10 dk.
21 Mayıs 2022
Meal okumak ve Kur'an çalışmaları | 1. kısım-gorsel
Youtube Banner

Meal okumak ve Kur'an çalışmaları | 1. kısım

Soru: Meal okumalı mıyız? Meal okumanın Kur’an’ı anlamak adına tek başına yeterli olmayacağı için sakıncalı olduğu hatta bazı meallerde yanlışlıklar bulunduğu söyleniyor. Tefsir okumak ise hem zor hem uzun zaman isteyen bir iş. Bu durumda Kur’an’ı daha iyi anlamak için neler yapılabilir?
 

Cevap: Arapça bilmeyen bir insan için Kur’an’ı tanıma, anlama adına elimizdeki meallerden başka bir imkân olmadığı açıktır. Fakat mevzunun önemi nedeniyle birkaç farklı noktaya ayrıntılarıyla temas etmek yerinde olacaktır.

 

Öncelikle insanları meal okumaktan uzak tutmaya çalışmanın nedenlerinden başlayalım.

 

Hem genel İslami ilim geleneği hem biraz da Osmanlı’dan miras aldığımız Osmanlı-Türkiye dini geleneği bu konuda aşırı korumacı bir refleks geliştirmiştir. Yani bu geleneği temsil edenler halkın meal ve tefsir gibi temel eserleri pek okumamaları gerektiğini düşünürler. Çünkü onlara göre avam ayrıntılı bilmediği bir konuyu ya hiç anlamayacak ya da yanlış anlayacaktır. Bu da dinin yanlış anlaşılması olacaktır. O halde halk, bu konulardan ve temel eserlerden uzak durmalıdır. Bu anlayışı zamanla halk da benimsemiş, “Çok okuyanın kafası çok karışır.” gibi gündelik ve ucuz savunma mekanizmaları oluşturulmuştur. 

 

Bunun dışında medrese-ilahiyat eğitimi almış sınıftan bazı kimselerin kendi ayrıcalıklı konumunlarını muhafaza etmek istemesi de halkı temel kaynaklardan uzak tutmanın bir başka nedenini oluşturur. Zaten okumayı sevmeyen hatta okumaya düşman bir toplumun içinde yıllarca dirsek çürüterek elde edilen “İslam’ı yorumlayabilme ayrıcalığını koruma” dürtüsü de maalesef geniş halk kesimlerini temel kaynakları bizzat okumak ve düşünmekten alıkoymuştur. Burada asıl önemli olan “İnsanların kafası karışır.” düşüncesinin hem ilahiyatçı sınıf (veya geleneksel ulema sınıfı ile diyanet elitleri) hem de geniş halk kesimleri arasında egemen bir düşünce hâlini almasıdır. 

 

Aslında bu düşüncenin haklı olabilecek yanlarının bulunduğu durumlar vardır. Örneğin insanlar bir hadis görür ama o konuda o hadisten başka o hadisi tamamlayan veya o hadise aykırı olan başka hadisler de vardır. Bir başka hadise bakarlar belki de o hadis (geleneksel ulema sınıfına göre) mensuhtur yani hükmü başka bir hadisle kaldırılmış olabilir. Yahut o hadis umumi değildir, duruma ve kişiye özel söylenmiştir ancak insanlar umumi olarak anlayabilir. Mukayyet (kayıtlı, hükmü bazı şartlarla sınırlandırılmış) bir hadis iken bu kayıtlar bilinmeyebilir. Böylece o hadisi okuyan insanlar yanlış yorumlayarak dinleri hakkında yanlış bilgi sahibi olmuş olurlar. 

 

Diğer taraftan ortalama bir Müslümanın gözünde Kur’an ve hadislerin ulaşılmaz bir ulviyeti vardır. Bu nedenle yanlış yorumlanabilecek bir hadis veya ayet, bir konudaki yanlış yorumun sarsılmaz bir dayanağı hâline gelebilir. Yine o metinlerde karşılaşılacak ve zahiren bugünün değer yargılarıyla uyuşmadığı zannedilebilecek (kadın hakları, sahabeler arası ihtilaflar, hayvan hakları vb.) ham veri manasındaki sözler veya uygulamalar da modern düşünce akımlarının bilerek ya da bilmeyerek etkisinde fazlaca kalmış kişilerin yanlış algılamaları sonucunda nefrete dönüşebilir. Hatta iman esaslarında şüpheler oluşturabilir. Sonuçta tefsir, meal veya hadislerin tercümeleri Kur’an ve hadislerin kendilerinde var olan o ulvi güzellikleri tam yansıtabilmiş değildir. Çünkü çeviriler kısa ve yüzeysel metindir. Bu da okunduğu zaman okuyan kişinin kendi arzuladığı ve hayal ettiği ulviyeti görememesine yol açar. Böylece o metinlere saygı azalabilir. Kur’an ve hadis, o okunan metinlerden ibaret zannedilebilir. 

 

Aslında bu korkular tamamen yersiz değildir ancak alınmaya çalışılan önlemler bir dereceye kadar yersiz ve faydasız olmuştur. Bir defa korkulan nesneden veya olgudan uzaklaşmak, onunla irtibatı kesmek bireysel ya da çocuksu korku duygularının işaret ettiği tehlikelerden korunmak için uygun bir yöntem olabilir. Fakat burada korkulan şey eğitimsiz insanların Kur’an’ı yanlış anlamalarıdır. Bu durumda korku nesnesi Kur’an değil eğitimsizlik olmalıdır. Dolayısıyla alınacak önlem de Kur’an’ın anlamıyla insan zihninin irtibatını koparmak değil insan zihnini doğru anlama yönünde eğitmeye yönelik adımlar atmak olmalıydı. 

 

Örneğin bu konudaki problemlerin en önemli nedenlerinden birisi şudur: Kur’an ve hadisler için derli toplu, farklı seviyelerdeki okuyucular için hazırlanmış kitaplara dün sahip değildik, bugün de sahip değiliz. Edebiyat klasiklerinin ilkokullarda okutulabilecek daha kısa ve özet versiyonları bulunur. O kitaptaki aşırı dramatik kısımlar veya öğrencinin yaşına uygun olmayan sahneler çıkarılır, o şekilde basılır. Diğer dersler için de böyledir. İlkokulda okutulan matematik kitabı ile lise matematik kitabı aynı seviyede olmayacaktır. İşte Kur’an ve hadislere giriş mahiyetinde böylesi metinler-kitaplar hazırlanmış değildir. 

 

Başlangıç seviyesinde her Müslümanın öğrenip hayatına aksettirmesi gereken iman esaslarına ve güzel ahlaka dair ilk 100 ayet ve ilk 100 hadis gibi bir kitap, sonraki seviye için ibadetlere dair ayet ve hadislerin olduğu, daha üst bir seviye olarak siyaset, adalet, ekonomi gibi toplumsal konularla ilgili ayet ve hadislerin toplandığı kitaplar basılabilir ve yaygınlaşabilirdi. Gayrimüslimlerin veya imana-Kur’an’a uzak kişilerin eleştirisine muhatap olmuş ayet ve hadislerle ilgili ayrı çalışmalar yapılabilirdi ve bunlar farklı kategoriler halinde ele alınıp basılabilir, okutulabilir, yaygınlaştırılabilirdi. Zamanla her seviyeden insanın kendi seviyesine göre Kur’an ve hadislerden istifadesi de artmış olurdu. Ancak böyle bir sınıflandırma mantığının yokluğu, sonuç olarak da böyle eserlerin eksikliği ciddi bir sorun olarak önümüzde durmaktadır.

 

Kur’an’ın başka dillere tercümesi (daha doğrusu açıklanarak çevrilmesi anlamındaki meali) tarihsel olarak da belli bir dönemden sonra bu anlayışın kurbanı olmuş gibidir. Aslında Kur’an’ın başka dillere tercümesi ve ana dili Arapça olmayanlar için de anlaşılır kılınma çabası her dönemde kendine göre söz konusu olmuştur. Efendimiz (sav) henüz hayattayken Selman-ı Farisi (ra) hazretlerinin Arabistan’ın doğusunda ve güneyindeki Müslüman olan İranlı çiftçiler için Fatiha suresini Farsçaya çevirdiği ve Efendimiz’in (sav) bunu men etmediği biliniyor. Bu, bir hadis veya sünnet olarak nakledilmese de tarihi bir anlatım olarak kayıtlara geçmiştir.(1)

 

Miladi 976’da vefat eden Samani hükümdarı Mansur b. Nuh’un emriyle Kur’an’ın tamamının Taberi tefsirinin özetiyle birlikte Farsçaya çevrildiği bilinmektedir. Bu tercüme satır arası bir tercümedir yani bir çeşit kelime mealidir ve nüshaları bugün elimizdedir. Günümüze ulaşan bu ilk tercümenin bir nüshası Süleymaniye diğer nüshası Dresden kütüphanelerinde halen mevcuttur. Ayrıca bu tercüme daha sonraki Türkçe tercümeler için de bir model oluşturmuştur. Kur’an’ı Farsçaya tercüme eden heyetin Türkçeye de tercüme ettiği söylenmektedir.(2)

 

Anadolu coğrafyasında ise Kur’an’ın tercüme ve tefsiri faaliyetleri 14. yüzyıldan bu yana devam etmektedir. Bunlar arasında en bilineni Muhammed b. Hamza adlı bir âlimin (bu kişinin Molla Fenari veya Akşemseddin olup olmadığı tartışılmıştır) tercümesidir. Bu tercüme satır arası kelime meali tarzında ve kısa açıklamalarla da zenginleştirilmiş bir tercümedir. Ancak bu tercümenin önemli özelliklerinden birisi içinde bolca İsrailiyat temelli rivayetlerin bulunmasıdır. Daha sonra Anadolu’da ve Osmanlı coğrafyasında yüzyıllar boyunca medreselerde en çok okunan, halk katında en muteber tefsir sayılan Tıbyan tefsiri olarak bilinen tefsir önemlidir çünkü Osmanlı toplumunun geleneksel dini anlayışının oluşumunda ve sürdürülmesinde son derece etkili olmuş, geniş halk kesimlerinin dini hayatını ve Kur’an anlayışını önemli ölçüde etkilemiştir. Bu tefsirin aslı Hıdır b. Abdurrahman el-Ezdî’nin et-Tibyân fî tefsîri’l-Kur’an adlı eserinin Muhammed b. Hamza el-Ayıntâbî tarafından yapılan Türkçe çevirisidir ancak bu çeviri esnasında o kadar çok ilave ve tasarruflar yapılmıştır ki tercüme adeta telife dönüşmüştür. Bu tercümenin muhtemel tarihi 17. yüzyılın ikinci yarısıdır. Kalan iki asırdan fazla süre boyunca da Osmanlı toplumunun alternatifi olmayan en kıymetli tefsiri konumuna ulaşmıştır. Bu tefsirin de en önemli içerik özelliklerinden birisi İsrailiyata bolca yer vermesidir. Bunun yanında dünyanın öküz ve balığın üzerinde durmasından tutun müşteri (Jüpiter) yıldızının günahlarından dolayı taş yapılan bir kadın olduğuna kadar efsaneler de bu eserde mevcuttur. Hasan Basri Çantay da bir yerde Tıbyan tefsiri ve benzeri eserler hakkında “Onlarda (Tibyân ve Mevâkib kitaplarında) asılsız veya fâidesiz katmalar kucak kucaktır.” demiştir.(3)

 

Tanzimat ve meşrutiyet dönemlerinde ise Kur’an mealleri etrafında günümüzde halen süren tartışmaların ilk örnekleri başlamıştır. Özellikle II. Meşrutiyetle birlikte tercüme faaliyetleri hızlanmış ve milliyetçiliğin de bunda etkisi olmuştur. Türkçe ibadet tartışmaları bu dönemde başlamıştır. Sultan II. Abdülhamid’in bu tartışmalar nedeniyle yeni bir tercüme yapılmasına izin vermediği, Şeyhü’l İslam’ın da tercümeyi yasaklayan bir fetva verdiği belirtilmektedir. Aslında yaşanan tartışmalar basitçe iki taraflı bir tartışma değildir. Kur’an’ın yeniden ve döneme uygun bir dille tercüme edilmesini savunanlar da kendi içlerinde farklı gruplara ayrılmıştır. Tercümeye karşı çıkanlar da tek bir gerekçeyle değil farklı gerekçelerle bu faaliyete karşı çıkmışlardır. Tercümeye karşı çıkanlar arasında Mustafa Sabri Efendi’nin gerekçeleri genel olarak bugünkü meal karşıtlarının da gerekçelerini oluşturmaktadır. Yaşanan tüm tartışmalarla birlikte tercüme faaliyetleri yine de durmamış, Şeyhül İslam Musa Kazım gibi önemli isimlerin de aralarında bulunduğu bazı alimler kısmî ya da tam tercüme faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

 

Cumhuriyet döneminde de tercüme faaliyetleri devam etmiştir. İlk başlarda liyakatsiz kişilerce yapılan tercümelerde o kadar çok hatalar olmuştu ki bir süre sonra Meclis duruma el koymak zorunda kalıp Mehmet Akif’i tercüme işiyle görevlendirmiştir. Ancak Akif’in birtakım nedenlerle bu meali bastırmadığı bilinmektedir. Daha sonra İzmirli İsmail Hakkı’nın mealinden Elmalılı’nın tefsirine, Ömer Rıza Doğrul ve Hasan Basri Çantay’ın meallerine kadar pek çok meal telif edilmiş, günümüze kadar gelen meal ve açıklamalı meal faaliyetleri devam etmiştir.(4)

 

Sonuçta Osmanlı döneminde bir bütün olarak Türkçe meal yazılmamıştır. Medreselerde elbette ki tefsir dersleri vardır ancak bunlar da daha çok Zemahşeri ve Beyzavi tefsirlerinin haşiyeleri ve şerhleridir. Yani bu dönemde tefsir adına orijinal bir eser de üretilmemiştir. Halk da Kur’an’ı anlama işini ulemaya devretmiş, Kur’an’la ilişkisini daha çok tilavet (salt okuma) üzerinden sürdürmüştür.

 

Gelinen noktada günümüz için insanların meallere eskiye göre daha fazla teveccüh gösterdikleri söylenebilir. Bunda bazı kıymetli âlimlerimizin insanları Kur’an’ın asıl metni yanında meal okumaya da teşvik etmelerinin rolü kuşkusuz önemlidir. Ancak uygulamaya bakınca yine de bu işin yeterli miktarda ve doğru bir yöntemle yapıldığını söylemek zor. Sonuçta evet, meal okumalıyız. Tefsir ve açıklayıcı bazı eserleri de okumalıyız. Tefsire gücümüz ve zamanımız yetmiyorsa açıklamalı meal okumalıyız.

 

Ancak nasıl okumalıyız? İşin bu kısmı son derece önem arz ediyor.
 

Birinci kısmın sonu. Yazının ikinci kısmı internet sitemizde yarın paylaşılacaktır.
 


1 ) Serahsi, Mebsut, I, 37’den nakleden: M. Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, s. 28.

2 ) Hamidullah, a.g.e., s.28.

3 ) Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim, İstanbul 1980, I, 6

4 ) Kur’an’ın tercümesi ve mealinin tarihsel arka planı için şu kitap ve makalelere bkz; 

Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Meselesi. Dr. Hidayet Aydar. Kur’an Okulu Yayıncılık. 1996.

Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Tarihi. https://islamansiklopedisi.org.tr/kuran