Kur'an'daki gece ve gündüzün birbirine geçmesi ifadesi nasıl anlaşılmalıdır?
Soru: Kur’an’da gece ve gündüzün birbirinin içine geçtiği, birbirinin yerini aldığı iddiası var. Ayrıca Ay'ın ve Güneş'in birbirini kovaladığı iddia ediliyor. Fakat dünya dönmekte, Ay ve Güneş de birbirini kovalamamakta. Bu konu hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Cevap: Öncelikle “gece ve gündüzün birbirinin içine geçtiği, birbirinin yerini aldığı iddiası” şeklinde ifade edilen konuyla ilgili ayetlere bakalım;
- “Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin.”1
- “Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneş ve ayı emri altına almıştır.”2
- “Böylece (Allah, haksızlığa uğrayana yardım edecektir ve buna kadirdir). Çünkü Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar. Şu da muhakkak ki Allah, hakkıyla işiten ve görendir.”3
Bu ayetlerde gecenin gündüze gündüzün de geceye katılması veya birbirlerinin içine sokulması ibarelerinin edebi yönleri vardır. Bunlar fiziksel bir olguyu bilimsel kavramlarla ifade etmeye çalışan ayetler değil, insanların genelinin tasavvurlarındaki tabiat olaylarının arkasındaki hikmeti anlatan ayetlerdir. Dolayısıyla bu ifadeleri kimse gece ve gündüzün katlanıp bir kumaş gibi birbirlerinin içine girmesi şeklinde anlamaz. Bu metni dinleyen Araplar böyle anlamamışlar, yorumcular böyle yorumlamamışlardır.
Aynı şekilde; “And olsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık.”4 ayetini de ne ilk dönemlerde ne de sonradan kimse 24x6 saat olarak anlamamıştır.
Yine; “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir.”5 ayetini de kimse Allah Teala’nın beş parmaktan, kemiklerden, eklemlerden, et ve kandan oluşan insan eline benzer bir ele sahip olduğu şeklinde anlamamıştır.
Elbette ki gündüz gecenin gece de gündüzün içine, bir suyun bardağa veya bir kılıcın kınına girdiği gibi girmez. Bunu ortalama zekaya sahip her insan anlayabileceği gibi orta çağ insanı da günümüz insanı da bilir. Demek ki kastedilen mana o mana değildir.
Kastedilen manayı anlamak için gökbilimci, fizikçi veya coğrafyacı olmak gerekmediği gibi tefsirci, Arap dili uzmanı olmaya dahi gerek yoktur. Yeter ki mana çarpıtılmasın, kişisel garazlar ve tuhaf niyetlerle mesele bulandırılmasın…
Eğer ortada samimi bir şüphe veya anlayamama var ise kastedilen mananın şu olduğunu söyleyebiliriz: Işık kirliliğinin olmadığı veya çok az olduğu, dağların da çok yüksek olmayıp ufku kaplamadığı bir ortamda gökyüzünü seyredenler göreceklerdir ki; ortalık tamamen karanlık iken önce fecr-i kazip, yalancı fecir veya birinci fecir denilen bir fenomen görünür. Bu, karanlığı adeta dikey olarak yaran bir ışık gibidir. Bu geçici ağarmadan sonra yine kısa süreli bir karanlık hâkim olur. Sonra ufukta yatay bir şekilde uzanan, giderek genişleyip açılan fecr-i sadık, yani doğru fecir, gerçek fecir yahut ikinci fecir başlar. İkinci fecir aynı zamanda imsak vaktidir. Bu vakit ile güneşin tam olarak doğması arasında ortalama bir saatlik süre bulunur. Bu süreçte gündüz, gecenin içine “adeta” dahil edilmektedir. Bir başka ifadeyle gündüz, geceye enjekte edilmektedir. Sonuç olarak “sabah” adını verdiğimiz günlük zaman dilimi bir anda oluşan bir olgu değil, adım adım gerçekleşen bir hadisedir.
Akşam da benzer şekildedir. Güneş birdenbire batmaz, karanlık birdenbire çökmez, akşam bir anda olmaz. İkindiden sonra yine ışık kirliliğinin az olduğu ve gün batımının çıplak gözle rahatça izlenebildiği bir yerde gözlem yapılırsa görülecektir ki; havanın rengi ve canlılığı kaybolmaya başlar. Böylece aydınlık da aşama aşama azalırken karanlığın derecesi adım adım artar. Güneşin batışına 45 dakika kala halen açık havada kitap okunabilir ancak 10 dakika kala okunamayabilir. Bu süreç boyunca gece veya karanlık gündüze veya aydınlığa yavaş yavaş sokulmakta gibidir. Nihayet güneş tam olarak ufukta kaybolunca yani batınca karanlık daha galip, daha hâkim olur. Yatsı vaktinden sonra da artık her yer karanlığa bürünür.
Bu süreçler takip edilince ve bütün bunların aşama aşama gerçekleştiği görülünce gecenin gündüzün içinde iken giderek hakimiyetini artırması veya gündüzün gecenin son bölümünden itibaren başını gösterip giderek bütün varlığıyla ortaya çıkması gerçekleşmiş olur.
Bütün bunları “gecenin gündüze gündüzün de geceye sokulması, dahil edilmesi” şeklinde ifade etmek fiziksel veya astronomik bir açıklama değildir. Dolayısıyla Kur’an, gece ve gündüzün oluşumunun fiziksel nedenlerini açıklıyor değildir ki o noktada eleştirilsin. Böyle bir eleştiri “Bizim çocuk Pazar günlerini iple çekiyor, çünkü her Pazar parka gideriz.” sözünü duyan kişinin bu sözü söyleyen kişiye yaptığı “Pazar gününün kalın ve sağlam bir iple kendine doğru çekilebileceğini zannediyor.” şeklindeki bir eleştiriden daha mantıksızdır.
Diğer yandan o dönemin insanları güneşin doğup batması olayını güneşin dünya etrafında dönmesi sonucu oluşan bir hadise olarak düşünmektedirler. Biz ise bugün dünyanın güneşin etrafında dönmesi sonucu yaşanan bir hadise olduğunu biliyoruz. Atmosferin güneş ışıklarını kırması, hava veya ışık kirliliği gibi durumların da havanın aydınlık ve karanlık durumlarını etkilediğini biliyoruz. Fakat mesele güneşin doğup batması olayının fiziksel açıklaması değildir. Kur’an’ın derdi de insanlara fizik öğretmek, güneşin doğuşu ve batışının fiziksel sebeplerine dair bir şeyler anlatmak değildir. Çünkü Kur’an, bir bilim kitabı değildir. Derdi de bu meselelerle ilgili bilimsel açıklamalar yapmak değildir. İnsanlar elbette fizik, coğrafya ve astronomi öğrenmeli, Allah’ın kevnî ayetlerini bilimin diliyle de okumalıdır. Ancak Kur’an esas olarak insanlara bu olayların arkasındaki manayı ve hikmeti anlatmaktadır.
1 ) Âl-i İmran, 27
2 ) Fâtır, 13
3 ) Hac, 61
4 ) Kâf, 38
5 ) Fetih, 10