Limitli günahlar karşılığında niçin sonsuz bir cehennem azabı var?
Soru: Kur’an’da ve hadislerde bu dünyada kâfirlerin veya zalimlerin ceza olarak sonsuz süre cehennemde kalacakları ifade ediliyor. Sınırlı sürede işlenen bir günahla sonsuz cezaya çarptırılma arasında bir dengesizlik yok mu, bu bir adaletsizlik değil midir?
Cevap: Sorunun İslam tarihinin farklı dönemlerinde verilmiş farklı cevapları var. Bu cevapları derlemek ya da yeni bir cevap vermektense sorunun bizzat kendisinde yer alan bir takım kelime, tanım, gözlem, ön kabul ve mantık hatalarına dikkat çekmek istiyoruz. Öncelikle bu hataların giderilmesi ve doğrularının ifade edilmesi gerekiyor. Sonrasında mesele zaten daha anlaşılır bir hâl alacaktır.
Bu hataların birincisi; bir şeyin neticesi ile bizzat kendisinin süresi arasında bir uyum ve denge olması gerektiği düşüncesi veya ön kabulüdür. Bu düşünce mantıklı değildir.
Evet, herhangi bir şeyin kendi gerçekleşme süresi ile neticesi arasında bir uyum ve denge olmak zorunda değildir. Örneğin 20 yaşında bir gencin boğazının kesilmesi veya o gence tabancayla ateş edilmesi fiilleri 3-5 saniye sürecek fiillerdir ancak o gencin kalan ömrünün tamamını (mesela 50 yılını) götürebilmektedir. Anne-baba arasındaki 5-10 dakikalık bir muamele sonrasında dünyaya gelecek bir çocuğun bakımı, o anne ve baba için 15-20 belki 30 seneye mâl olabilmektedir. Bir öğrencinin 1-2 saat sürebilecek bir final imtihanı o öğrencinin gelecek 40-50 senesini şekillendirebilecektir. Bir meyvenin çekirdeğini uygun bir toprağa dikip can suyunu vermek birkaç dakika, ekstra bakımını yapmak ise toplamda birkaç saat alabilir ancak o meyvenin ağacından ve o ağaçtan çıkacak meyvelerden 40-50 sene istifade edilebilmektedir. Bir eroinin iğneyle damara enjekte edilmesi birkaç saniye sürer ancak tek kullanımda bile bağımlılık yapabilen bu maddeye düşkünlük sonucunda yıllar hatta bir ömür zayi olabilecektir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Sonuçta, bir şeyin kendisi ile sonucu arasında zaman-süre açısından orantı olması gerektiği düşüncesi mantıklı değildir. Bu durum dünya hayatının realitesine de uygun değildir.
Konuyu bir adım daha ileri götürdüğümüzde sebepler ve sonuçlar arasındaki bu türden bir dengesizliğin görünen âlemin, hatta -bir açıdan bu aleme benzediği için- ahiretin dahi temel prensiplerinden olduğu görülecektir. Pareto ilkesi de denilen, 80/20 kuralı olarak ifade edilen bir ilke vardır. Bu ilke tek başına evrensel bir yasa olmasa da güç/kuvvet yasalarına dayanan tali bir yasa ya da ilke olarak görülebilir. Yaşamın pek çok alanında karşımıza çıkan bu ilkeye göre pek çok durumda sonuçların % 80’i nedenlerin % 20’sinden kaynaklanmaktadır (Bu oranlar tabii ki yaklaşık değerlerdir.). Pek çok gözlemin sonucu olarak ifade edilen bir ilkedir bu. Örneğin, herhangi bir ülkede en zengin % 20’nin serveti o ülkenin toplam zenginliğinin % 80’ine eşit veya çok yakındır. Bir markette satılan ürünlerin % 20’sinin o marketin gelirinin % 80’ini oluşturduğu bilinmektedir. Microsoft firmasının kendi içinde yaptığı bir araştırma sonucuna göre de raporlanan hataların ilk % 20’sinin çözülmesiyle toplam hata ve çökmelerin % 80’inin engellenmesinin mümkün olduğu görülmüştür. Sinema veya futbol sektörlerinden de örnek verilebilir. Buna göre en iyi rol yapan aktris ve en iyi tekniğe sahip bir futbolcu kendilerinden bir kademe daha az iyi rol yapan bir aktris veya bir kademe daha az iyi teknik sahibi bir futbolcuya göre 10 kat daha iyi oynuyorlar değildir. Ancak gerek kendilerinin kazandıkları, gerekse oynadıkları film şirketi veya kulübe kazandırdıkları para diğer aktris ve futbolcuların 10 katı olabilmektedir. Evet, az bir farkın çok büyük sonuçlara neden olması genel kaidelerdendir.
Gerçekleştirilen eylemlerle o eylemlerin sonuçları arasında zaman veya ilk kaynaklar açısından orantı bulunulması gerektiğini düşünmenin mantıksız olduğu açıktır. Öyle olsaydı cinayetle suçlanan bir katilin mahkemede “benim maktulü öldürmem 1 dakika sürdü, o halde bana müebbet hapis cezası veremezsiniz” şeklinde savunma yapmasının da gayet anlamlı ve mantıklı karşılanması gerekirdi.
Konunun bir başka boyutunu da anlatmakta fayda görüyoruz. Allah-u Teala’yı zikretme konusunda acaba bazı kelimelerin veya ibarelerin diğerlerine göre daha kıymetli olması söz konusu mudur? Bu konuda Müslim’de yer alan bir rivayet şu şekildedir:
Efendimiz’in (sav) eşlerinden Hz. Cüveyriye validemiz çokça namaz kılıp oruç tutan, zikir ve tesbihe de çok önem veren bir insandır. Kendi anlatımına göre; “Resulullah (sav) efendimiz bir gün sabah namazını kılınca, daha kendisi namazgahında iken, erkenden yanından çıkmış, gitmiş, kuşluktan sonra Cüveyriye (aynı yerinde zikrederek) otururken geri gelmiş ve: “Bırakıp gittiğim halde duruyorsun (hiç yerinden kımıldamadın galiba?)” diye sormuştur. “Evet” cevabı üzerine Efendimiz şunu söylemiştir: “Ben senden ayrıldıktan sonra dört kelime(lik bir dua)yı üç kere okudum. Eğer bunlardan hasıl olan sevap tartılacak olsa, senin burada sabahtan beri okuduğun duaların sevabının ağırlığına denk olur. O dua şudur: "Sübhanallahi ve bihamdihi adede halkihi ve rıda nefsihi ve zinete arşihi ve midade kelimatihi. (Allah'ı mahlukatı sayısınca, nefsinin rızasınca, arşının ağırlığınca, kelimelerinin adedince tesbih (noksanlıklardan tenzih) ederim.” (1)
Demek ki, belli bir cümle yapısının, belli bir bakış açısının, belli bir niyetin ve nazarın 3-4 defa tekrarlanması saatlerce gerçekleştirilen başka bir zikir veya tesbihten daha kıymetli olabiliyor. Yine Efendimiz’in (sav) “İki kelime vardır, bunlar dile hafif, terazide ağır, Rahman'a da sevgilidirler: Sübhanallahi ve bihamdihi, Sübhanallahi'l-azim (Allah’ım seni hamdinle tesbih ederim, yüce Allah’ım seni tenzih ederim.) kelimeleridir.” beyanı da bu bağlamda düşünülebilir. (2) Bunlar da fiilin kendisiyle sonucu arasında süre ve hacim açısından bir denge olmasını beklemenin anlamsızlığına farklı bir boyutta işaret eden hadisler olarak görülebilir.
Konunun bu kısmını biraz daha sürdürmemiz gerekiyor. Bizim ölçtüğümüz değer ile Allah katındaki değerin orantılı olmasını beklememiz de anlamlı bir şey değildir. Herhangi bir şey bizim için önemli ya da önemsiz, kıymetli ya da kıymetsiz olabilir. Bunların Allah-u Teala için de önemli ya da önemsiz, kıymetli ya da kıymetsiz olabilmesi söz konusudur. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyor ki; “Kul (bazen), Allah'ın rızasına uygun olan bir kelamı, ehemmiyet vermeksizin sarf eder de Allah onun sebebiyle cennetteki derecesini yükseltir. Yine kul (bazen) Allah'ın hoşnutsuzluğuna sebep olan bir kelimeyi ehemmiyet vermeksizin sarf eder de Allah, o sebeple onu cehennemde yetmiş yıllık aşağıya atar.” (3) Oysa sözü söyleyen açısından o söz laf arasında geçivermiş önemsiz bir sözdür. Ancak Allah-u Teala katındaki karşılığı cennet derecesini yükseltecek veya cehennem azabını katlayacak kadar önemlidir.
Konuyla ilgili bir başka vakıayı Sehl b. Sa’d naklediyor; “Bir gün Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’in yanından bir adam geçti. Rasulullah, yanında oturan kimseye “Şu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. O da: “Vallahi ileri gelen hatırlı bir kişidir, birini nikahlamak isterse isteği kabul edilir, aracılık yaparsa sözü dinlenir” diye cevap verdi. Rasulullah sustu. Sonra oradan biri daha geçti. Rasulullah yine yanındaki adama: “Ya bu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. O adam da: “Bu fakir Müslümanlardan biridir, bir kıza talip olsa istediği kız verilmez, birine aracılık etse ricası kabul edilmez, konuşmaya başlarsa sözü dinlenmez” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Bu fakir olan kimse dünya dolusu kadar öteki adamdan daha hayırlıdır.” (4) Yine benzer bir şekilde “Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.” (5) hadisini hatırlayabiliriz.
Yani bizler yapıp ettiklerimizin farklı halleriyle bu dünyada bile dengesiz ve ölçüsüz sonuçlar verebildiğini gördüğümüz gibi Allah katındaki değerlerini biliyor da değiliz. Kendi adımıza çok basit gördüğümüz bazı amellerin terki Allah katında çok büyük ve kıymetli bir şeyin terki anlamına gelebilecektir.
Söz konusu hatalardan ikincisi, “Sonsuz-sonsuzluk” kavramlarıyla ilgilidir. Ebediyet veya sonsuz kelimelerine odaklanalım. Matematik derslerinden de hatırlayacağınız gibi “sonsuz”, bir sayı değildir, hatta sözel bir ifadedir. Bilgisayarda excel ve diğer istatistik tablolarında N/A (Not Available) veya NAN (Not a Number) gibi ibareleri bilirsiniz. “Burada sayı yok.” anlamındadır. Null ibaresi de yokluğu gösterir ve yine sözel bir ifadedir, bir sayı değildir. Sonsuz ibaresi sözel bir ifade olduğu için “sonsuz tane” veya “sonsuz sene” gibi bir kullanım hatalı bir kullanım olacaktır. Ayrıca “sonsuz” kavramı bir serinin bilinen bir sonu olmadığını ifade etmek için de kullanılır. Örneğin; “1, 2, 3, 4, 5…” şeklindeki bir sıralamada sondaki üç nokta sonsuzu ifade etmektedir ve sonsuz burada bilinmeyen bir sondur. Sonsuz kavramı matematik işlemlerine girmeye kalktığı vakit bazı özel limit ve türev uygulamaları dışında, bir değeri her zaman sıfıra ya da sonsuza çeker. Yani yok eder ya da anlamsız hale getirir.
İşin bu kısmı şu nedenle önemli: Kur’an herhangi bir yerde “orada sonsuz sene kalacaksınız” demiyor. Demezdi de… Çünkü öncelikle sonsuz kavramının sayı olarak kullanılması bir mantık hatasıdır. İkincisi; dillerin gelişimi açısından o dönemde sonsuz kavramını ifade eden ve bizim bugün matematiksel sonsuz olarak kullandığımız şekliyle bir tabir henüz yoktur. Hatta 600’lü yılların başında bildiğimiz anlamda rakamlar da yoktur. Sayılar henüz basit sistemler ve sembollerle ifade edilmektedir ancak onluk, yüzlük bir düzen veya bir basamak düzeni gibi bir rakam sistemi yoktur. Dolayısıyla Kur’an’daki “Hâlidîne Fihâ Ebedê” ifadelerinde geçen “huld” veya “ebed” kelimelerini bizim düz bir şekilde “sonsuz” olarak anlamamız doğru değildir. İslam’ın genellikle ilkokul derslerindeki mantık seviyesinde anlatılması bu gibi konuların yanlış anlatılıp yanlış anlaşılmasına neden olabiliyor. Bu nedenle bu durum bazı hadislerle de çelişebiliyor. Çünkü hadislerde bazı cennet nimetleri bazı rakamlarla (bir köşk, dört nehir gibi) ifade edilmektedir ancak bu sınır belirten rakamlara rağmen cennet kavramı da sonsuz kipi ile kullanılmaktadır.
Dolayısıyla cennet ve cehennem kelimesi geçince bunları sonsuza bağlamamız, o sonsuzu da bir sayı olarak düşünmemiz önemli bir mantık hatası, bir düşünce yanlışıdır. Zaten cennetle cehennem, içinde yaşadığımız evrendeki atomlar, moleküller cinsinden düşünülmemesi gereken mekanlar-kavramlardır. Cennet ve cehennemde madde yoktur demiyoruz ancak oraya özgü madde cinsinin bu evrendeki madde ile aynı nitelikte olmayacağını söyleyebiliriz. Orada üç boyutlu bir yaşam da sürmeyebiliriz. Belki beş boyutlu bir yaşam bizleri bekliyor hatta belki zaman dahi kendi içinde buradaki gibi bir değil iki boyutlu olabilecektir. Dolayısıyla bu dünyada zaman düz bir çizgide giderken orada bir satıh, bir yüzey veya hacim gibi hissedilecektir. Bunları yüksek matematik veya fizik dersi almış olanlar bir parça anlayabilirler ancak onlar da biz de tam olarak şimdilik bilemediğimiz için hayal bile edemeyeceğiz. Yani sonuçta cennet ve cehennem, bu görünen dünya gibi mekânlar değildir. Zaman, 100 sene, 1000 sene 10000 sene atmaya devam edecektir ama bu dünyadaki sahip olduğu niteliklerle ve dayandığı kanunlara bağlı olarak işlemeyecektir. Farklı bir işleyiş dolayısıyla farklı bir algılayış ve hissediş olacaktır.
Bu konuda şu hususa da dikkat etmeliyiz; Allah-u Teala, melekler, kabir ve ahiret hayatı hakkında konuşulurken, algı ve kullanım açısından bu dünyanın şartlarına göre belirlenmiş zaman kavramı kullanılınca hata edilmiş olacaktır. Bu konulardaki ayet ve hadislerde geçen “huld” ve “ebeda” kelimeleri ise şöyle anlaşılmalıdır; Bizim ölçtüğümüz zaman ve bizim bildiğimiz sınırlılıklar açısından herhangi bir sınırlılık yoktur.
Bir örnek verelim; “Allah-u Teala 01 Ocak 2019 tarihinde bizim 01 Şubat 2019 tarihinde yapacağımız seyahati biliyor muydu?” şeklindeki bir soruya gayri ihtiyari “Evet, biliyordu.” cevabını verme meylinde olabiliriz. Çünkü zihnimizde “Allah geleceği bilir.” şeklinde bir düşünce vardır. Oysa zaman kavramı Allah-u Teala için işlemediğinden, hatta Allah-u Teala için geçmiş ve gelecek diye bir şey söz konusu olmayacağından “Allah-u Teala geleceği bilir.” şeklinde bir cümle kurmak da tam doğru olmayacaktır. Bu, “Allah geleceği bilmez.” demek değildir tabii ancak tam doğrusu şudur; “Allah-u Teala, her şeyi zamansız bilir.”. Dolayısıyla “Allah-u Teala 01 Ocak 2019 tarihinde bizim 01 Şubat 2019 tarihinde yapacağımız seyahati biliyor muydu?” sorusunun cevabı “Evet, biliyordu.” değil, “Allah-u Teala her şeyi zamandan bağımsız olarak bilir.” şeklinde olmalıdır.
Bu neden önemli? Allah-u Teala’nın fiillerine dair bir mevzuda, zaman ve ilgili kavramları bizim günlük hayatımızda rahatça kullandığımız şekliyle kullanmaya çalıştığımız an cümlelerimiz oldukça saçma hale geliyor. Bu mevzu meleklerin icraatları için de kısmen geçerlidir, kabir hayatı için de kısmen geçerlidir. Cennet ve cehennem için daha fazla geçerlidir. Dolayısıyla günlük hayatta uykusuzluktan mustarip birisinin kullanabileceği “Ben cennete girersem önce 100 sene rahat bir uyku çekeceğim.” gibi bir cümle espri olarak kabul edilebilse de hakikatte abes olacaktır. Cennette 100 sene, 1000 sene gibi kavramlar anlamsızdır. O âlem bizim bildiğimiz bir âlem olmadığı için o âlemde bir tane bedenimizin olacağını düşünmek de eksik olacaktır. Yani bir bedenimiz bir varlığımızda uyurken diğer varlığımızla bir şeyler yiyip içebilir, başka varlığımızla Efendimiz’i (sav) ziyaret edebilir, bir başka varlığımızla neşe ve haz içinde içimizden gele gele Allah-u Teala’yı hamd-u sena ediyor olabilir. İşte cennet için bunlar mümkün olduğu gibi farklı deneyimler açısından cehennem için de mümkündür.
Dolayısıyla son tahlilde “huld” ve “ebed” kelimeleri için “sonsuz” anlamını vermek bir hata, bu sonsuz terimini matematiksel bir sonsuz olarak sayı anlamıyla kullanmak bir başka hatadır. Bu âlemde hayatın tekdüzeliği içinde ortalama 70-80 sene yaşayıp ölüyoruz. “Ahirette bu olmayacak, milyonlarca, trilyonlarca yıl yaşayacağız ve hiç ölmeyeceğiz.” şeklinde bir düşünce de yanlıştır çünkü bu düşünce ahirette zaman kavramının bu dünyadaki gibi lineer işlediğini varsaymaktadır. Dolayısıyla “Cennette sonsuz yemek, sonsuz manzara, sonsuz hazlar var.” gibi kullanımlar yanlış olacaktır.
Üçüncü önemli hata, “ceza” kelimesiyle ilgilidir. Ceza kelimesi cehenneme ait meselelerde geleneğimiz tarafından Allah-u Teala’nın -haşa- ceberut bir sultan gibi öfkesini yansıtan bir unsur olarak anlaşılmış ve o şekilde anlatılmıştır. İnsanların çoğunun zihninde cehennemle ilgili cezalar bir bireyin, bir kişiliğin tercihi olarak şekillenmiştir. Bu birey de sadece gücü yettiği için küfür, zulüm, günah olan fiillere şiddetli ve ağır cezalar veriyormuş gibi algılanıyor. Böyle düşününce de insan bundan gayri ihtiyari rahatsız oluyor. Çünkü bizim, bir iradenin ve bir kudretin ceza vermesine dair algımız şuna benzemektedir; bir öğretmen bir ödev verse ve ödevini yapmayan öğrencilerini dövmeye kalksa bundan rahatsızlık duyarız. Düşük not vermeyi, sınıfta bırakmayı yeterli görür, dövme fiilini aşırı buluruz. Yani fiillerimize, irademiz dışında verilecek ceza kavramı bizde ister istemez bir rahatsızlık uyandırır. Allah-u Teala’nın bu yönde bir takdiri biz müminleri elbette aynı derecede rahatsız etmez ancak imanı zayıf olan ya da bu meselelere uzak olan insanlar bu şekilde düşünebilirler.
Biz bu noktada fiiller ve neticeleri arasındaki ilişki hakkında şöyle bir paradigma önereceğiz: İki ayrı çiftçi düşünün. Bunlara eşit miktarlarda ve eşit kalitede zeytin fidanları veriliyor. Bu çiftçilerden birisi fidanları usulüne uygun bir şekilde dikiyor, suluyor, bakımını yapıyor. Dikim, sulama ve bakım işlemleri sene içerisinde toplamda birkaç tam gün sürecektir. Diğeri ise fidanları olduğu gibi bırakıyor, hiçbir işlem yapmıyor. Birinci çiftçinin ilgilendiği fidanlar zamanı gelince güzelce ürün vermeye başlıyor ve o ağaçlardan kendisi, torunları, diğer insanlar yüzlerce yıl istifade ediyorlar. Diğer çiftçiye verilen fidanlar ise doğal olarak çürüyüp telef oluyor. Bu ikinci çiftçinin fidanların bakımını yapmaya harcayacağı zaman da doğal olarak bir sene içerisinde toplamda birkaç tam gün olacağı için ihmali de birkaç tam gün olacaktır. Şimdi dolayısıyla birinci çiftçinin birkaç tam günlük çalışması neticesinde yüzlerce yıl kendisinden istifade edilen ağaçlar, ikinci çiftçinin birkaç tam günlük ihmalinden dolayı da telef olan, çürüyen fidanlar söz konusu… Bu durumda, “Neden birinci fiillerinin sonucu yüzlerce yıl istifade edilecek zeytin ağaçları iken diğerinin birkaç günlük ihmalinin sonucu çürüyen fidanlar oldu? Bu kadar büyük fark niye?” şeklindeki bir soru karşısında bu durumun takdir edilmiş bir cezadan çok fiilin doğal bir sonucu olduğu cevabı rahatlıkla verilebilir.
Veya “Neden bir tek defa eroin iğnesi kullanmanın cezası senelerce madde bağımlısı olmak?” denilse bunun da haricen verilmiş bir ceza değil, uyuşturucu maddenin kimyasal özellikleriyle insan vücudunun biyolojik sisteminin etkileşime girmesinin doğal bir sonucu olduğu anlatılacaktır.
Kendilerine ait bilgisayarları olan iki kişiden birisinin kendi bilgisayarına balyozla tek seferde vurduğunu ve bilgisayarın bu tek seferlik vuruşla parçalandığını, diğerinin böyle bir şey yapmayarak bilgisayarını amacına uygun biçimde uzun yıllar kullandığını düşünelim. Kendi bilgisayarını parçalayan kişinin bu tek seferlik eylemiyle yıllarını bilgisayarsız geçirmesi harici bir irade tarafından verilmiş bir ceza değil, kendi eyleminin doğal bir sonucu olduğu malumdur.
Yani hassas bir mekanizmaya sahip herhangi bir şey tek bir darbeyle, tek bir iğne enjekte etmekle, basit bir ihmalkarlıkla vs. bozuluyorsa bozuluyordur. Bu örneklerden hareketle ahirete dair meselelerin rastgele takdir edilmiş ödül veya cezadan ziyade, bir tohumu-fidanı çürütmek ya da ağaca çevirmek, bağımlılıkla vücut kimyasını bozmak veya bozmamak kabilinden doğal bir sonuç olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Yani, insanların fiilleri cennet veya cehennem gibi iki zıt şeyi netice veriyorsa bu neticeler kulların kendi iradeleri ve fiillerinden bağımsız bir şekilde verilen ödül ve cezalar olmaktan çok söz konusu irade ve fiillerin doğal sonuçları olarak görülmelidir.
Dolayısıyla Kur’an’daki cehennemle ilgili ifadeleri, öğrencisini sigara içerken görünce “Bir daha seni sigara içerken görürsem bacaklarını kırarım, döverim, disipline gönderirim, okuldan atarım.” diyen bir okul müdürünün ifadeleri gibi değil de “Sigara içmeye devam edersen bir süre sonra akciğer kanseri olur, ağrıdan yerinde duramaz, doktorlara en azından ağrıyı azaltmaları için yalvaracak hale gelirsin. Farklı hastalıklar ve kolay nefes almak, yiyeceklerin tadına daha iyi varmak gibi bazı nimetlerden faydalanmanın kısıtlanması da cabası…” diyen bir büyüğün ifadeleri gibi algılanırsa konu daha kolay anlaşılacaktır.
Biz Müslümanlar inanıyoruz ki, bu dünyayı kuran Allah-u Teala’dır. Bu dünyayı kim kurmuşsa ahireti de o kurmuştur. Mademki isimleri ve sıfatları böyle tecelli ediyor, bu dünyaya bakarak ahiretteki bazı meseleleri anlamak da mümkündür. Bu bakış açısının ve önerinin Kur’an’da da karşılığı vardır. “Bak nasıl dünyada onların kimini kimine (sağlık, rızık ve benzeri imkanlar açısından) üstün kıldık! Elbette ahirette erişilecek daha büyük mertebeler, kazanılacak daha yüksek faziletler vardır.” (6) ayeti bu alemde geçerli olan bazı şeylerin ahirette de geçerli olacağına açıkça işaret ediyor.
Dördüncü önemli düşünce hatasına gelecek olursak, bu dünyada isimlerle haller yani gerçekler birbirine çok fazla karışmış durumdadır. Tıpkı ambalajında meyve suyu yazan şişenin içinden çamaşır suyunun çıkması gibi… Ya da gerçek bir bal olmayan, glikoz şurubunun ağırlıkta olduğu ama bal gibi görünen bazı markaları da düşünebilirsiniz bu çerçevede. Bunun gibi “Ben Müslümanım.” diyen ama kendisinde pek çok kötülüğün bulunduğu insanlar görebiliyoruz. Diğer yandan kendisini ateist ya da Hıristiyan olarak tanımlayan bir başka insanda da pek çok hayırlı halleri görebiliyoruz. Bu durumda “Böyle bir Müslüman 'La ilahe illallah' demekle cennete mi gidecek, yani kurtulacak mı? Diğer ateist ya da Hıristiyan görünüşte bir kötülüğü olmamasına rağmen ebedi cehennemde mi kalacak?'' sorusu da zihinleri rahatsız ediyor.
Böyle durumlarda içine düşülen şüphenin iki kaynağı vardır: Birincisi; isimlerle hallerin uyumunun kalmaması. Bu problemin örneklerine geçmiş zamanlarda da rastlanmıştır. Matta İncilinde Hz. İsa (as) tebliğde bulunduğu insanlara, iki oğlu olan bir adamın meselini anlatır. Bu adam oğullarından birincisine; “Git bugün bağda çalış.” der ancak oğlu önce ‘Gitmem.’ demesine rağmen sonradan pişman olup gider. Adam ikinci oğluna da aynı şeyi söyler. İkinci oğlu da “Olur, giderim.” demesine rağmen gitmez. Hz. İsa burada bu oğullardan hangisinin babalarının isteğini yerine getirmiş olduğunu sorar ve oradaki insanlar ‘Birincisi.’ diye karşılık verirler. Hz. İsa bu cevaptan sonra zaniye kadınlarla vergi memurlarının Tanrı’nın egemenliğine onlardan önce girdiklerini söyler. (7) Hz. İsa’nın anlattığı meselde beyanlarla fiiller arasındaki çelişki anlatılıyor. Bu meselde üçüncü bir oğul olsaydı ve “Peki baba, gideyim.” dese ve dediği gibi yapıp işi de tamamlasa, dördüncü bir oğul da olsa ve “Hayır gitmeyeceğim.” deyip gerçekten de hiç gitmese ve babanın isteğini yerine getirmese bu son ikisinin durumları anlaşılabilirdi. Burada ise beyanlarla fiillerin birbiri içine geçmiş çelişkili halleri söz konusu. Bu durumda elbette itaat sözünün hiçbir önemi yoktur denilemez. İtaat edeceğini beyan etmenin de kendine göre bir kıymeti vardır. Fakat itaati bilinçli ya da bilinçsiz reddettiği halde fiili olarak itaat etmenin kıymeti yok da denilemez.
Bu örneklerden hareketle diyebiliriz ki; Bir grup insan “La ilahe illallah Muahmmeden Rasullullah'' demiş, bu beyana uygun yaşayacağını beyan etmiş… Bir grup insan da “Hayır ben bu sözleri söylemiyorum ve bu sözlerin gereğine uymayacağım.” demiş. Ancak fiiliyatta o sözü (kelime-i tevhidi) söyleyenler sözün gereklerine uymamış, sözü reddedenler ise pratikte o sözün gereklerine uymuş. Bu mevzuyu da zihinlerimize şöyle oturtabiliriz: Öncelikle Allah-u Teala’nın zerre kadar hayrı da, (tevbe, istiğfar ve kul haklarının karşılıklı halli veya tazmin edilmesi olanlar dışında) zerre kadar şerri de karşılıksız bırakmayacağına emin olabilirsiniz. Kim, nerede, neyi, nasıl yapmış olursa olsun bu böyledir. Sıradan bir ateist ya da İslam’a, Tanrı’ya kin duyan, hakaretler eden, düşmanlık besleyen birisi de bir yerde bir hayvana veya bir fakire iyiliği dokunmuşsa, başka halleriyle kibar ve uyumlu bir insansa mükafatını, karşılığını dünyada ya da ahirette görecektir. Bu, cennete gidecek demek değildir. O yaptığı iyilikler karşısında defterler açılınca Allah'tan alacaklı kalmayacaktır. Bundan emin olabilirsiniz. Allah-u Teala yapılmasını emrettiği, tavsiye ettiği, hoşnut olduğunu belirttiği hayır ve hasenatı kim nerede, nasıl yaparsa yapsın elbette karşılığını verecektir. Bu, Ebu Cehil için de geçerlidir, Firavun için de, aklınıza gelen ya da gelmeyen benzer şahıslar için de geçerlidir. Bunun dışında onların cennet veya cehennemdeki senelerini, geçirecekleri süreyi saymaya biz memur değiliz, böyle bir vazifemiz yok. Bu nedenle bu gibi kişilerin ya da sıradan günahkarların cehennemde sonsuz mu kalacaklarını, ne kadar ve nasıl kalacaklarını düşünüp vesvese haline getirmenin de bir anlamı yoktur.
Diğer taraftan cennetlik veya cehennemlik olduğu düşünülen veya gerçekten öyle olan insanların neyi nasıl hak ettikleri, onların başlangıç şartlarının ne olduğu, hangi imtihanları hangi yoğunlukta yaşadıkları, ne tür bir psikolojiyle hangi zorluklarla karşılaştıkları ve kendi iradeleriyle ortaya ne koydukları gibi değişkenleri ve faktörleri bizim hesaplayabilmemiz zaten mümkün değil. Kendi dışımızdaki bir insanı bu denli anlamamız da mümkün değil. Bu konuda Allah’ın zalimlere karşı adaletine, iyilere ve gayret gösterenlere karşı da merhametine ve cömertliğine güveniyoruz. Allah-u Teala bizleri iyilerden eylesin.
1 ) Müslim, Zikr 79, (2726); Tirmizi, Da'avat 117, (3550); Ebu Davud, Salat 359, (1503); Nesai, Sehv, 93, (4, 77)
2 ) Buhari, Da'avat 65, Eyman 19, Tevhid 58; Müslim, Zikr 31, (2694); Tirmizi, Da'avat 61, (3463)
3 ) Buhari, Rikak 23; Müslim, Zühd 49, (2988); Muvatta, 4, (985); Tirmizi, Zühd 10, (2315)
4 ) Buhari, Rikak, 16
5 ) Müslim, Sıyâm, 164.
6 ) İsra, 21
7 ) Matta, 21: 28-32 (İki Oğul Benzetmesi)