20 dk.
12 Şubat 2024
Kur'an ve Bilim | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Kur'an ve Bilim | Tek Parça

Soru: Her türlü bilimsel hakikati Kur’an’da bulmaya çalışmak ifrat olduğu gibi, Kur’an’daki hiçbir ifadenin bilimsel hakikatlerle alakalı olamayacağı ön kabulüyle hareket etmek de tefrittir. Bu yaklaşımı haklı çıkarmak için kullanılan "Ya şimdi bildiğimiz bilimsel gerçekler sonra değişirse?" argümanı kanaatimce aşırılığa kaçmaktır. Yani, “Bilim vasıtasıyla bildiğimiz hiçbir şeyde kesinlik yoktur, her şey değişebilir.” anlayışı gerçekçi değildir. 

 

Gerçekten de bazı Kur’an ayetlerinin neyden bahsettiğini modern bilimin verileri ışığında daha iyi anlayabiliyoruz. Bu Fussilet suresindeki; “Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada gerek kendi nefislerinde (öz varlıklarında) göstereceğiz; ta ki onlar için Kur’an’ın hak-gerçek olduğu iyice anlaşılsın.”1 ayetinin işaret ettiği durumun bir delili olarak karşımıza çıkmaktadır diye düşünüyorum.

Görebildiğim kadarıyla siz daha farklı bir düşünceye sahipsiniz. Bu konuda neler söylemek istersiniz? 

 

Cevap: Meseleye maddeler hâlinde bakalım:

 

Birincisi: Kur’an’ın Bilimsel Bilgilerle Çelişmeyeceği Meselesidir

 

Bilimsel bilgilerin tamamının yanlışlanabilir olduğu düşüncesi doğru değildir. Bugün elimizde fiziksel dünyanın nasıl işlediğine dair birtakım kesinlikler vardır. Örneğin termodinamiğin temel prensipleri, kütle-enerji korunumu kanunu veya evrenin genişlemesi gibi temel bilimsel gerçekler sabittir. Ancak buradaki asıl sorun bu sabit gerçekliklerin neleri değiştireceğinden tam emin olmamamızdır. 

 

Bir başka ifadeyle; örneğin Newton fiziğinin ortaya koyduğu bazı temel prensiplerin veya yasaların belli sınırlar dahilinde değişmeyeceğine emin olabiliriz. Çünkü bunlar ispatlanmış konulardır ve gerçekliği nettir. Ancak bu sınırların dışında, atom altı veya ışık hızı gibi farklı ölçekler söz konusu olduğunda Newton fiziğinin işlemediği, dolayısıyla Newton fiziğine göre yapılan hesaplamaların belli hatalara yol açtığı da bilinmektedir. Ancak Newton fiziğinin bizim yaşadığımız genel çerçeve içerisinde var olan geçerliliği halen sürmektedir ve bunun yanlışlanmasını da beklemeyiz.

 

Ancak bizim buradaki pozisyonumuz bilimsel yasaların veya prensiplerin yanlışlanabilir olması değildir. Meselenin bu kısmında iki temel prensipten bahsedebiliriz:

 

Birincisi: Kur’an’ın herhangi bir ayeti, kelime anlamları konusunda geçmişteki insanların verdiği anlamlara takılı kalmamak şartıyla hiçbir zaman ispatlanmış bilimsel modellere ters düşmez. Her devrin anlayışında insan “Bu ayet hakikaten benim şu anki bildiğimi söylüyor.” diyecektir. Bu özellik Kur’an’ın bir mucizesi olarak düşünülebilir. Bu manasıyla “Bilimsel bilgi ile (daha doğrusu bugünün bilgi seviyesi ile) Kur’an ayetleri uyumludur.” denilirse bunda bir sorun yoktur. Örneğin; “Sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.”2 ayetini eski dönemlerdeki tefsirciler kıyamet ile açıklamışlar, dağların kıyamet sürecinde yürütüleceğini söylemişlerdir. Bugünkü bilgimizle ise bu ayetten dağların levha tektoniği hareketlerine bağlı olarak yer değiştirdiklerini, hareketli olduklarını anlayabiliriz. Bizden sonraki nesiller belki farklı modeller içinde farklı şekillerde anlayabileceklerdir. Dolayısıyla her dönemin kendi anlayışı, kendi bilgi-bilimsel seviyesi ile konuya bakıldığı zaman ayetlerin yaşanan dönemin seviyesine de oldukça uyumlu olduğunu görebiliriz.

 

Bir başka örnek olarak şu ayeti verebiliriz; “Ne güneş, aya yetişebilir ve ne gece, gündüzü geçebilir; hepsi de bir felekte yüzmektedir.”3

 

Bu ayette geçen asıl kelime “felek” kelimesidir. Bu kelime modern dönem meallerinde “yörünge” olarak tercüme edilmiştir ancak eski meallerde, hatta yakın tarihe kadar “felek” kavramı aynen kullanılmıştır. Bu kavram da Ortaçağ astronomi bilgisiyle ilgili bir kavramdır. Arapların dönen her cisme “felek” adı vermeleri ve feleğin o dönemin astronomi terimi olarak “yıldızların döndüğü yer” anlamına geldiği bilinmektedir. Pek çok tefsircinin felek kavramına cisimsel bir varlık atfetmesi, böylece o feleklerin yıldızları veya gezegenleri içinde barındıran şeffaf bir küre olarak algılanması meselenin özünü etkileyen bir algı değildir. İlk dönem müfessirlerinden sadece Dahhak bin Müzahim feleklerin bir cisim değil gezegenlerin “dönüş yeri” olduğunu söylemiştir ki bu görüş günümüz bilimsel anlayışına daha uygundur. Ancak burada esas olan Kur’an’ın “felek” kavramını bir astronomi terimi veya bilimsel bir terim olarak kullanmayıp hem o dönemin bilimsel anlayışına uygun hem de bu dönemin bilimsel seviyesiyle paralellik sağlayacak şekilde kullanmış olmasıdır. Bu noktada felek kelimesine ortaçağ müfessirlerinin “şeffaf küreler” anlamını vermesi bizi bağlamamalıdır. Kavrama lügat manası veya aslî manası ile bakıldıktan sonra görüleceği üzere ayetlerle her dönemin bilimsel seviyesine uygun üretilen bilgiler arasında bir çelişki oluşmayacaktır.

 

Sonuç olarak insanlar Kur’an ayetlerini kendi zamanlarının bilgisi çerçevesinde anlayacaklar ve her dönemin insanı kendi döneminin bilgisi ile ayetler arasında bir uyum görecektir. Bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin bu durum değişmeyecektir.

 

İkincisi: Kur’an Ayetlerinin Bilimsel Gerçeklere İşaret Etmesi Meselesidir

 

Kur’an ayetlerinin bilimsel bilgiyle çelişmemesi, her dönemin bilimsel anlayışına uygun bir şekilde anlaşılmaya müsait olması farklı bir durumdur, Kur’an ayetlerinden bilimsel sonuç çıkarmak farklı bir durumdur. İkincisi, yani Kur’an ayetlerinden bilimsel sonuç çıkarmak yanlıştır. Bunun da iki temel nedeni vardır;

 

Birincisi: Literatürde “bilimsel tefsir” olarak geçen ve Kur’an ayetlerini pozitif bilimin bulgularıyla açıklama eğiliminin ilk örnekleri 19. yüzyılın son çeyreğinde başlamıştır. 1880 yılında basılan ve kısa adıyla Keşfü’l-Esrar olarak bilinen Mısırlı tıp adamı Muhammed bin Ahmed’in tefsiri bunun en bariz örneğidir. Daha sonra bu tür tefsirlerin veya yorumların artarak devam ettiği bilinmektedir. Batıda 16. ve 17. yüzyılları kapsayan ve “Bilimsel Devrim” olarak bilinen sürecin, sonrasında 18-19. yüzyıllarda gelişen “Sanayi Devrimi” sürecinin, nihayet Batının İslam dünyası karşısındaki askeri, siyasi ve ekonomik üstünlüğünün Bilimsel Tefsir eğilimini etkilediği açıktır. Bu etki ise maalesef bazı yönleriyle “kompleks” oluşturacak bir şekildedir. Çünkü Batının üstünlüğünün asıl nedeninin bilimsel ilerleme olduğu düşünülmüş, bu durumun Batıya önemli bir değer kattığı anlaşılmıştır. Elbette ki bilim değerli ve önemli bir alandır ancak siyasi üstünlük konusunda tek etken değildir. Fakat İslam alimleri veya düşünürleri Batının bu değerli bilimine karşı kendi değerlerimiz olan Kur’an ve hadisleri öne sürmüş, Batıdaki bilimsel bulguların Kur’an ve hadislerde de aslında yer aldığı şeklinde entelektüel bir savunma geliştirmeye çalışmışlardır.

 

Bu noktada alimlerimizin kompleksli davranışlar sergilediğini söyleyerek onları küçük düşürmeye çalışmıyoruz. Onların asıl derdi imanı korumaktır ve bu çok kıymetli, önemli bir motivasyondur. Onlar da imanı koruma adına bazen bilim kavramının genel yapısına tam olarak bakmadan ve o dönemin bulgularıyla kendi bildiklerini söylemişler, yazmışlardır. Ancak bu türden açıklamalara ve motivasyonlara örneğin 14-15. yüzyıllarda rastlanmadığı da bilinmektedir çünkü böyle bir ihtiyaç, dolayısıyla böyle bir kompleks yoktur.

 

Günümüzde de aydınlanma ve ilerleme düşüncesi ile bilim ve teknoloji kavramlarının zihinsel hatta ideolojik hakimiyetleri eskisi kadar güçlü değildir. Aydınlanma, modernizm, ilerleme, hümanizm, bilimsel hakikat gibi kavramların hakimiyetine rağmen insanlığın iki farklı dünya savaşı yaşaması, küresel ve bölgesel felaketler, aşırı tüketim kültürünün getirdiği sorunlar, emek-sermaye çatışmasının çözülememesi, yabancılaşma, çevre kirliliği, yeni toplumsal sınıfların oluşması, özellikle de yanlış bireyselleşme, yalnızlaşma ve anlam kaybı gibi sorunlar, bu sorunlara yönelik post-modern eleştiriler sonucu “bilim” kavramı toplumsal bir değer olarak eski kıymetini, ağırlığını ve önemini kısmen veya büyük oranda kaybetmiştir. Buna bağlı olarak İslam dünyasında da bilimsel tefsir çabaları başlangıçtaki kadar ciddiye alınmamaktadır. Çünkü artık İslam dünyası her ne kadar hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi konularda geri planda kalsa da bilim dünyasına katılabilmekte, teknolojik gelişmelerden faydalanabilmektedir. Ayrıca bilimin gerçekte ne olup ne olmadığı meselesi zihinlerde biraz daha netleşmiştir.

 

Buradaki asıl mevzu şudur: Uygarlık tarihi boyunca insanlığın avcı-toplayıcı toplum yapısından tarım toplumuna, ondan da sanayi ve bilgi toplumuna geçmesi dönemsel meselelerdir ve her biri insanlık tarihinde belli bir aşamayı ifade eder. Bu kaba sınıflandırmada her toplumun kendine has özellikleri olmuştur. Bu özellikler de dönemsel, geçici özelliklerdir. Her dönemin insanı kendi döneminin sorunlarını ve özelliklerini dünyanın biricik sorunları ve özellikleri olarak algılayabilir. Örneğin günümüzün en önemli sorunu insan hakları veya teknoloji yarışına etkin olarak katılabilme sorunu olarak algılanabilir. Ancak bu sorun halledildikten sonra başka sorunlar başlayacak, farklı aşamalara geçilecektir. Dolayısıyla 19. yüzyılın problemlerini, örneğin İslam dünyasının bilim ve teknolojide Batıyı yakalama problemini evrensel, tarih üstü, mutlak bir problem olarak görmek ne kadar yanlışsa Kur’an ayetlerini o dönemin problemlerini açıklamak için indirgemeci ve mutlakçı bir yaklaşımla yorumlamak da en az o kadar yanlıştır. 

 

Örneğin 20. yüzyılın başlarında Batıyı tanımaya başlayan İslam toplumları Batının bilim ve teknolojisinden önce idari ve siyasi yapısını tanıdığı için anayasa, parlamento, seçimler, yasama, yürütme gibi kurumlarla karşılaşmışlar ve bunları kendi toplumlarına adapte etmek istemişlerdir. İslam dünyasından bazı düşünürler ise bu konudaki tartışmalarda “Bizim anayasamız Kur’an’dır!” gibi abes bir düşünceyi savunabilmişlerdir. Halbuki Kur’an ne anayasadır ne yasadır. Kur’an çok daha büyük, çok daha değerli, çok daha yüce bir kitaptır. Onu anayasa gibi dönemsel, belli bir dönemin sorunlarını çözen siyasi ve hukuki bir olguya indirgemek anayasa kavramını hiç anlamamak olduğu gibi Kur’an’a da saygısızlıktır.

 

Benzer şekilde, bilimin kendisi-doğası açısından değil ancak toplumsal, siyasi etkileri açısından belli bir dönemin hâkim söylemi şeklinde kullanılması da dönemsel bir olgudur. Bu olguya bakarak bunu mutlak, zaman üstü hatta varoluşsal bir problem olarak görüp, bu görüş nedeniyle de bir parça kompleks içine düşüp haddinden fazla savunmacı bir refleks geliştirmek, bir telaş hâliyle Kur’an’dan bilimsel sonuçlar çıkarmaya çalışmak ciddi bir hatadır. Belli bir dönem bazı İslam alimleri Batının bilimsel çalışmalardaki üstünlüğünü iman ve İslam hakikatlerine saldırı amacıyla kullananların oluşturduğu fitne nedeniyle Kur’an ve bilim arasında çatışma olmadığını göstermek için bazı açıklamalarda bulunmuş olabilirler. O dönem bunu gerektirmektedir ve bu o dönem için önemli bir hizmettir. Ancak o alimlerimizin de takdir edeceği üzere Kur’an bize ahiret saadeti teklifiyle gelmiştir. Bu çerçevede Kur’an’ın temeli tevhid, nübüvvet, adalet, haşir, iman, ibadet, ahiret, güzel ahlak gibi konularıdır. Bunların dışında kalan her şey (velev ki insanların hayatını derinden etkileyen tarihsel olaylar ve olgular olsa da) ikincil konulardır.

 

Bu bağlamda Kur’an ayetlerini asıl bağlamlarından, temel anlamlarından soyutlayıp bilimsel bulgularla uyumlu hâle getirmek için başvurulan sübjektif yorumların mutlak birer gerçeklik gibi sunulması Kur’an’ın asıl kıymetini görmezden gelmektir. İnsan toplumlarının anayasa ve kanunlar gibi maddi normlarla yönetilmesi meselesi nasıl ki Kur’an’ın doğrudan ilgilendiği bir konu değildir. Aynı şekilde insan realitesinin dünya ve ahirete uzanan genişliği yanında çok küçük bir noktasını teşkil eden bilimsel konular ve teknolojik ilerleme gibi küçük meseleler de Kur’an’ın doğrudan ilgi sahasına giren meseleler değildir. Çünkü Kur’an bin dört yüz sene önceki insana hitap ettiği gibi bundan (dünyanın ömrü varsa) on bin sene sonra yaşayacak insanlara da hitap edecektir.

 

Bu bağlamda Kur’an farklı ayetlerde işareten “Göklere ve yeryüzüne bakın! Bu alemde bir düzen var ve bu düzenin bir sahibi var!” derken, bu düzenin çok küçük bir parçasını oluşturan Dünya'nın mı Güneş'in etrafında döndüğü yahut Güneş'in mi Dünya'nın etrafında döndüğü gibi bir konuda bilimsel bilgi vermeyi esas olarak hedeflemez. Bir düzen var ise ve bu düzenin bir Sahibi var ise o düzenin nasıl olduğu, nasıl işlediği ikincil bir meseledir.

 

Buraya kadar anlattıklarımızdan tabii ki Kur’an’ın bilimsel çalışmalara karşı olduğu anlamı çıkmaz. Aynı şekilde Kur’an anayasaya da karşı değildir. İnsanlar bazı dönemlerde kabile ve şehir devletleri olarak yönetilir, bazen monarşi ile bazen de cumhuriyet veya demokrasi ile… Önemli olan adaletin sağlanmasıdır.

 

Dikkat edilirse her iki konu da; bilimsel gelişmeler de idari gelişmeler de ve bunların İslam dünyasına yansımaları da aynı temele dayanmaktadır. “Onların Anayasaları var, bizim de olsun.” veya “Batı bilim sayesinde ilerledi ama bu bizde zaten vardı.” anlayışları benzer komplekslerin veya benzer reaksiyonların ürünüdür.

Bilimin Doğası

 

Kur’an’dan bilimsel veriler çıkarmaya çalışmak Kur’an’a da bilime de haksızlıktır. 

 

Daha da ötesi, bilimin doğasında serbestiyet hakimdir. Bu noktada “Falan ayetin işaretiyle dünya sabittir.” de deseniz “Filan ayetin işaretiyle dünya dönmektedir.” de deseniz, dünyanın sabit oluşu veya dönüşünden birini dini açıdan bağlayıcı hâle getirmiş olursunuz. Dünyanın dönmesi konusunda artık daha fazla bir araştırma yapamaz, daha fazla söz söyleyemez hâle gelirsiniz. Çünkü ayetler bağlayıcıdır, mutlaktır ve esastır. Diğer yandan devlet yönetimiyle ilgili modeller değişken olduğu gibi bilim de yanlışlanabilen veya test edilebilen modeller hâlinde çalışır. Bu nedenle serbest çalışmayı gerektirir. 

 

Allah Teala Kur’an’da insanlara adaleti emretmiş, istişare gibi meseleleri de tavsiye etmiştir. Kur’an’dan bu gibi ilkelere bakarak adaletsizliği en aza indirecek bir hukuki ve siyasi sitem kurulabilir. Aynı şekilde Allah Teala Kur’an’da kâinatta bir düzen olduğunu belirtmiştir. Bu hakikatten de hareketle maddi evrenin düzenini oluşturan parça ve işleyişler daha iyi anlamaya çalışılır ve bu da zaten bilimsel çalışmayı gerektirir.

 

Toparlayacak olursak: Kur’an ayetlerinden alışıldık şekilde bilimsel sonuçlar çıkarılmasını ciddi sakıncaları olduğundan söz edilebilir. Bunun birinci sebebi Kur’an’ın aslî maksadının bu tip sonuçlar olmaması ve söz konusu bilimsel verilerin (temel bilimsel prensiplerin değil) geçici olmasıdır. Bu geçicilik elbette kısa bir süreyi değil bazen yüzyıllar sürebilecek bir zaman dilimini kapsayabilir. O ayrı bir konudur.

 

İkincisi: Kur’an’ın herhangi bir bilimsel bulguya işaret ettiğine dair beyanların neredeyse hiçbir zaman orijinal bir beyan olmadığı görülmektedir. 

 

Örneğin; Hubble’ın 1929’da yaptığı gözlemler sonucunda gök cisimlerinin dünyadan uzaklaştıkları ve mesafe arttıkça da uzaklaşma hızlarının arttığı görülmüş, sonraki gözlemler ve hesaplamalarla da evrenin sürekli genişlediği kanıtlanmıştır. Bu veri yaygınlık kazanıp bilinir olduktan sonra Müslümanlar “Biz göğü kudretimizle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişletiyoruz.”(4) ayetine referansla bu bilimsel veriye Kur’an’da işaret edildiğini söylemişlerdir. Dahası, bu ayetle ilgili geçmiş dönemlerdeki tefsirlerde “Genişletiyoruz, genişletmekteyiz.” gibi manalar yerine, “Daha yükseğini, daha büyüğünü de bina edebiliriz.”, “Her tarafı o genişlikte ihata ettik.” gibi anlamlar verilmiş hatta yakın dönem alimlerimizden Elmalılı merhum da “Biz çok vüs’a (genişliğe) sahibiz.” manasını tercih etmiştir. Aslında Elmalılı Hamdi Yazır bilimsel gelişmeleri takip eden ve tefsirinde bu verilerden de faydalanan bir alimimizdir ancak muhtemelen tefsirini yazdığı dönemde evrenin genişlediğiyle ilgili veriden haberdar değildir. Rüzgarların aşılayıcı özelliği, denizlerin birbirine karışmaması gibi konular da aynı şekilde düşünülebilir.

 

Tefsir tarihimize baktığımızda bütün müfessirlerimizin, özellikle Fahreddin Razi, Zerkeşî, Suyuti gibi döneminin bilimsel gelişmelerini tefsirlerinde kullanan müfessirlerin tamamının bu konuda kendi dönemlerinin bilimsel seviyesi ile sınırlı kaldıkları görülecektir. Bu isimlerin tefsir ilmine veya Kur’an’ın daha iyi anlaşılmasına yaptıkları katkılar elbette takdire şayandır. Ancak yine bu isimlerin tefsirlerinde bugün için yanlışlığı açıkça bilinen bazı konuları doğru gibi aktarmaları ve bunu bir ayeti tefsir ederken yapmış olmaları gibi bir durum da söz konusudur. Örneğin Fahreddin Razi “O (Allah) ki yeryüzünü sizin için bir döşek göğü de bir tavan kılmıştır.”(5) ayetinin tefsirinde yeryüzünün bir döşek gibi olmasının şartlarından birisinin de dünyanın dönmemesi olduğunu söyleyebilmiştir.(6) Elbette Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi “Tefsirde mezkur olan her bir emir tefsirden olmak lazım gelmez. İlim ilme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır.”(7). Dolayısıyla müfessirlerin kendi kişisel yorumlarını ayetin manalarından biri olarak kabul etmek zorunda değiliz. Çünkü her müfessir kendi döneminin sınırlarıyla kayıtlı olmuştur. Tahakküm etmemek, “Bu görüş, bu yorum mutlak doğrudur.” dememek şartıyla bu hatalar mazur görülebilir. Ancak “Kur’an bunu söylüyor.” demek yanlıştır ve Kur’an’a kendince bir şeyler söyletmek anlamına gelir ki kaçınılması gereken bir durumdur. 

 

Bir başka örnek de geçmiş yıllarda gezegen sayılarını Yusuf suresindeki bir ayete uygulama çabalarıyla ilgilidir. “Bir zaman Yusuf babasına, “Babacığım!” dedi. “Ben rüyamda on bir yıldızın, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm.”(8) ayeti geçmiş yıllarda Kur’an’ın on bir gezegenin varlığına mucizevi şekilde işaret ettiği tarzında yorumlanmıştı. Bu yorumlar o dönemlerin dini dergilerinde sıkça dile getirilmişti. Ancak bu konudaki bilimsel gelişmeler bahsi geçen yorumu doğrulamadı. Bir dönem için bilim dünyası gezegen sayısını gerçekten on bir olarak kabul etmişti. Ancak bugün için elimizdeki gezegen olarak kabul edilen gök cisimlerinin sayısı sadece sekizdir. Daha da önemlisi bilim dünyasında hangi gök cisimlerine gezegen denileceğine karar veren, bu konudaki kriterleri belirleyen kurum Uluslararası Astronomi birliğidir. Bu kurumun 2016 yılındaki toplantısında Plüton’un gezegen olarak kabul edilmemesine karar verilmiştir. Aynı toplantıda Ceres, Charon ve UB 313 adlı gök cisimlerinin de gezegen olarak kabul edilmesi teklif edilmiş, bu cisimleren Charon’un Plüton’un uydusu olduğu kabul edilmiş, diğerleri hakkında da daha kesin verilerin elde edilmesi gerektiği kararlaştırılmıştır. Kurumun belirlediği kriterlere göre halen incelenen gök cisimleri vardır ve gezegen olarak kabul edilebilecek 12 gök cismi daha bulunmaktadır. Dolayısıyla bir dönemler bilim dünyasının on bir olarak kabul ettiği ve Müslümanların da Kur’an’dan bir ayetin bu bilimsel veriye uygun bir mucize olduğu şeklindeki beyanları geçersiz hâle gelmiştir. Halbuki ayette geçen “kevkeb” kelimesi “necm” kelimesi ile eşanlamlı olup yıldız demektir. Bu iki kavram arasındaki birinin diğerini de kapsadığı yahut ‘kevkeb’in büyük yıldızlar, ’necm’in ise küçük yıldızlar için kullanıldığı şeklindeki ayrıntılar sonucu değiştirmemektedir. Ancak bir dönem gezegen sayısı bilim dünyasında on bir olarak açıklanınca bazı Müslümanlar heyecanlanmış ve “Ayet bu bilimsel hakikate işaret etmektedir.” demişlerdir. Fakat bugün kimse böyle bir iddiada bulunmamaktadır. Çünkü bilim dünyası günümüzde farklı bir bilgiyi kabul etmeye başlayınca o konu artık gündemden düşmüştür.

 

Sonuç olarak Müslümanların veya İslam alimlerinin her dönem kendi devirlerinin bilimsel seviyesi içinde bilinen şeyleri “Kur’an böyle söylemektedir.” diyerek Kur’an’a söylettikleri olmuştur. Ancak Kur’an’a kendisinin aslen söylemediği bir şeyi söyletmek iki açıdan risklidir.

 

Birincisi: Kur’an’a bir şeyler söyletenlerin kendi heva ve heveslerini Kur’an’a söyletme riski vardır. Bu risk, Kur’an’ı bu şekilde yorumlayan herkes kendi heva ve hevesini Kur’an’ın ardına saklanarak söylemiştir anlamına gelmez. Özellikle de imanına ve ihlasına şahit olduğumuz alimlerimizi böyle bir şeyle suçlayacak değiliz ancak ilmî bir meselenin geniş kitlelere mal olması ve herkes tarafından konuşulabilir hâle gelmesi gibi nedenlerle bu risk her zaman mevcuttur.

 

İkincisi: Bazı bilimsel bulguların yanlışlanması veya değişmesi ile Kur’an’a da yanlış bir şey söyletmiş olma riskidir. Elbette bütün bilimsel veriler her zaman değişecek değildir ancak Kur’an’a saygılı olmak adına en azından temkinli hareket etmek gerekir.

 

Tekrar vurgulamakta fayda var: Fahreddin Razi, Suyuti, Zerkeşî, İmam Gazali, İmam Rabbani, Bediüzzaman, Ahmet Avni Konuk gibi zatların kendi dönemlerindeki imanı koruma adına yapmaları gereken şeyi yapmaları onları suçlu yapmaz, onların kıymetini düşürmez. Özellikle yakın geçmişimizde “bilim” kavramının suiistimali ile iman hakikatlerine yönelik fikrî saldırı gibi bir fitneye karşı koyma adına bu kadarını yapmış olmaları da bir cins zorunluluk sayılabilir. Ancak o dönemsel durum değiştikten sonra halen daha bu kapının açık kalması, özellikle de Kur’an ilimlerine yabancı, Kur’an’ın iklimine de görece uzak insanların o kapıyı istedikleri gibi kullanmaları pek hoş değildir.

 

Diğer yandan; o zatların bu meseleleri Kur’an’ın aslî meseleleri olarak ele almadıkları da zaten bilinmektedir. Örneğin Bediüzzaman bir yerde “Kur’an niçin medeniyet harikalarını (teknolojik gelişmeleri) açıklamıyor?” sorusuna karşı “Çünkü medeniyet harikalarının hakları Kur’an’da ancak o kadar olabilir. Zira Kur’an’ın asli vazifesi, Rububiyet dairesini tanıtmak, ubudiyet (kulluk) dairesinin vazifelerini talim etmektir. Bu durumda şimdiki teknolojik gelişmelerin bu iki daireye göre hakları sadece zayıf bir remiz ve gizli bir işaret ancak olabilir. Mesela insanların icat ettiği uçak Kur’an’a “Bana bir söz hakkı ver, ayetlerinde bana bir derece ver.” dese Elbette rububiyet dairesinin uçakları gibi olan gezegenler, yeryüzü ve ay Kur’an namına “Burada ancak cirmin kadar yer alabilirsin.” diyeceklerdir.”(9) cevabını verir. 

 

Gerçekten de bilimsel alandaki ilerlemeler ve teknolojik yenilikler Kur’an’da neden yer alsın ki? Yahut Kur’an onlara neden işaret etsin ki? Meselenin bu kısmı bilimsel bulguların yanlışlanabilirliğinden daha önemlidir.

 

Bizim Kur’an’a karşı esas vazifemiz Kur’an’ın ne söylediğini dinlemektir, kendi anlayışlarımızı Kur’an’a söyletmek değildir. Kendi anlayışlarımıza Kur’an’dan delil bulmak yerine anlayışlarımızı Kur’an’la zenginleştirmemiz gerekir.

 

Aslında meselenin bu yönü sadece bilimsel alanla da ilgili değildir. Kelam ilminin meseleleri yahut hukuk ilmi için de benzeri durumlar söz konusudur. Geçmiş dönemlerde ehl-i sünnet, Şia ve Mutezile alimleri arasındaki tartışmalarda Kur’an ayetlerinin sıklıkla delil olarak kullanıldığını görürüz. Ayrıca günümüzde de bütün ceza hukukunun Kur’an’dan çıkarılabileceğini zanneden bazı kesimler vardır. Temel itikadi meseleler ve temel helaller-haramlar dışında her görüş, her düşünce için Kur’an’dan deliller bulmaya çalışmak da bir yönüyle Kur’an’a kendi anlayışını söyletmeye çalışmaktır. Halbuki insan hayatının olağan akışı içinde Kur’an’ı bir ruh veya hava gibi düşünmek gerekir. O, hayatın her alanında olabilir ve farklı bir manada da olmalıdır ancak bu var oluşu birer kanun maddesi yahut bir inşaatın harcı gibi değil de hafif, iç dünyaya nüfuz edebilecek latiflikte bir ruh gibi olmalıdır. Çünkü Kur’an tevhid, nübüvvet, ahiret, adalet, ibadetler, helaller ve haramlarla ilgili temel esasları verdikten sonra kripto paralar, evlerin hangi yapı malzemeleriyle yapılacağı, ülkelerin hangi yönetim sistemiyle yönetileceği, insanların hangi mevsimde ne giyecekleri, üretim araçlarının mülkiyeti, yargı sistemleri veya yargılama usulleri, iletişim teknolojilerinin nasıl geliştirileceği, gezegenlerin yörüngeleri, evrenin genişlemesinin nasıl hesaplanabileceği gibi kendi anlattığı konulara nazaran bir sinek kanadı kadar önemi olmayan meselelerle ilgileniyor değildir. Bizim asıl pozisyonumuz da bu bakış açısına dayanmaktadır.

 

Allah Teala’dan bizleri, kelâmını kendi muradına ve rızasına uygun bir şekilde doğru okuyup anlayanlardan, anladığını hayatına mâl edebilenlerden ve anlatanlardan eylemesini diler ve dileniriz.

 


 

1 ) Fussilet, 53

2 ) Neml, 88

3 ) Yasin, 40
4 ) Zariyat, 47

5 ) Bakara, 22

6 ) Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c. 2, s. 112-114

7 ) Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Birinci Makale, s. 39

8 ) Yusuf, 4

9 ) Bediüzzaman, Sözler, 20. Söz, 2. Makam, s. 359