilidir. Arkeolojik yorum da bir cins tâbi olunan arkeolojik kurama dayalıdır.

 

Bu durumda; “Nuh (as) tufanı önce Sümer mitolojisinde uydurulmuş, sonra diğer kültürler tarafından kopyalanıp taklit edilmiştir.” demek ile “Nuh (as) tufanı her kültürde kendine farklı şekillerde yer bulmuştur. Çünkü insanlığın ortak bir mirasıdır.” demek arasında her ikisinin de yorum olması açısından bir fark yoktur. Hangisinin tercih edileceği ise kişinin kendi aksiyomlarına, ön kabullerine bağlıdır. Matematiksel, objektif, tartışılmaz bir kesinlik insan zihni açısından pek mümkün değildir. Çünkü bu konuda insan düşüncesini belirleyen şey delilin veya verinin kendisi değil, önceki aksiyomlar ve ön kabullerdir.

 

Petra ve Diğer Oryantalist İddialar

 

Şu noktayı tekrar vurgulayalım: Gerek günlük hayatımızda, gerek metafizik meselelerde, gerekse özelde arkeolojik verilerin genelde pek çok veri türünün yorumlanmasında ve bir sonuca ulaşmakta önemli olan şey verilerin veya delillerin kendisi değil konuyla önceki daha önceki aksiyomlar, ön kabuller veya varsayımlardır.

 

Bunun en iyi örneklerinden birisi de İslam tarihini inceleyen bazı oryantalistlerin yahut İslam üzerine çalışan bilim adamlarının bazı konularla ilgili sahip oldukları duygusal ağırlıktır.

 

Örneğin bir dönem İslam tarihinin Mekke’de değil Petra şehrinde başladığını, Kabe’nin aslında Petra’da olduğunu, sonra mitin değişmesi nedeniyle coğrafyanın ve tarihin de değiştiğini iddia edenler olmuştu. Daha sonra bu iddianın hiçbir bilimsel, tarihsel ve arkeolojik dayanağı olmadığı için geri adım atılmıştı.

 

Son günlerde ortaya atılan yeni bir iddia ise şu şekildedir: “Aslında Efendimiz’den (sas) önce Arabistan’da güçlü bir tevhid veya monoteizm eğilimi vardı. Sert bir politeizm/çok tanrıcılık zaten yoktu. İnsanlar İslam’ın öngördüğü bir tevhidi kabul etmeye hazırdı. Hz. Muhammed (sas) de böyle bir ortamdan faydalanıp kendi görüşlerini yayabildi.”

 

Bu iddiaları temellendirmek için şu anlatı delil olarak kullanılmaktadır: Bir sahabi cahiliye döneminde kendisini güldüren ve ağlatan iki olaydan bahseder. O sahabiyi güldüren olay “Hatırladıkça beni güldüren şey helvadan putlar yapıp sonra da acıktığımızda onları yememizdir.” ifadelerinden anlaşılacağı üzere bazen putlarını yemeleridir. Sahabiyi ağlatan olay da kız çocuklarını bazen toprağa gömmektir. Aslında bu iki olay da bizim kaynaklarımızda sahabe efendilerimizin cahiliye dönemi ile Müslüman olduktan sonraki dönemlerini karşılaştırmak açısından anlatılır. Ancak bazı eğitimsiz Müslümanlar cahiliyede sanki bütün kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğünü zannedebilmektedir. Yine bütün müşriklerin helvadan put yaptığını ve acıkınca yahut kıtlık zamanında o putları yediğini de düşünebilmektedir. Her iki düşünce de yanlıştır. Ancak bazı oryantalistler bu rivayetteki “Helvadan put yapıp acıkınca yeme” anlatısını “Bu politeizm/çok tanrıcılık değildir. Demek ki cahiliye Arapları politeist değildir.” iddialarına delil göstermek istemektedirler. Bu durumda Kur’an’ın Müslüman olmayan Araplara müşrik demesi de bir retorikten ibaret olacaktır. Kendi düşünceleri bu yöndedir.

 

Söz konusu oryantalistlerin diğer delilleri de Arabistan yarımadasında İslam’dan önceki döneme ait bulunan bazı yazıtlardır. Bu yazıtlarda “Allah’a yemin olsun.”, “Allah bizi koruyor/koruyacak.” gibi ibarelere rastlanmıştır. Buradan hareketle cahiliye dönemi insanlarının bir Allah inancı olduğunu, o hâlde onlara müşrik veya politeist denilemeyeceğini iddia etmektedirler.

 

Kur’an onların bir Allah inancı olduğunu ancak bu inancın sahih bir iman olmadığını zaten söylemektedir. “And olsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?” diye soracak olsan mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. O hâlde nasıl (haktan) döndürülüyorlar?”(2) ayeti ve benzeri ayetler bunu göstermeye yeter. Şirk de zaten budur. Şirk, ateizm değildir. Bir müşrik de ateist değildir. Müşrik Allah’a inandığını söylemektedir ancak bu inancı Allah katında sahih, doğru ve geçerli bir iman değildir. Çünkü müşrik, tamamen Allah Teala’ya verilmesi gereken ilim, irade, kudret, rahmet gibi ilahi sıfatları başka varlıklara da atfetmektedir. Kur’an’ın şirk dediği olgu da budur. Ancak oryantalistler Kur’an’ın bu insanlara müşrik demelerine karşı çıkmakta, o insanların tam manasıyla politeist olmadıklarını iddia edebilmektedir.

 

Bununla birlikte bizim kaynaklarımız Ashab-ı Uhdud gibi Arabistan coğrafyasında muvahhit, tek tanrıcı yahut monoteist insanların yaşadığını zaten aktarmaktadır. Hatta Efendimiz’in (sas) nübüvvetinden önce “Hanif” olarak isimlendirilen, Hz. İbrahim’in (as) dinine bağlı, tek bir ilaha inanan ve dua eden insanların varlığı da bilinmektedir.

 

Burada oryantalistlerin içine düştüğü durum da baştan beri anlattıklarımıza bir örnek teşkil eder. O da şudur ki; bu oryantalistler için eldeki verileri yorumlama açısından iki alternatif vardır:

 

Birincisi; İslam öncesi dönemde müşrik bir toplumda bir zat çıktı, kendisine gelen vahiyle insanlara sahih bir tevhid inancını aktardı, insanlara Allah’ı anlattı ve insanlar o zata iman etti.

 

İkincisi; Arap toplumundan bir insan çıktı, Yahudilerden ve Hristiyanlardan duyduğu şeyleri kendi ortamına uygun bir şekilde anlattı. İnsanlar da siyasal, ekonomik ve toplumsal nedenlerle onun etrafında toplandı.

 

İkinci ihtimali tercih etmelerinin daha derindeki nedeni ise o insanların zaten bir Tanrı inancına sahip olmamaları yahut bir Tanrının asla hiçbir insanla iletişime geçmeyeceğine inanmalarıdır. O hâlde Efendimiz’in (sas) anlattıklarında veya Kur’an’da geçen ibarelerde Yahudi ve Hristiyan geleneğindeki anlatılara benzer bazı izler var ise bu da Kur’an’ın o izlerden kopya çektiğini gösterir diye düşünüyorlar. İnanmayan birisi için başka bir alternatif zaten mümkün değildir.

 

Bu da meselenin objektif bir temeli olmadığını, kişisel varsayımlara ve aksiyomlara dayalı olarak delillerin ve verilerin yorumlandığını gösterir.

 

Yeni Deliller Üretmek

 

İnsanların temel değerleriyle ilgili konularda yeni deliller ulaşılacak sonuçları pek etkilemez. Dahası, bu konuda yeni deliller üretilemez. Ancak insanlar sadece kişisel varsayımları çerçevesinde delil üretebilirler.

 

Örneğin herhangi bir ülkeden çıkan herhangi bir İslam alimi Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna dair deliller toplamak üzere zihinsel bir yolculuğa çıkmış olsun. Bu alimin “Kur’an’ın şu ayetlerini Peygamber Efendimiz yazmamıştır. Ancak şu ayetleri Peygamber Efendimiz yazmış olabilir.” demesi veya “Kur’an’ın şu kısımları Hz. Muhammed’in (sas) Allah’ın Rasulünü olduğunu kanıtlar ancak şu kısımları kanıtlamaz.” demesi beklenemez. Kendisi böyle bir şüpheye kapılsa bile genellikle susacaktır. Bu kişinin temel aksiyomu “Allah vardır ve Hz. Muhammed (sas) O’nun kulu ve resulüdür.” olduğu için o aksiyoma uygun olmayan sonuçlara ulaşması pek mümkün değildir.

 

Bu bağlamda bizler alimlerimizin belli eserlerinde bazı mantık hatalarına rastlayabiliriz. Bu hatalarda genellikle akıl yürütme esnasında yapılan bazı atlamalar mevcuttur. A’dan B, B’den C sonucu çıkarma aşamasında alimlerimiz genellikle mantıklıdır ancak C’den Z’ye atlamalar (Z=Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed (sas) O’nun kulu ve resulüdür.) görülebilmektedir. Çünkü Z noktası daha işin başında temel aksiyom olarak kabul edilmiştir.

 

Aynı durum temel aksiyomu “Tanrı yok, vahiyler gerçek değil.” olan insanlar için de geçerlidir. Onlar da başlangıçtaki aksiyomlarına uygun bir zihinsel yolculuk yapacaklardır.

 

Bu bağlamda da katı pozitivist veya Metaryalist bir tarih anlayışına sahip dinler tarihçisi birileri “Dinlerin tarihi politeizmden monoteizme doğru gelişim göstermiştir. Bu durumda monoteist dinler birbirlerinden kopya çekmiştir.” diyebilecektir.

 

Özetleyecek olursak: İnsanlar genellikle bir konuda öncelikle neye inanacaklarını seçip daha sonra delilleri o inançlarına göre toplamakta ve öyle değerlendirmektedirler.
 
Sınıflandırma Konusu 

 

Bu konularla ilgili okumalarda dikkat edilmesi gereken asıl husus, nelerin nasıl sınıflandırıldığıdır.

 

Örnek verelim: Bilindiği üzere dünyanın farklı coğrafyalarına ve kültürlerine ait farklı mitolojilerde benzer noktalar vardır. Bilimsel açıdan bu benzerlikler iki ihtimalden kaynaklanır: Benzer mitler veya mitlerdeki benzerlikler ya birbirlerinden etkileşimler sonucu alıntılanmıştır ya da insan zihni benzerliğin olduğu yerlerde benzer şekilde çalışmıştır. Yunan ve Roma mitolojilerindeki benzerliklerin her iki kültürün yakın ilişkiler içinde olması hatta bu kültürlerin bazen iç içe geçmeleri sonucu birbirlerinden alıntılar (daha çok Roma’nın Yunan’dan alması) şeklinde olması mümkün ve vakidir. Ancak mesela Çin ve İnka mitleri arasındaki benzerlikler alıntıdan çok mitleri oluşturan zihinlerin benzer şekilde çalışmasından kaynaklanır denilebilir.

 

Diğer yandan, benzerlik olduğu görülen noktalar genellikle genel nitelik veya biçim açısından benzerlik gösterse de bağlam açısından oldukça farklı olabilmektedir. Örneğin ünlü bir Roma mitinde Roma şehrinin kurucuları olan Romulus ve Remus’un bir dişi kurt tarafından emzirilip büyütülmeleri, diğer yandan Türeyiş destanında Uygur Türklerinin kurt kılığına giren tanrı ve Uygur hakanının kızının evliliklerinden türemeleri arasında kurt motifi ortaktır. Ancak bu motiflerin bağlamları tamamen farklıdır. Hatta ortada kurt kelimesi veya motifinden başka hiçbir benzerlik yoktur denilebilir.

 

Benzer şekilde şöyle bir etkileşim iddiası da ortaya atılmıştır: Tevrat’ın Yeşaya kitabının 29. bölümünde şu ibareler geçer:

 

“…RAB size uyuşukluk ruhu verdi; …

İnsanlar böyle bir kitabı

Okuma bilen birine verip,

“Rica etsek şunu okur musun?” diye sorduklarında,

“Okuyamam, çünkü mühürlenmiş” yanıtını alırlar.

Kitabı okuma bilmeyen birine verip,

“Rica etsek şunu okur musun?” diye sorduklarında ise,

“Okuma bilmem” yanıtını alırlar.”(3)

 

Efendimiz’e (sas) ilk vahiy olan “İqra (Oku)” hitabı nazil olduğu zaman Efendimiz’in “Ben okuma bilmem.” cevabının yukarıdaki “Okuma bilmem…” ibaresinden alıntı olduğu iddia edilir. Halbuki arada hiçbir bağlantının olmadığı, Tevrat’taki “Okuma bilmem” ibaresi ile Efendimiz’in (sas) “Ben okuma bilmem.” cevabının birbiriyle hiçbir ilgisinin olmadığı çok açıktır. Sadece düz anlam açısından var olan benzerlikten yola çıkılarak Efendimiz’in (sas) cevabının Tevrat’tan alıntı olduğunu iddia etmek ne bilimsel ne rasyonel ne de ahlakidir.

 

Yine benzer şekilde Sümer tapınaklarında rahibelerin diğer kadınlardan ayrı tutulmaları için başlarının örtülü olduğu şeklinde bir varsayım vardır. Bu varsayım adı üstünde kesin bir bulgu değildir. Muazzez İlmiye Çığ’ın meşhur kitabında Alman oryantalist Hartmut Schmökel’den yaptığı bir alıntı ile ülkemizde yaygın bir bilgi olarak algılanmıştır. Schmökel dahi bu varsayımı kesin bir bilgi olarak lanse etmemiştir ancak Muazzez İlmiye Çığ, Sümer rahibelerinin örtülü olduklarını tarihte ilk kez gerçekleşen kesin bir bulgu gibi lanse etmiştir. Daha sonra bu geleneğin Yahudilere geçtiğini söylemiştir. Ancak bu geçişin ne zaman, nerede ve nasıl başladığı, etkileşimin hangi aşamasında gerçekleştiği konusunda hiçbir bilgi vermemektedir. Daha sonra da “İslam’a örtünme, erkekten kaçma şeklinde geçmiş.” gibi bir iddiada bulunmaktadır. Ancak burada da bu geçişin nasıl, nerede, ne zaman olduğu konusunda hiçbir açıklama yoktur. Hatta kadınların, erkeklerin olmadığı yerlerde de örtünmelerini “Sümer geleneğinin bir devamıdır.” şeklinde açıklayabilmiştir.(4) Bu iddiada da hiçbir şekilde “nasıl, nerede, ne zaman?” sorularına cevap yoktur. Ortada sadece genel, afaki bir iddia vardır. Buna da “bilimsel” diyebilmek zaten mümkün değildir. Dolayısıyla böyle bir iddiaya “Doğru olabilir.” nazarıyla bakmak da rasyonel değildir.

 

Bu noktada Muazzez İlmiye Çığ yahut benzer şekilde düşünenlerin konuyla ilgili ilk varsayımları, aksiyomları yahut ön kabullerinin “Benzerlik varsa alıntı/kopya vardır.” yahut “Her benzerlik sonrakinin öncekinden kopyalaması sonucu oluşur.” olduğunu söyleyebiliriz. Halbuki bu varsayım gerekçelendirilmemiş, kanıtlanmamış hatta sorgulanmamıştır.

 

Bu arada “Benzerlik varsa alıntı/kopya vardır.” varsayımının her zaman yanlış olduğunu söylemiyoruz. Bahsi geçen varsayımın elbette doğru olduğu noktalar vardır. Ancak kültürlerdeki her benzerliği birbirinin kopyası saymak mantıklı değildir. Bu tarz benzerliklerin kopya olduğu iddiaları ayrı açıklamalar gerektirmektedir. Kopyalamanın veya alıntılamanın nasıl gerçekleştiği aşama aşama izah edilmelidir. Bu yapılmadıkça “kopyalama” iddiası afaki bir iddia olarak kalacaktır. Hatta bir hukuk terimi olarak “fıkra” ile bir mizah anlatısı olan “fıkra” kelimelerinin eş anlamlı olduğunu iddia etmek kadar abes bir yaklaşım olacaktır.

 

Özetleyecek olursak; din ayrı mitler ayrı bir kategoridir. Her ikisine de “mit” nazarıyla bakmak zaten dinleri efsaneler sınıfına indirgemek demektir. Halbuki bunların konuları, amaçları, anlamları, idealleri, hedefleri, mantıkları, söylemleri, temel iddiaları ve varoluşları birbirinden tamamen farklıdır. Mitlerin dinlerden yahut dinlerin mitlerden etkilenmeleri söz konusu olabilir. Ancak bu etkilenme dinlerin kendilerinin değil o dinlerin mensuplarının sorunudur. Üstelik ikisi arasındaki bir etkileşim bu ikisini aynı kategoriye dahil etmeyi gerektirmez. O hâlde hem mitlerin hem de dinlerin aynı şeyler olduğunu baştan düşünüp her ikisini de insanlığın anlam arayışının bir sonucu olarak görmek öncelikle bir sınıflandırma hatasıdır ve rasyonel bir yaklaşım değildir.

 

Çamurdan Yaratılan İnsan ve Cennetten Kovulma Örnekleri

 

Buraya kadar anlattıklarımızı insanın çamurdan yaratılması ve cennetten kovulması motifleri üzerinden örneklendirmeye çalışalım:

 

Anlatılanlara göre Sümer tanrıları işlerinin yoğunluğundan dolayı yiyecek hazırlamakta zorlanırlar ve kendilerini yaratan deniz tanrıçası Nammu’ya bu konuda bir şeyler yapması için yalvarırlar. O da bilgelik tanrısı olan Enki’ye kendileri için hizmetçiler yaratmasını söyler. Enki de yumuşak kilden bazı şekiller yapıp Nammu’ya; “Ey annem! Adını vereceğin yaratık oldu, onun üzerine Tanrıların görüntüsünü koy, dipsiz suyun çamurunu karıştır. Ey annem! Yeni doğanın kaderini söyle! İşte o bir insan!” der.

 

Kur’an’da da insanın çamurdan yaratıldığına dair bazı ayetler vardır.(5)

 

Bu biçimsel benzerlikten yola çıkarak “Hem Sümer mitolojisinde hem de Kur’an ayetlerinde insanın çamurdan yaratıldığı söyleniyor. Sümerler daha eski bir kavimdir. O hâlde Kur’an Sümer mitolojisinden etkilenmiştir.” demek her şeyden önce bilimsel ve rasyonel değildir. Böyle bir okuma hem mitolojilere hem de dinlere saygısızlık olacaktır.

 

Mitolojilere neden saygısızlık olacaktır? Çünkü böyle bir okuma, bir kültürün mitolojisini kendi aksiyomlarını haklı çıkarmak için kötüye kullanmak anlamına gelecektir. Halbuki mitler böyle parça parça okunmaz ve bu tip okumalar o mitlerin anlamını da tahrif eder. Bu noktada Strauss’un C. L. Strauss’nun şu ifadeleri dikkate alınmalıdır: “… bir miti roman veya gazete makalesi okur gibi, yani soldan sağa, satır satır okursak söz konusu miti anlayamayacağımızın farkında olmalıyız; çünkü mit bir bütün olarak kavranmalı ve mitin temel anlamının olaylar sekansıyla değil, deyim yerindeyse, olaylar destesiyle -bu olaylar hikayedeki farklı anlarda görünse bile- nakledildiği keşfedilmelidir.”(6)

 

Bu bağlamda düşününce Sümer mitolojisindeki insanın yaratılışına dair bir anlatıda yer alan “çamur” kelimesi ile ayetlerdeki “çamur” kelimesini aynı bağlamlarda ele almak, anlatının ve ayetlerin niyetlerini, iddialarını, arka planlarını “Aynı şeylerden bahsediyor.” diye yorumlamak son derece yüzeysel bir bakış açısının ürünüdür. Mitolojinin tamamı ve ayetlerin bağlamları karşılaştırıldığında bu durum zaten anlaşılacaktır. Ancak dikkat edilirse tüm “benzerlik” ve “kopya” iddiaları sadece küçük parçalar, kısa cümleler ele alınarak ortaya atılmaktadır. Bu da bir konuyu bağlamlarıyla birlikte düşünme zahmetine katlanmayan okurlar için yanlış sonuçlar verebilmektedir.

 

Avam Değerlendirmeler ve Halka Yansıyan Boyutlar

 

Mitolojiler ve dini anlatılar arasındaki formel benzerlikler avam halka “Her ikisi de aynı şeyden bahsediyor.” şeklinde yansımış olabilir.

 

Binlerce yıl önce Sümer halkı tanrı Enki’nin bir yerlerde oturup bir çömlekçinin yumuşak kilden çömlek yapması gibi insanları elleriyle yoğurarak ve şekillendirerek yarattığını düşünmüş olabilirler. Bazı Müslümanlar da Allah Teala’nın Azrail (as) aracılığıyla yeryüzünün dört köşesinden bir avuç toprak aldığını, sonra o toprağın üzerine Kerem yağmuru yağdırdığını, o toprağın bir çamur haline geldiğini, o çamurun 40 sabah boyunca kudret eliyle yoğrulduğunu, akabinde o çamurun 40 yıl kurumaya bırakıldığını, sonra Allah’ın Hz. Adem’e (as) bir heykeltıraşın mermere yaptığı gibi suret ve şekil verdiğini, sonra ağzından üfleyerek ruh verdiğini düşünür. Bu tip anlatılar bazı tefsir kitaplarımızla nasihat içerikli dini kitaplarda mevcuttur. Halk da böyle anlamıştır.

 

Kur’an’ın insanın yaratılışıyla ilgili ayetlerinin bahsettiği mana ile mitolojilerdeki yaratılış anlatıları çok uzaktan birbirine benzese de aslında tamamen farklı şeylerden bahsetmektedir. Bu uzak benzerliklere odaklanarak hem ayetlerin hem de mitolojinin aynı şeyden bahsettiğini söylemek, biraz önce verdiğimiz örnekteki gibi bir yasa maddesinin bir fıkrası ile bir mizah türü olarak fıkranın aynı şey olduğunu iddia etmek kadar abestir.

 

O hâlde rahatlıkla söyleyebiliriz ki; insanların çoğunluğu bir yerlerde bazı deliller bulup da sonra o delillerin işaret ettiği şeylere inanmayı tercih etmezler. Önce bir şeylere inanırlar, sonra inandıkları şey ekseninde bazı unsurları o inandıklarına delil gösterirler. Dini inançlar da insanların bu eğiliminden ayrı kalmamıştır. İnsanlar dini konularda da bu şekilde davranmaya eğilimlidir. Yani bir ayet veya hadis de bu şekilde yorumlanır, bir Sümer tableti de… Bu eğilimler de bilimsel araştırmalar, rasyonel deliller gibi unsurlardan ziyade zamanın modası, bir söylemin etki sahası, kişisel tercihler gibi değişkenlere daha çok bağlıdır.

 

Müslümanların Yapabilecekleri

 

Bu çerçevede Müslümanlar bugüne kadar pek yapmadıkları bir şeyi yapabilirler: Kendilerini yalandan, efsanelerden, asılsız rivayetlerden, mantıksız çıkarımlardan, delil olmayan şeyleri delil olarak iddia etmekten, bilmedikleri şeyleri biliyormuş gibi yapmaktan, zanla hareket etmekten, sırf başkaları öyle söylüyor diye bir şeyin öyle olduğunu iddia etmekten koruyup; hakikate açık, sadece hakikati arayan, hakikatin peşinde olan bir ilim ekolü oluşturabilirler.

 

Müslümanlar bugüne kadar bunu başarabilmiş olsaydı elbette şimdiki olduğundan kat be kat fazla sayıda insan Müslüman olacak değildi. Çünkü ilim belli bir ihtimam, belli bir hayat kalitesi, belli bir birikim ister. İnsanlar da hayatlarını canları istediği gibi yaşamak ister. Hangi dinin iddialarının gerçek olduğu insanların çoğunu da ilgilendirmez ve etkilemez. Ancak en azından böyle bir ilim geleneği İslam medeniyeti içinde mevcut olsaydı veya bir ekol hâlinde süreklilik arz etseydi diğer medeniyetlerin mensupları bu geleneği daha çok ciddiye alacaklardı. Çünkü bu ilim ekolü mensuplarının ne kendilerini savunmak ne başkalarını ikna etmek ne de kendilerini haklı hissetmek için bir şeyler uydurmadıklarını, taassuba düşmediklerini, sadece bilgi ve belgeyle hareket ettiklerini göreceklerdi. Bu da insanlara veya en azından konuyla ilgilenen insanlara bir güven duygusu verebilirdi. Fakat Müslümanlar pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da Asrı Saadet'ten uzaklaştıkça asılsız rivayetlerle, mantık dışı çıkarımlarla, zan ve taassupla hareket etmeyi tercih etmişlerdir. Bu da ayet ve hadislerin değil ancak Müslümanların söylemlerinin değerini azaltmıştır.

 

Kendimiz İçin Yapabileceklerimiz

 

Buraya kadar bir şeye önce inanıp sonra ona dair zannî deliller ürettiğimizi anlattık. Meselenin bu kısmını hâlledebilirsek sorudaki “Hangisine nasıl inanacağız?” meselesini de hâlletmemiz mümkün olacaktır.

 

Bir şeye nasıl inandığımız, o şeye inancımızın nasıl oluştuğunu tespit etmemiz önemlidir. İnançlar tercihlerle yakından ilgilidir. Tercihlerimizi ise çocukluğumuzdan aldığımız eğitim, alışkanlıklarımız, çevresel etkenler ve bazı biyolojik faktörler gibi pek çok husus aynı anda etkiler. Bu hususlar genellikle bilincimizin uzağında oluştukları için farkına varmadığımız hususlardır. Belki bunları fark etmeye çalışarak bir yerlerden başlayabiliriz.

 

Bu karmaşık sürecin içinden çıkılması zor görünebilir. Ancak biraz dikkatle insan kendi eğilimlerini, ön kabullerini ve hangi şıkka daha yatkın olduğunu, bunların sebep ve sonuçlarını rasyonel bir şekilde anlayıp değerlendirebilir.

 

Örneğin, insanın anlam arayışının dahi bir anlamın varlığını gösterdiği düşünülebilir. Yahut bu arayışın biyolojik süreçlerin karmaşık bir sonucu olduğu, hiçbir zaman Tanrıya veya Tanrısal bir şeylere işaret etmediği de düşünülebilir.

 

Yine bir insanın mitolojilerdeki anlatılar ile Kur’an’daki ayetleri karşılaştırıp benzer kelimeleri görünce bir anda kendisini bir şüphe atmosferi içinde bulması mümkündür. Burada da şüphelendiği konuda en azından rasyonel ilkelere, mantık kurallarına, anlatıların bağlamlarına, iddiaların alt metinlerine dikkat etmesi gerektiğini düşünmelidir. Benzerliğin nedeni mitolojilerin de kendilerinden önce ilahi bir vahiyden etkilenmeleri olabilir. Yahut bir dinin, örneğin Museviliğin içine bazı mitolojik unsurların sonradan dahil edilmesi de olabilir. Bunların hangisinin mutlak hakikat olduğunu anlamak bilgiden, delilden çok eldeki verilere göre ancak yorum ve tercih olabilecektir. Eğer bir gün tarih ve arkeoloji son derece gelişir, Hz. Adem (as) veya Hz. Nuh (as) dönemlerini dahi bundan 2 yıl öncesini bilir gibi bilebilir hâle gelirsek bu soruların cevapları tam olarak verilebilir. Ancak diğer yandan insanın 2 yıl öncesine dair yorumları dahi birbirinden farklı olabilir. Bu nedenle meselenin kesin delil, objektif realite, bilimsel gerçeklik gibi hususlardan çok bakış açısı, baştaki ön kabuller, aksiyomlar gibi durumlarla ilgili olduğu unutulmamalıdır.

 

Allah Teala’dan eşyanın/şeylerin hakikatini oldukları gibi göstermesini diler ve dileniriz.

 


 

1 ) Ian Hodder, Scott Hutson, Geçmişi Okumak-Arkeolojiyi Yorumlamada Güncel Yaklaşımlar

2 ) Ankebut, 61
3 ) Tevrat, Yeşaya, 10-11-12

4 ) Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, s. 29

5 ) En’âm, 2; Hicr, 26

6 ) C. L. Strauss, Mit ve Anlam, s. 77