


Kur'an Mahluk mudur? | İslam Düşünce Tarihinin Büyük Tartışması | 1. Kısım
Klasik Kelam Düşüncesinin Merkezi Tartışması
"Halku'l-Kur'an" yani Kur'an'ın yaratılmışlığı meselesi, İslam kelam tarihinin en temel, en çetin ve en ciddi siyasi sonuçlar doğurmuş tartışmalarından birini teşkil eder. İlk bakışta bu mesele Kur’an-ı Kerim’in doğasına ilişkin teknik bir konu gibi görünse de bu tartışma önemli felsefi ve siyasi sonuçlar doğurmuştur. Allah'ın Zât'ı ve sıfatları arasındaki ilişki, tevhid ilkesinin mutlak birliği, ilahi kelamın mahiyeti ve Yaratıcı'nın zamanla olan ilişkisi gibi pek çok kök mesele bu tartışmanın merkezinde yer alır. Dolayısıyla bu konu sadece Yüce Kitabımız’ın "yaratılıp yaratılmadığı" sorusundan çok daha fazlasını ifade etmektedir.
Bu felsefi zemini sağlamlaştırmak için öncelikle tartışmanın hangi tarihsel ve siyasi bağlamda bir alimler arası mevzu olmaktan çıkıp “devlet meselesine” dönüştüğünü anlamak kritik bir öneme sahiptir.
Tartışmanın Tarihsel ve Siyasi Bağlamı
"Halku'l-Kur'an" tartışmasının büyümesi saf bir teolojik merak veya akademik arayış nedeniyle olmamıştır. Bu tartışma siyasi telakkiler ve o dönem farklı itikadi görüşler arasındaki polemikler tarafından şekillendirilmiş ve alevlendirilmiştir. Konunun kısa sürede alimler arasında tartışılan bir husus olmaktan çıkıp devlet meselesi hâline gelmesi, onun teolojik derinliği kadar tarihsel ve politik dinamiklerle ne kadar iç içe geçtiğini de göstermektedir. Bu bağlam, tartışmanın neden bu denli şiddetli yaşandığını anlamak için kilit bir rol oynar.
Aşağıdaki unsurlar, bu tarihsel arka planı daha net bir şekilde ortaya koymaktadır:
• Siyasi Etkiler ve Devlet Politikası: Bu meselenin dönemin siyasi ihtirasları ile "şişirildiğini" ve devlet erki tarafından bir baskı aracına dönüştürüldüğünü ifade edebiliriz. Hükümetin konuyu bir devlet politikası hâline getirmesiyle teolojik bir soru siyasi sadakat testine dönmüştür.
• Tarihsel Kanıtlar ve Sorgu Tutanakları: Tartışmanın teorik düzeyde kalmadığının en somut kanıtlarından biri günümüze ulaşan sorgu tutanaklarıdır. Bu tutanaklarda alimlerin bu konuda nasıl sorguya çekildikleri ve cevap vermeye zorlandıkları görülmektedir. Örneğin, İbnül Bekka isimli bir alime "Kur'an mahluk mudur?" diye sorulduğunda, kendisi "Biz onu Arapça bir Kur'an kıldık. (cealnâhu)" ayetini delil olarak sunmuştur. Ayetteki "kılmak/yapmak" (ceale) fiilinden hareketle Kur’an’ın "mec‘ûl" (yapılmış/kılınmış) olduğunu söylemiş fakat ‘mahlûk’ ifadesini kullanmaktan özellikle kaçınarak sorgudan kendini kurtarmaya çalışmıştır.(3)
• Polemiksel Köken İhtimali: Tartışmanın kökenine dair bir diğer önemli nokta da meselenin Hıristiyan teolojisiyle girilen bir polemikle ilgisidir. Hıristiyanların "Hz. İsa Allah'ın kelimesidir." ayetinden hareketle, eğer Allah'ın kelamı (sözü) ezeli ve yaratılmamış ise o hâlde "Allah'ın kelimesi" olan Hz. İsa'nın da ilahi ve ezeli olduğu yönünde bir argüman geliştirdikleri rivayet edilmektedir. Bu iddiaya karşı bir savunma mekanizması olarak, İslam alimlerinin tevhid ilkesini korumak amacıyla Allah'ın kelamı olan Kur'an'ın yaratılmış olduğunu savunmaya başladığı düşünülmektedir.
Sultan Hişam bin Melik zamanında Hristiyan teolog Yuhanna ed-Dımaşkî (1)Müslümanlara karşı Hz. İsa’nın uluhiyetini, ezelî olduğunu ispatlamak istemiştir. Bunun için de Hz. İsa’dan “Allah’ın Kelimesi” olarak bahseden Kur'an ayetlerini kullanmıştır. Böylece Müslümanların da “Allah’ın kelimeleri mahluk değildir. O halde Hz. İsa (as) da mahluk değildir.” gibi bir sonucu kabul etmelerini beklemiştir. Çünkü onun kanaatine göre Müslümanlar Kur’an’ın mahluk olduğunu kabul etmeyecekler, kabul edenleri ise zındık olmakla suçlayacaklardır. Yuhanna’nın bu niyeti Ca’d bin Dirhem, Cehm bin Safvan gibi dönemin önde gelen alimlerinin gözünden kaçmamıştır. Bu alimler de Hıristiyanların bu iddiasını reddetmek için hem Allah’ın kelimesi olan Hz. İsa’nın hem de ilahi kelimelerden oluşan Kur’an’ın mahluk olduğu argümanını öne sürmüşlerdir.
• Mihne Süreci ve Teolojik Görüşün Devlet İdeolojisine Dönüşmesi: Abbâsî halifesi Me’mun döneminde (III./IX. yüzyıl), Mutezile’nin “Kur’an mahlûktur.” görüşü resmi doktrin olarak benimsendi ve halife, bu görüşü kabul etmeyi ulema ve kadılar için bir sadakat testi hâline getirdi. Me’mun’dan sonra Mu‘tasım ve Vâsık dönemlerinde de devam eden bu devlet politikası yalnızca akademik bir tercih değildi; sorgulama, baskı, sürgün ve işkenceyle desteklenen ideolojik bir dayatmaydı. Bu süreçte bilhassa Ahmed b. Hanbel gibi bazı alimler “Kur’an mahlûktur” demeye zorlandılar; reddedenler zindana atıldı, kırbaçlandı, görevden alındı. Ahmed b. Hanbel’in direnişi siyasi baskıya karşı ilmin izzetini koruyan bir alim figürü olarak yer etti. Bu yönüyle mihne “Halku’l-Kur’an” tartışmasının teorik olmaktan çoktan çıktığını ve doğrudan güç, iktidar ve vicdan ekseninde bir kırılmaya dönüştüğünü gösterir.
Bu tarihsel ve siyasi arka plan özellikle Mutezile ekolünün teolojik argümanlarının neden bu denli keskin ve sistemli bir şekilde formüle edildiğini anlamamız için çok önemlidir.
Mutezile'nin Argümanı: Tevhid İlkesi ve Sıfatların Yaratılmışlığı
Mutezile ekolünün "Halku'l-Kur'an" tartışmasındaki temel motivasyonu İslam inancının omurgasını oluşturan tevhid akidesini, yani Allah'ın mutlak birliği ilkesini her türlü şirk (ortak koşma) şaibesinden arındırma arzusudur. Onların argümanı Cenab-ı Allah’ın Zât'ı dışında başka bir ezeli varlığın tasavvur edilemeyeceği şeklindeki prensibe dayanır.
Mutezile'nin argüman zinciri şu mantıksal adımlarla özetlenebilir:
1. Temel Önerme: Allah, varlığı zorunlu olan tek ezelî varlıktır. O'ndan başka hiçbir şey ezelî (başlangıçsız) olamaz. Birden fazla ezelî varlığın mevcudiyeti tevhid ilkesiyle temelden çelişir.
2. Sıfatlar Sorunu: Eğer Allah'ın Kelam (Konuşma), İlim (Bilme), Hayat (Diri olma) gibi sıfatlarının da Zât'ı gibi ezelî olduğu kabul edilirse, bu durum Allah ile birlikte var olan başka ezelî varlıkların (sıfatların) kabul edilmesi anlamına gelir. Bu da "taaddüd-i kudema" (ezelî varlıkların çokluğu) sorununu doğurur. (4)
3. Tevhide Etkisi: Allah'ın Zât'ı dışında ezelî sıfatların varlığını kabul etmek, Mutezile'ye göre tevhid ilkesini zedeler ve bir tür gizli şirke kapı aralar. Allah'ın mutlak birliği Zât'ı dışında hiçbir şeyin ezelî olmamasını gerektirir.
4. Mantıksal Sonuç: Mutezile Allah’ın Zât’ından ayrı, ona zâit ezelî sıfatlar tasavvurunu reddeder. Özellikle Kur’an’la gündeme gelen Kelam sıfatını, Allah’ın dilediği zaman yarattığı harf ve seslerden oluşan bir fiil olarak görür. Allah’ın bütün fiilleri ise hadis/mahluk kabul edilir. Kur’an da bu kelam fiilinin harf ve seslerden ibaret tezahürü olduğuna göre, onların mantığına göre zorunlu olarak mahluktur yani yaratılmıştır.
Ehl-i Sünnet’in Cevabı: “Kur’an Allah’ın Kelamıdır, Mahlûk Değildir”
“Halku’l-Kur’an” meselesinde Mutezile’nin karşısında şekillenen Ehl-i Sünnet çizgisi tartışmayı önce sert bir reddiye diliyle, sonra da sistematik bir kelâm teorisiyle ele almıştır. İlk etapta özellikle Ehl-i hadis / Hanbelî çizgi, meseleyi fazla teorikleştirmeden kısa ve net bir formülle cevaplamıştır: “Kur’an Allah’ın kelamıdır, mahlûk değildir.” Bu çizgi Allah’ın kelamının yaratılmış olduğunu söylemeyi Kur’an’ın şanına ve ilahî kelama saygısızlık olarak görmüş, konunun felsefi ince ayrıntılarına girmeyi tehlikeli bulmuştur. Onlara göre mü’minin tavrı, Kelâmullah hakkında gereksiz tahlillere girmek değil, Yüce Kitabımız’ı olduğu gibi tasdik etmek olmalıdır.
Bu gelenek içinde Hanbeli mezhebinin kurucusu İmam Ahmed b. Hanbel (ra) özel bir yer tutar. O hem “Kur’an mahlûktur.” ifadesini reddetmiş hem de bunu zorla kabul ettirmeye çalışan siyasi otoriteye karşı direnişin sembolü hâline gelmiştir. Ehl-i hadis çizgisinin etkisiyle Sünnî gelenekte, “Kur’an mahlûktur.” demek kadar “Kur’an kadîmdir.” ifadesini de lüzumsuz teorik bir slogan hâline getirmekten kaçınan bir temkinli dil gelişmiştir. Temel ilke şudur: Kur’an Allah’ın kelamıdır, bu kelam zatına yakışan şekilde ezelîdir. Bunun nasıl ve ne surette olduğu ise tafsilatına girilmeksizin Allah’a havale edilir (bilâ keyf).
Kelâm-ı Nefsî ve Kelâm-ı Lafzî Ayrımı
Ehli sünnetin bu konudaki genel görüşünü yansıtan yaklaşım, temelleri İmam-ı Azam Ebu Hanife tarafından atılan ve daha sonra Kelam alimlerince “kelâm-ı nefsî / kelâm-ı lafzî” kavramlarıyla sistemleştirilen ayrım oldu. Bu yaklaşıma göre Allah’ın kelamı iki seviyede ele alınır:
• Kelâm-ı nefsî: Allah’ın zatına kaim olan, harf ve sesten bağımsız, ezelî ilahî kelam/mana. Bu yönüyle kelam kadîmdir, gayr-ı mahlûktur.
• Kelâm-ı lafzî: Bu ezelî mananın harf ve sesler aracılığıyla okunması ve mushaflara yazılmasıdır. Bu düzey ise hâdis/mahlûktur; çünkü yazı, ses, mürekkep, dil ve telaffuz zamana bağlıdır.
Böylece Ehl-i Sünnet kelâmı bir yandan Mutezile’nin Kur’an’ı bütünüyle “yaratılmış bir söz” seviyesine indirgemesine karşı çıkarak ilahî kelamın ezeliyetini korumuş; diğer yandan da Kur’an’ın okunan, yazılan, mushaf hâlinde elde tutulan yönünün mahlûk olmasını kabul ederek fiilî ve fiziksel düzlemi yaratılış dairesine yerleştirmiştir.
İlahi Zamansızlık ve Sorunun Mantık Hatası
"Halku'l-Kur'an" tartışmasında en temel mesele sorunun kendisiyle alakalıdır. Tüm tartışma insanlara ait olan sınırlı zaman algısının, zamanın yaratıcısı olan Allah'a atfedilmesinden kaynaklanan temel bir kategorik hatadan maluldür diyebiliriz.(5) Allah'ın "zamandan münezzeh" oluşu ilkesi göz önüne alındığında, "Kur'an ezelî miydi, yoksa sonradan mı yaratıldı?" sorusu temelden anlamsız hâle gelir.
• Zaman Kavramının Yanlış Uygulanması: Tartışmanın her iki tarafı da farkında olmadan Allah'ı insanî bir zaman çizelgesine tabi tutmaktadır. Allah için önce, sonra, "Daha önce yoktu, sonra var oldu." gibi zamansal ifadeler kullanılamaz. Çünkü zaman yaratılmış bir boyuttur ve Yaratıcı, kendi yarattığı bu boyuta tabi değildir. Zamanın geçişi yaratılmışlar için geçerli bir durumdur, Yaratıcı için değil.
• "Ezel" Kavramının Yeniden Değerlendirilmesi: Tartışmada "ezel" kavramı, genellikle yanlış bir şekilde, "eksi sonsuzdan beri devam eden çok uzun bir zaman dilimi" (örneğin, kâinatın yaratılışından milyarlarca yıl öncesi) gibi algılanmaktadır. Oysa teolojik olarak "ezel", bir zaman dilimini değil, zamandan bağımsızlık veya zamansızlık hâlini ifade eder. Allah'ın ezelî olması O'nun çok yaşlı olması değil, zaman kategorisinin tamamen dışında olması demektir.
• Sorunun Geçersizliği: Bu perspektiften bakıldığında, "Kur'an, Allah ile birlikte ezelî miydi, yoksa belirli bir zamanda mı yaratıldı?" sorusunun kendisi mantıksal olarak "sakat" ve "atıl" bir duruma düşer. Çünkü bu soru Allah'ın bir zamanlar Kur'an olmadan var olduğu, "daha sonra" bir noktada onu yarattığı gibi zamansal bir varsayıma dayanır. Allah zamana tabi olmadığından dolayı O'nun için bir önce ve sonra yoktur. Dolayısıyla soru en başından yanlış bir akıl yürütme üzerine kurulmuştur.
Bu felsefi hatayı daha net anlamak için şu örnek verilebilir: "1 Ocak 2023 tarihinde Allah benim bugün ne yapacağımı biliyordu." cümlesi, ilk planda anlaşılamayabilse de ifade tarzı bakımından teolojik açıdan sorunludur. Bu ifade Allah'ı belirli bir tarih noktasına sabitler. Doğru ifade "Allah, benim ne yapacağımı zamandan münezzeh olarak bilir." şeklinde olmalıdır. O'nun bilgisi için geçmiş, şimdi veya gelecek ayrımı yoktur.
Zaman meselesi bu şekilde çözüldüğünde tartışma artık "Ne zaman yaratıldı?" sorusundan uzaklaşarak, Kelamullah ve mahluk gibi temel kavramların ne anlama geldiği ve nasıl tanımlanması gerektiği zeminine kayar.
"Kelamullah" ve "Mahluk" Kavramlarının Yeniden Tanımlanması
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: “Kur’an ezelî miydi, yoksa sonradan mı yaratıldı?” sorusunu aynı kavramlarla sürdürmüyoruz. Önce bu sorunun Allah’ı zaman çizelgesine yerleştiren problemli varsayımını teşhis ediyor; ardından tartışmayı “Kelâmullah” ve “mahluk” kavramlarını yeniden tanımlayarak bambaşka bir zemine taşıyoruz. Dolayısıyla artık cevapladığımız soru, “Kur’an’ın Allah’ın zatıyla birlikte ezelî olup olmadığı” değil, “Kur’an’ın metin ve mana düzlemlerinin ilahî zamansızlıkla nasıl ilişkilendirileceği” sorusudur.
Teolojik tartışmaların seyrini ve sonucunu belirleyen en önemli faktörlerden biri, kullanılan temel kavramlara yüklenen anlamlardır. Bir tartışmada tarafların aynı kavrama farklı manalar vermesi ve bu nedenle anlaşamamaları sık karşılaşılan durumlar arasındadır. "Halku'l-Kur'an" meselesinin çözümü de büyük ölçüde "Kelamullah" (Allah'ın Sözü) ve "mahluk" (yaratılmış) kelimelerinin nasıl tanımlandığına bağlıdır. Bu kavramların farklı yorumlanması, Kur'an'ın doğasına ilişkin varılacak sonuçları kökten değiştirmektedir.
Kelamullah'ın (Allah'ın Sözü) Mahiyeti: Tartışmada "kelam" kavramına iki temel anlam yüklenmiştir. Bir görüş kelamı insanın konuşma eylemini model alarak harflerden ve seslerden müteşekkil olarak tanımlar ve bu tanımdan hareketle Allah'ın kelamının ilahi ve yaratılmamış olduğu sonucuna varır.
Buna karşılık geliştirilen ve sorunu daha kavramsal bir zeminde ele alan görüş, "Kelamullah" ibaresini farklı bir şekilde tanımlar. Bu tanıma göre "Kelamullah", "Allah'ın oluşturduğu, meydana getirdiği ve kendisine nispet ettiği bir metin" anlamına gelir. Bu perspektifte önemli olan, kelamın fiziksel nitelikleri değil, kaynağının ve iradesinin kime ait olduğudur. Örneğin Hz. Peygamber'in (sas) bir sözü, anlamı korunarak farklı kelimelerle veya başka bir dile çevrilerek aktarıldığında dahi "Bu, Efendimiz'in sözüdür." denilebilir. Söyleyen kişi, Hz. Peygamber'in (sas) kullandığı kelimeleri birebir kullanmasa da manayı ve iradeyi ona nispet ettiği için yalancı sayılmaz. Benzer şekilde Kur'an, Allah'ın iradesiyle oluşturulmuş ve O'na nispet edilen bir metin olduğu için Kelamullahtır. Buradaki oluşturmak, fiziksel bir eylemi değil metni var etme ve irade etme fiilini ifade eder.
"Mahluk" Kavramının Kapsamı: Benzer bir kavramsal netleştirme "mahluk" kelimesi için de gereklidir. Tartışmanın seyri "mahluk" kavramı geniş ve kapsayıcı bir şekilde tanımlandığında tamamen değişir. Bu kapsamlı tanım şudur: "Allah'ın Zât'ı dışındaki her şey mahluktur."
Bu tanımın mantıksal sonuçları ve uygulaması şöyledir:
• Bu ilkeye göre sadece somut varlıklar değil; melekler, bütün kâinat, zaman ve mekânın kendisi de dahil olmak üzere Allah'ın Zât-ı Zülcelal'i haricindeki her şey O'nun tarafından yaratılmıştır, yani mahluktur.
• Bu mantık yaratılışın farklı tezahürlerini de kapsar. Örneğin bir insan bir otomobil için, "Onu Allah yaratmadı ki, biz yapıyoruz." diyebilir. Bu, teolojik bir kavrayış eksikliğini yansıtan bir ifadedir. Zira kelamî perspektiften bir tohumu toprağa ekip suladığımızda ortaya çıkan bitki için nasıl "Allah yarattı." diyorsak; insanın eliyle ve aklıyla, Allah'ın yarattığı kanunlar ve maddeler kullanılarak yapılan araba da neticede Allah'ın mahlukudur. "Mahluk" kavramı hem "ol" emriyle bir anda var olanları hem de sebepler dairesinde, süreçler yoluyla meydana gelenleri kapsar.
• Bu silsile takip edildiğinde eğer Kur'an Allah'ın "yaptığı, takdir ettiği, oluşturduğu" bir metin ise, o hâlde bu geniş "mahluk" tanımının çerçevesine girmesi teolojik bir zorunluluktur.
Bu iki kavram yeniden tanımlandığında, Kur'an'ın "mahluk" olması onun değerini düşüren bir niteleme olmaktan çıkıp, onun Allah'ın Zât'ı olmadığını ve O'nun iradesiyle var edilmiş bir eser olduğunu teyit eden teolojik bir ifadeye dönüşür.
Tartışmanın Aşılması ve Kavramsal Çözüm
Bu yazıda İslam kelam tarihinin en çalkantılı tartışmalarından biri olan "Kur'an mahluk mudur?" sorusunun temelinde yatan zamansal varsayım nedeniyle yanlış bir ikilem sunduğunu ortaya koymaya çalıştık. Sorunun kendisi, zaman ve mekân gibi yaratılmış kategorileri Yaratıcı'ya atfetme hatasından kaynaklandığı için felsefi olarak sakattır. Bu nedenle tartışmanın çözümü taraflardan birinin mutlak zaferini ilan etmek yerine, temel kavramların doğru bir teolojik çerçeveye oturtulmasında yatmaktadır diyebiliriz.
Nihai çözüm ezeliyet, Kelamullah ve mahluk gibi anahtar kavramların, Allah'ın mutlak zamansızlığı (zamandan münezzeh oluşu) ilkesine uygun olarak yeniden tanımlanmasıyla ortaya çıkacaktır:
• Ezeliyet sonsuz bir geçmiş zaman dilimi değil, zamandan mutlak bağımsızlıktır.
• Kelamullah ilahi iradenin tecellisi olarak Allah'ın oluşturduğu ve kendisine nispet ettiği metindir.
• Mahluk Allah'ın Zât'ı dışında, O'nun iradesi ve fiiliyle var olan her şeydir.
Burada Kur’an’ın manasından kastımız Allah’ın ilminde sabit olan, Zât’ına kaim ilahî hakikatlerdir; bunlar mahluk değil, bizzat ilahî bilginin zamandan münezzeh tecellisidir. Mahluk dediğimiz alan, bu mananın tarih içinde lafız, yazı ve ses olarak tezahür ettiği düzlemdir.
Bu kavramsal netleştirme ışığında, Kur'an'ın Allah'ın iradesiyle oluşturulmuş bir metin olması (bu anlamda "mahluk" olması) ile manasının ve kaynağının ilahi, ezeli ve zamandan bağımsız olması arasında hiçbir çelişki bulunmadığı ifade edilebilir.
Önümüzdeki yazıda meselenin farklı yönlerini ele almaya devam edeceğiz.
Dipnotlar
1-) Emeviler döneminde Şam’da yaşayan Yuhanna ed-Dımaşkî (John of Damascus) İslam ile Hıristiyanlık arasındaki teolojik tartışmaların ilk yazılı örneklerini vermiştir. Hıristiyan teolojisindeki "Logos" (Kelam/Söz) doktrini, Hz. İsa’nın Tanrı’nın ezelî kelamı olarak kabul edilmesine dayanır.
Yusuf Şevki Yavuz, “Halku’l-Kur’an”, TDV İslâm Ansiklopedisi.
Daniel J. Sahas, John of Damascus on Islam: The “Heresy of the Ishmaelites”.
2-) Al-i İmran, 45; Nisa, 171
3-) Mutezile alimler Zuhruf Suresi 3. ayette geçen "İnnâ cealnâhu kur'ânen arabiyyen" (Biz onu Arapça bir Kur'an kıldık) ifadesindeki "ceale" (kılmak/yapmak) fiilini "halaka" (yaratmak) anlamında tevil etmişlerdir. Onlara göre yapılan her şey sonradan olmuştur ve mahluktur. Ehl-i Sünnet müfessirleri ise bu ayetteki "kılma" fiilini, yaratmak anlamında değil, nitelemek veya Arapça lisanı üzere indirmek manasında yorumlayarak Mutezile'nin bu dilbilimsel çıkarımını reddetmişlerdir.
(Bkz. Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, ilgili ayet tefsiri)
4-) Taaddüd-i Kudemâ: Kelime anlamı olarak "kadim (ezelî) varlıkların çokluğu" demektir. Mutezile kelamcılarına göre eğer Allah'ın zatı dışında O'nun sıfatlarına da (İlim, Kelam vb.) ezeliyet atfedilirse, Allah ile birlikte başka "kadim" varlıklar kabul edilmiş olur. Bu durum, Hıristiyanlıktaki teslis (üçleme) inancına benzer bir "şirk" tehlikesi doğurur. Mutezile, Tevhid'in (Allah'ın birliğinin) ancak Zât ve Sıfat ayrımını reddederek korunabileceğini savunur.
Kādî Abdülcebbar, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-Adl (özellikle sıfatlar ve kelâm bahisleri).
5-) İslam felsefesinde ve kelamında zaman "hareketin ölçüsü" veya "yaratılmış olayların birbirini takibi" olarak tanımlanır. İmam Gazali, Tehâfütü'l-Felasife adlı eserinde zamanın da madde gibi yaratılmış bir boyut olduğunu vurgular. Dolayısıyla Allah için geçmiş veya gelecek söz konusu değildir; O, "Dehr" (zamansızlık/süreklilik) boyutundadır. Metinde işaret edilen "kategorik hata", zamanın içinde yaşayan insanın, zamanın yaratıcısını da aynı kronolojik çizgi üzerinde düşünmeye çalışması yanılgısıdır.
Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife (özellikle ilk bahiste zaman ve hudûs tartışmaları).
