Muaviye'nin Eleştirildiği Hususlar | İslam Tarihinin Tartışılan Figürü: Hz. Muaviye | 2. Kısım
Not: Bu yazı, "İslam Tarihinin Tartışılan Figürü: Hz. Muaviye" başlıklı yazı dizisinin ikinci yazısıdır. Serinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
İçtihat Meselesi
Özellikle ehl-i sünnet alimleri tarafından Hz. Ali (ra) ve Hz. Muaviye arasındaki ihtilafın her ikisinin farklı içtihatlarından kaynaklandığı kabul edilir. İbn Hacer gibi bazı alimler Muaviye’nin ve Hz. Ali’nin adeta iki farklı müçtehitin fıkhî bir meselede ihtilaf etmelerine benzer bir görüş ayrılığına sahip olduğu kanaatini taşırlar. İçtihadında isabet eden müçtehide iki, yanılan müçtehide bir sevap olacağı hadisinden yola çıkarak Muaviye’nin de hatalı içtihadı nedeniyle mazur görülmesi gerektiği sonucuna ulaşılır.
Ehl-i sünnet alimlerinin sahabeye dil uzatılmasını engellemek amacıyla böyle bir görüşü öne sürdükleri düşünülebilir. Eğer amaçları bu ise haklıdırlar. Çünkü gerçekten de ortada bir düşünce farklılığı vardır. Ancak ortada bir düşünce farklılığının olması ayrı bir şeydir, meseleyi bir içtihat farklılığına indirgemek ayrı bir şeydir.
Diğer yandan dünyevi meselelerde “Ne yapmalıyım?” sorusuna cevap aramanın “içtihat” kelimesiyle açıklanması doğru değildir. Hata edenin de bir sevabı olduğu içtihat bir insanın “Bu konuda Allah’ın emrettiği, istediği ve razı olduğu amel veya davranış nedir?” sorusuna cevap araması, bu cevabı da konuyla ilgili tüm ayetleri, hadisleri, alimlerin görüşlerini bilerek ve değerlendirerek araması, bütün gücünü kullanarak böyle bir ceht ortaya koymasıdır. Ancak bu şekilde davranılırsa hata edilse dahi sevaba mazhar olunur.
Bununla beraber ehl-i sünnet alimlerinin konuyu açıklamak için “içtihat” kavramına başvurmaktan başka şansları da yoktur.
Bu noktada Bediüzzaman’ın Hz. Ali (ra) taraftarlarıyla Muaviye taraftarları arasındaki mücadeleyi “hilafet ve saltanatın muharebesi”1 olarak tanımlaması önemli bir tespittir. Buna göre Hz. Ali (ra) dinin hükümlerini, İslam’ın hakikatini ve ahireti esas alarak devlet idaresine ait bir kısım kanunları ve siyasetin bazı merhametsiz ilkelerini onlara feda etmiştir. Hz. Muaviye ise Müslümanların toplumsal hayatını saltanat siyasetiyle güçlendirmek için azimeti bırakmış, ruhsatla amel etmiş ve kendini siyaset yapmaya mecbur zannederek hataya düşmüştür.
Hz. Muaviye’nin bu konuda hata yaptığını zaten ehl-i sünnet de kabul etmektedir. Burada aşırıya kaçıp Şia’nın haksız ithamlarına haklılık payı vermek de ayrı bir uç olacaktır. Sonuç olarak Hz. Muaviye’nin iktidarı ele geçirme tarzı kendisinden önceki halifelerle aynı tarzda, yani şura sonucunda olmamıştır. Bu doğrudur. Ancak Hz. Hasan (ra), Hz. Hüseyin (ra) gibi ehl-i beytin gözbebekleri olan mübarek isimlerin yanında pek çok sahabenin de kendisine biat ettiğini unutmamak gerekir. Hatta Hz. Muaviye’yi bu noktada eleştiren Hasan-ı Basri dahi Rebi bin Ziyad’ın emrindeki orduyla sefere katılmış, valinin sekreterliğini yapmıştır. Dolayısıyla Muaviye’nin hata yaptığını kabul etmekle ona biat etmemek çok farklı şeylerdir.
Yezid’i Halef Tayin Etmesi
Daha önce de açıklandığı gibi2 Muaviye’nin oğlunu veliaht tayin etmesi reel politik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Evet, Muaviye kendinden önceki halifeler gibi şura esasına göre hareket etmemiştir. Hasan-ı Basri gibi tabiin alimleri de bir idarenin başındaki kişinin şura usulüne göre, yönetici sıfatına uygunlar arasındaki en faziletli olanı üzerinde ittifak edilerek seçilmesi gerektiğini söyler. Raşit halifeler de böyle seçilmişlerdir.
Muaviye döneminde ise ashabın önde gelenlerinden pek az kişi hayatta kalmıştır ve onlar da muhtemelen bütün Müslümanları tek çatı altında toplayabilecek kadar siyaset erbabı değildir.
Diğer yandan İslam dünyası artık sadece Mekke ve Medine’den oluşmuyordu. Sınırlar genişlemiş, farklı halklar İslam’a dahil olmuştur. Bu durumda şura sisteminin reel olarak devam etme şansı ne kadardır bilinemez. Çünkü öncelikle insanların manevi potansiyelleri o sistemin bütün kemâliyle işlemesinin önündeki en büyük engeldir. Zaten Hasan-ı Basri hazretleri de şuranın terk edilmesi ve veraset sistemine geçilmesinin ardından iktidar, toplum, siyaset ve yönetim kavramları üzerine yeniden düşünmüş, bir toplumun ahlaki veya manevi durumu ile idare biçimi arasında bir ilişki olduğu sonucuna varmıştır. Yani Hasan-ı Basri’ye göre, bir toplumda salih, hayırlı, iyi bir idareciyi ayakta tutmaya yetecek kadar faziletli insanlar yoksa o idarecinin idareci olarak varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Çünkü idare şekli ve idareciler topluma hâkim olan unsurların sahip oldukları zihniyetin bir yansımasından ibarettir.
Bu durumda saltanata geçilmiş olması Efendimiz (sas) ve ashabının yaşadığı o berrak hayatın artık kalmadığını, o iklimin var olamayacağını, vahyin reel dünya ile karışarak farklı bir hâl alacağını, İslam’ın pek çok güzelliğinin görülebileceğini ancak Efendimiz (sas) dönemindeki o dupduru, tertemiz hâlinin görülemeyeceğini de göstermektedir. Bu durumda idareciler de ona göre olacaktır. Bu tarihin (veya kaderin) kaçınılmaz doğasıdır. Zaten Muaviye’nin vefatından sonra şura sistemindeki ideal tanımlamalara uygun, son derece takvalı ve faziletli, raşit halifeler ayarında birisinin varlığından söz etmek de mümkün değildir.
Ziyad bin Ebîh’i Kendi Nesebine Dahil Etmesi
Tarih kitaplarında anlatılanlara göre Ziyad bin Ebih’in annesi Sümeyye İranlı bir devlet adamının cariyesi iken Yemen kralına hediye edilmiş, o da Sümeyye'yi; Taif’te hasta iken kendisini tedavi eden Taifli bir doktora hediye etmiştir. O doktor da Sümeyye’yi kölesi ile evlendirmiş, daha sonra karısının veya kızının kölesi ile evlendirmiştir. Ziyad da bu süreçte doğmuş ancak babası tespit edilememiştir. Bu nedenle “babasının oğlu” anlamına gelen “İbn Ebîh” ismiyle künyelenmiştir.3
Ziyad, Hz. Ali (ra) ile Muaviye arasındaki mücadelede Hz. Ali saflarında yer almıştır. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.anhüm) dönemlerinde bilgi, zeka ve hitabet yetenekleri nedeniyle Basra’da valilik vekaleti dahil bazı resmi görevlerde bulunmuştur. Kendisinin askeri başarıları da bulunan parlak bir devlet adamı olduğu açıktır. Bu özelliklerine istinaden olsa gerek Muaviye kendisine mektup yazarak onu kendi saflarına çekmek istemiş ancak başaramamıştır. Hz. Ali’nin vefatından sonra da Ziyad aynı tavrını sürdürmüş, ailesine yapılan baskılara rağmen Muaviye’nin isteklerini kabul etmemiştir.
Hz. Hasan’ın (ra) hilafet hakkından vazgeçip idareyi Muaviye’ye teslim etmesinin ardından Ziyad, Kûfe valisi Muğire bin Şube’nin araya girip ikna etmesiyle Muaviye’ye karşı tavrını değiştirdi ve Muaviye ile görüştükten sonra Kûfe’ye yerleşti. Kendisinin aslında Ebu Süfyan’ın oğlu ve Muaviye’nin baba bir kardeşi olduğuna dair çeşitli söylentiler vardı. O da bundan etkilenerek Muaviye’nin kendisini Ebu Süfyan’ın nesebine katması beklentisine girdi. İki yıl sonra da Muaviye onu babasının yani Ebu Süfyan’ın nesebine dahil etti. Bu amaçla Şam’da bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıda bazı şahitler Ebu Süfyan’ın kendilerine Taif’te Ziyad’ın annesi Sümeyye ile ilişkiye girdiğini ve Ziyad’ın kendisinin oğlu olduğunu söylediğini beyan ettiler. Bundan sonra Ziyad bin Ebîh, Ziyad bin Ebu Süfyan olarak anılmaya başlandı.
Efendimiz (sas) bir hadislerinde “Çocuk kimin yatağında doğmuşsa onun nesebine aittir. Zina edene ise taş veya mahrumiyet vardır.” buyurur.4 Bu nedenle Muaviye’nin bu yaptığı sünnete aykırıdır.
Bu konuda Muaviye’yi kendi döneminde eleştirmeyen kimse kalmamıştır. Hatta bu konudan en çok rahatsız olanlar Muaviye’nin de mensup olduğu kabile olan Beni Ümeyye mensupları olmuştur. Beni Ümeyye kabilesinin iki kolu vardır. Birincisi Süfyaniler (ki Muaviye bu koldandır), diğeri de Mervaniler… Mervan bin Hakem ve kardeşi Abdurrahman bin Hakem’in de bulunduğu bir grup Beni Ümeyye mensubu Muaviye’ye giderek Ziyad’ı nesebine kattığı için onu eleştirmişler, kendilerine karşı bir sayı çokluğu oluşturma peşinde olduğunu söyleyip tepki göstermişlerdir.5
Muaviye’ye bu konuda yapılan eleştirilerin hepsi haklıdır. Çünkü umumi bir hukuk prensibi çiğnenmiştir. Üstelik bu prensibi bir sultanın çiğnemesi insanların hukuka saygılarını azaltmak gibi önemli sonuçlar doğurabilecektir. Muaviye’nin bu işi politik gayelerle yapması, siyasi gücünü korumak veya geliştirmek için gerçekleştirmesi yapılan işin yanlışlığını ortadan kaldırmayacaktır.
Hucr bin Adî’yi Haksız Yere Öldürtmesi
Hucr bin Adî (ra) Cemel ve Sıffin olaylarında Hz. Ali (ra) saflarında yer almış bir sahabidir. Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra Kûfe’ye yerleşmiş, orada yaşamaya başlamıştır. Bir Emevi politikası olarak uygulanan, valilerin hutbelerde Hz. Ali (ra) ve taraftarları aleyhine kötü sözler söylemelerini hiçbir zaman kabul edememiş, her fırsatta bütün cemaatin önünde tepkisini açıkça ve sert bir şekilde göstermiştir. Ancak her şeye rağmen o da Hz. Hasan (ra) ve diğer Müslümanlar gibi Muaviye’ye biat etmişti.
Hz. Hucr’un Hz. Ali’ye (ra) kötü sözler söyleyen valileri alenen eleştirmesi valiler açısından otoritelerinin zayıflaması algısı oluşturuyordu. Ayrıca bir gün Muaviye’ye götürülmek üzere Vali Muğire tarafından hazırlanan bir kervanın önünü kesmiş ve en baştaki devenin yularını tutarak “Yemin ederim her hak sahibinin hakkı ödenmeden bu kervanı bırakmayacağım.” demiş, bunun üzerine Muğire’yle aynı kabileden olan gençler Hucr’u öldürmeyi teklif etmiş ancak Muğire bunu kabul etmemiştir.
Muğire’nin ölümünden sonra Muaviye Kufe ve Basra’yı idari açıdan birleştirip vali olarak Ziyad bin Ebîh’i atamış, Ziyad’ın da ilk işi bölgedeki asayiş sorunlarını yoluna koymak olmuştur. Ayrıca Ziyad, Muğire kadar yumuşak ve hoşgörülü bir insan değildir. Hucr’u da eskiden beri tanımaktadır. Onu otoriteyi sarsacak söz ve eylemlerden uzak durması için uyarır ve Kûfe’den Basra’ya gider. Bu esnada Hucr’un etrafında toplanan ve kendilerine Hz. Ali taraftarları diyen kitleler Hucr’u yönetime karşı kışkırtır. Etrafında binlerce insanla Hucr adeta bir isyan görüntüsü verir. Kûfe’de Ziyad’ın yerine vekalet eden Amr b. Hureys Hucr’u uyarır ancak Hucr bu uyarıları da dikkate almaz. Çağrı üzerine Ziyad Kûfe’ye döner, bir Cuma hutbesinde Hucr ve adamlarını tehdit eder. Durumu da abartılı bir dille Muaviye’ye bildirir. Muaviye de Hucr’un tutuklanarak kendisine gönderilmesini ister. Zaten Kûfe’nin ileri gelenleri de Hucr taraftarı olan akrabalarını ikna edip Hucr’dan ayrılmalarını sağlamıştır ve böylece Hucr’un yanında çok az adam kalmıştır. Sonra Hucr tutuklanmış, hakkında silahlı isyan suçundan bir iddianame düzenlenmiş, onlarca şahit tarafından bu iddianame imzalanmıştır. Hatta imzalayanlar arasında Hz. Ali’nin (ra) talebelerinden olan fakih Şüreyh bin Hânî gibi isimler de vardır. Nihayet Hucr ve beraberindeki 14 kişi Şam’a gönderilir. Şam yakınlarında bir yerde hapsedilirler. Ziyad bu arada Muaviye’ye Hucr ve arkadaşlarının bir daha Kûfe’ye gönderilmemesini isteyen bir mektup yazar. Bunun üzerine Muaviye Hucr ile hapsedilen 6 kişinin serbest bırakılmasını, Hucr ve kalanların Hz. Ali’yi (ra) lanetledikleri ve Hz. Ali’den uzak olduklarını söyledikleri takdirde serbest bırakılmalarına, aksi halde öldürülmelerine karar verir. Hucr ve arkadaşları bu teklifi kabul etmeyince de hepsi öldürülür.
Bu haber Hasan Basri’ye ulaşınca kendisi bunu elbette tepkiyle karşılamıştır. Sadece Hasan Basri değil, Medine’de Hz. Aişe (rh.a) validemiz de henüz hayattadır ve Muaviye Medine’ye gidip validemizi ziyaret ettiğinde Muaviye’yi bu konuda ağır bir şekilde kınamıştır. Muaviye’nin bu konudaki savunması ise “Ey müminlerin annesi! Ben hayatta kaldığı takdirde insanları fesada sürükleyecek bir adamın öldürülmesini, hayatta bırakılmasından daha buldum ve bunu da insanlarına yararına saydığım için onu öldürdüm.” şeklinde olmuştur.6
Buradan da anlaşılmaktadır ki: Siyasetin kendine özgü bir zulmü, bir pisliği vardır. Siyasete bir defa giren bir insan için bu pisliğe ve zulme bulaşmamak adeta mümkün değildir. Gerçekten de siyaset farklı bir alemdir. O aleme kapılan birisi saltanatın devamı için kendi kardeşini veya öz oğlunu boğdurabilir, kendi babasına karşı savaşabilir. Kendi dininden, kendi milletinden binlerce insanın ölmesini kabul edebilir. Bütün bunları da siyasetin gereği olarak kabul etmekte bir sakınca görmez.
O dönemin genel portresi de artık siyasi atmosferin dini atmosfere baskın gelmesi şeklindedir. İnsanlar artık Efendimiz (sas) ve ilk halifeler dönemindeki gibi ahlaklı, anlayışlı, müttaki insanlar değildir. İdarecilerin de öyle olması pek mümkün görünmemektedir.
Son tahlilde; Muaviye bir halife değildir, kraldır. Kendisi bir kral olarak görülmeli ve icraatları öyle değerlendirilmelidir. Dolayısıyla “Bir sahabi nasıl böyle bir şey yapabilir?” sorusunu “Bir kral neden böyle davranır?” sorusuyla değiştirmek daha mantıklı olacaktır.
1 ) Mektubat, 15. Mektup
2 https://kurantime.com/kerbela-ya-giden-yol
3 ) Adem Demir, Muâviye b. Ebî süfyân’a Yöneltilen Eleştiriler, s. 64
4 ) Buhari, Vesaya, 4; Müslim, Rada, 36
5 ) Adem Demir, a.g.e., s. 68
6 ) Adem Demir, a.g.e., 75-76