Namaz kılmak nasip midir?
Soru: Namaz konusunda bazen başlayıp geri bırakma, bir türlü istikrarı yakalayamama gibi sıkıntılar yaşayabiliyoruz. Bu konuda “Namaz kılmak nasip işidir, namaz kılmıyorsan Allah seni huzuruna kabul etmemiş demektir.” gibi söylemler de duyuyoruz ve bu söylemler psikolojimizi etkiliyor. Gerçekten böyle bir durum var mıdır? Kulun namaz kılıp kılmaması da kaderi veya nasibi midir?
Cevap: Soruyu cevaplamadan önce birkaç hususun açıklanması gerekiyor.
Birincisi: Bildiğiniz gibi insanlar karakteristik açıdan farklı yapıdadırlar. Her insanın mizacı, eğitim durumu, yetiştiği kültürel ortam ve alışkanlıkları farklıdır. Ayrıca insanların günlük hayatın akışı içinde daha stresli veya daha rahat olduğu zamanlar vardır. Dolayısıyla bu gibi sorular ve durumlar karşısında söz konusu farklılıklara göre bir insanın o anki hâline yönelik daha özel tavsiyeler gerekebilir. Her ilacın her hastalığa iyi gelmemesi, hatta aynı ilacın her hastaya aynı dozda verilmemesi gibi her tavsiyenin de herkes için aynı geçerliliğe sahip olmayabileceği unutulmamalıdır. Örneğin korkularını çok fazla ciddiye alan bir insana cehennem azabını hatırlatırsanız onu daha fazla anksiyeteye sürüklemiş olabilirsiniz. Aynı şekilde ibadet konularında laubali ya da -tabiri caizse- gevşek davranan birisine Allah’ın sonsuz rahmetinden bahsederseniz ondaki gevşekliği artırabilirsiniz. Bu nedenle bu soruya verilecek herhangi bir spesifik cevap, aynı durumda olan ancak farklı mizaç ve şartlardaki her insan için aynı anlamı taşımayabilir.
Bu bağlamda öncelikle “Namaz kılmak nasip işidir, namazını kılmıyorsan Allah seni huzuruna kabul etmemiştir.” demek; zaten imanı bulunan, Allah’a yönelik güçlü bir sevgi ve saygı duygusuna sahip, ahiret konusunda gerekli bilinç düzeyinde olan ancak dünyevi işleri veya ailesinin sıkıştırmasıyla namazını ihmal eden birisine yönelik bir hatırlatma olarak işe yarayabilir. Çünkü o kişide Allah-u Teala’nın varlığına dair, onunla bağlantısını sağlam tutmak isteyecek güçlü bir duygusal zemin zaten vardır.
Diğer taraftan böyle bir söylem aksi tesir de yapabilir. Örneğin; “Allah katında kıymetini-konumunu öğrenmek istiyorsan Allah’ın seni neyle meşgul ettiğine bak!” sözünü ele alalım. Hayatının kontrolünü az çok kendi eline alabilmiş bir insan için bu söz bazen bir uyanmaya, silkelenip kendine gelmeye vesile olabilir. Tabii ki o insan bu sözü “Allah katında değerli olmak istiyorsan O’nun katında değerli olduğunu bildiğin işlerini artır. Sıla-i rahime önem ver, sadakayı, tebessümü, duayı, insanlarla ilgilenmeyi, ibadetlerini artır.” şeklinde anlamalı ve öyle davranmalıdır. Ancak bu insan güvensiz, çekingen, depresif bir döneminde iken “Allah-u Teala beni günahlarla ve boş şeylerle meşgul ediyor. Demek ki O’nun katında çok kıymetsizim, buna karşı koyacak bir gücüm de yok.” deyip ümitsizliğe kapılabilir. Ümitsizlik insanı iyice kuşatınca da o insanın Allah’tan uzaklaşması adeta kaçınılmaz olur.
Benzer şekilde “Namaz kılmak nasip işidir, namaz kılmıyorsan Allah seni huzuruna kabul etmiyordur.” gibi bir cümle belli şartlardaki kişilerde; “Evet ben huzura girmek istiyorum. O zaman huzura girmeme engel olan şeyleri bertaraf etmeliyim. Ya Rab! Beni affet. Hangi günahlarımın hangi hatalarımın huzuruna gelmeme engel olduğunu bana ilham et. Kul hakkına girmişsem helalleşeyim, tövbe edeyim, toparlanayım. Bundan sonra daha dikkatli olayım.” şeklinde bir düşünce uyandırıyorsa veya uyandıracaksa güzel bir öğüttür. Ancak aksine “Allah bana namaz kılmayı nasip etmiyormuş. Ben artık nasıl namaz kılabilirim ki!” şeklinde düşünüp adeta küsüp gidebilecek bir insan için de kötü bir öğüttür. Yani o insanın şartlarına uygun bir öğüt değildir. Tansiyonu yükselen birine tuzlu ayran içirmek gibi bir davranış olacaktır bu.
Bizim tasavvuf veya irşat geleneğimizde bu düşüncenin yani namaz kılmanın nasip işi olması ve namaz kılmayanın Allah’ın huzuruna kabul edilmediği düşüncesinin bir geçmişi vardır. Bu da en edebî haliyle kendini Mevlana hazretlerinin Mesnevisinde bulmuştur diyebiliriz. Mesnevi’de geçen ilgili anlatım şu şekildedir:
Bir bey hamama gidecektir. Kölesi Sungur’u çağırarak gerekli malzemeleri hazırlatır ve yola çıkarlar. Yolda ezan okunur ve yakınlarda bir mescit vardır. Köle, namazında dikkatli bir insandır. Beyinden izin alarak namaz için mescide girer. Beyi ise yakındaki bir dükkanda oturur ve köleyi bekler. Aradan uzunca bir süre geçer ancak imam ve cemaat mescitten çıkmasına rağmen köle dışarı çıkmaz. İçeriye seslenerek neden hala çıkmadığını sorunca Sungur “ Efendim, bırakmıyorlar.” der. Bey, kölesini birkaç kez daha çağırır ancak köle her seferinde “Salmıyorlar, koyuvermiyorlar, bırakmıyorlar.” diye cevap verir. Beyi en sonunda “Mescitte kimse kalmadı, koyuvermeyen kim, seni orada kim tutuyor?” diye bağırır. Sungur der ki; “Seni dışardan içeriye sokmayan yok mu? İşte beni de içerden dışarıya çıkarmayan o. Sana içeri girmeye izin vermeyen, benim de dışarı çıkmama mâni olmakta.” der ve devamında birkaç hikmetli söz daha söyler. (1)
Evet, tasavvuf geleneğimizde böyle bir anlayış vardır ve yukarıda izah etmeye çalıştığımız şartlarda da geçerli bir yöntem sayılabilir. Ancak bu yöntem her şartta her kişi için uygun olmayacaktır.
İkincisi: Bir diğer önemli mesele ise, her argümanın insanın tüm latifelerine birden hitap etmeyeceği gerçeğidir. İnsanın duygusal merkezine, hatta yüksek duygusal merkez diyebileceğimiz bir cins gömülü vicdan ya da gerçek vicdan diyebileceğimiz o merkeze hitap edecek bir önerme, bir argüman ya da bir kıssa, zihinsel merkezle hele de zihinsel merkezin mekanik kısmıyla değerlendirilirse oldukça anlamsız görülebilir. Ancak o önerme, argüman veya kıssa zaten kendisinden fıkıh ya da kelam hükümleri çıkarmak için değil, duygusal merkezde bir şeyleri harekete geçirmek için ifade edilmiştir. Takdir edersiniz ki her argüman her zaman her latifeye, her merkeze, her istidada aynı anda ve tamamen hitap edemez. Bu nedenle bazı cümleler veya anlatımlar daha çok zihnimize hitap eder. Bunları duygusal merkezimizle değerlendirdiğimizde rahatsız olabiliriz, acımasız veya kaba buluruz. Bunun aynısı duygusal merkeze hitap etmek için anlatılan kıssalar ya da cümleleri zihinsel merkezimizle değerlendirdiğimizde ortaya çıkar. Bu sefer acımasız veya kaba bulmayız ama yanlış ya da gülünç bulabiliriz.
Özetleyelim;
Namaz kılmanın nasip işi olduğu şeklindeki önerme her mizaç ve her karakterdeki insan için geçerli değildir ancak bazı şartlardaki insanlar için faydalı bir anlatım olabilir.
Duygusal merkezimizi harekete geçirmek için anlatılan kıssalar ve söylenen ifadeler zihinsel olarak değerlendirilmemeli, onlardan fıkıh ya da kelam hükümleri çıkarılmamalıdır.
Bu iki önemli hatırlatmadan sonra gelelim konunun aslına:
Her şeyden önce Allah-u Teala’nın yapılmasını veya yapılmamasını emrettiği temel farzlar ve büyük günahlar (kebair) kendi başlarına, normal şartlarda yetişmiş ve hayatına öyle devam eden her insan için her zaman iradidir. İnsanlar için kader tarafından “Bu kişi asla namaz kılmasın, zekat vermesin.” gibi bir hüküm verilmez. Böyle bir hüküm verilmesi zaten zulüm olurdu.
İbadetler konusunda insanın iradesini zorlayacak şartlar oluşabilir. Bunlar karşısında genellikle ruhsat adı verilen hafifletici hükümler konulmuştur. Mesela kışın soğuğunda abdest alması sağlık açısından risk oluşturabilecek kişiler teyemmüm edebilir, ayaklarını mesh edebilir ya da su ısıtılabilir. Zorlayıcı bir takım olaylar karşısında namazlar cem edilebilir, yolculuk meşakkati esnasında farzlar kısaltılır vesaire…
Temel farzlar ve temel kebairin her zaman normal bir yaşama sahip bir insan için iradi olmasındaki “normal bir yaşama sahip insan” vurgusu önemlidir. Örneğin bir insan İslam’la henüz tanışmamışken veya kültürel olarak İslam’la tanışmış olsa bile gaflet eseri olarak çokça alkol kullanmışsa ve alkolik bir bünyeye sahip olmuşsa başlangıçta içkinin haramlığına karşı koyması ve içki içme günahını irtikap etmemesi onun için iradi olmayabilir. Bu kişi için ayetlerde geçtiği şekliyle en azından namaz kılacağı zaman sarhoş olmama, zamanla da içkiyi azaltma gibi imkanlar yine iradidir. Namaz için de benzer bir durum geçerlidir. Bir anne-baba çocuklarının namazı ciddiye almasını sağlayamamış olabilir. Kendileri de namazın öneminin tam farkında olmayabilirler. Çocuklarını rahat ve serbest büyütmüş olabilirler. O çocuklar zamanla odasını bile toplayamayacak kadar fiziksel açıdan zayıflamış yani açıkçası tembelleşmiş olabilirler. Namazın da zihinsel ve duygusal boyutları olduğu gibi fiziksel bir boyutu da vardır. Bu nedenle hayatında hareket olmayan, fiziksel açıdan kendisini ihmal etmiş, evin dışındaki herhangi bir gündelik iş için bile ciddi zahmet çeken bir insan için namaz kılmak başlarda zor olacaktır. Bu gibi durumlarda da namaza öncelikle hadislerde geçtiği şekliyle günde iki vakit (sabah ve ikindi) olarak başlama, daha sonra belirli durumlarda cem etme, kendinde güç bulamadığı zamanlarda öğlen namazını ikindinin hemen öncesinde, akşamı da yatsının hemen öncesinde kılma gibi uygulamalar söz konusu olabilir. (2) Böylece kişinin veya ona verilen eğitimin hataları çerçevesinde farzlar ve haramların tam iradi olmayabilecek kısımları bu tedrici sıranın takip edilmesi durumunda iradi bir hâle gelirler.
İnsanın Çevresinin Namaz Kılmaya Etkisi
Bu konuda bir başka nokta ise insana genel şeklini çevresinin verdiği gerçeğidir. Müddessir suresi cennet ehlinin cehennem ehline bir takım sorularından bahseder. Soru; “Sizi şu yakıcı ateşe sokan şey nedir?” şeklindedir. Cehennem ehli de cevaben şu maddeleri sıralar; “Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyor onlara yardım etmiyorduk, boş şeylere dalıp gidenlerle birlikte biz de dalıp gidiyorduk.” (3)
Demek ki ayetin de tasdikiyle insanı genel olarak şekillendiren şey çevresidir. Burada çevre kavramı elbette insanları kast etmektedir ancak diğer yandan insan kendisini televizyonla, internetle, sosyal medyayla ve bu bağlamda muhatap ettiği çevre ile şekillendirmeye açık tutar. Yani bu unsurlar da insanın hareketlerini etkiler.
Diğer yandan Efendimiz (sas) geçmiş kavimlerde yüz kişiyi öldürdüğü halde affedilen bir insandan bahseder. “Sizden önceki kavimlerden birinin içindeki bir adam, doksan dokuz kişiyi öldürdü. Yeryüzündeki en bilgin adamı sordu. Ona bir rahibi gösterdiler. Rahibe gelerek, doksan dokuz kişiyi öldürdüğünü, tövbe edip edemeyeceğini sordu. Rahip, tövbe edemeyeceğini söyledi. Rahibi de öldürdü. Rahiple beraber yüz kişiyi tamamladı. Tekrar yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Onu âlim birine götürdüler. Ona da yüz kişiyi öldürdüğünü, tövbe edip edemeyeceğini sordu. O kişi, tövbe edebileceğini söyledi. Tövbe etmesine kimsenin engel olamayacağını, bulunduğu toprakları terk etmesini, gideceği yerde Allah’a ibadet eden kullar olduğunu, onlarla birlikte ibadet etmesini, bu topraklara dönmemesini, bu topraklarda kötülüğün yaygın olduğunu söyledi. O da rahibin sözlerini dinleyerek, o toprakları terk etti. Yolun ortalarında vefat etti. Rahmet melekleri ile azap melekleri onunla ilgili muhasama ettiler. Rahmet melekleri dediler ki: O kalpten tövbe etmiş ve Allah’a yönelmiş olarak vefat etti. Azap melekleri de: O hiç hayırlı bir amel işlemedi. İnsan kılığında bir melek gelerek, onu aralarında hakem yaptılar. O da dedi ki: Mesafeyi ölçün, hangi tarafa yakınsa oraya aittir. Ölçtüler, gitmek istediği yere daha yakın olduğunu tespit ettiler. Rahmet melekleri onun ruhunu teslim aldılar.” (4)
Bu hadisten de anlaşılan o ki; salih insanların yaşadığı yerde yaşamak veya içinde bulunduğu kötü çevreyi terk ederek daha hayırlı bir çevreye taşınmak, hatta bu niyetle yola çıkmak dahi affa vesile oluyor.
Ayetle hadisin birlikte değerlendirilmesiyle ortaya şöyle bir gerçek çıkmaktadır: Bir insanın bir şey yapmasında da yapmamasında da en etkili olan şey onun çevresidir. Bu çevre öncelikle bizzat iletişimde bulunulan, beraber hareket edilen sosyal çevredir. Diğeri ise içinde bizzat canlı insan unsuru olmasa bile internet, televizyon, sosyal medya gibi platformlardır. Dolayısıyla bu platformlar da insanın çevresi sayılır. Her iki çevrede de namaz gibi bir gündem yoksa, buralarda namaz hiç konuşulmuyorsa, bu çevreyi namaz ufku olan bireyler oluşturmuyorsa, bunların dışında gündelik yaşamı faydasız, eğlenceli de olsa boş şeyler dolduruyorsa elbette bu çevrenin içinde yer alan insan da namaz kılamaz hale gelecektir.
Bu anlamda evet, bir insana, kendi tercihleri ve eylemlerinin sonucu olarak namazın nasip edilmemesi gibi bir durum, bir ihtimal vardır.
Namaz Konusunda Başkalarını Kınama
Bu hususta önemli olan bir başka madde de “başkasını kınama” konusudur. Geçmişte veya bugün birilerini namaz kılmama, sadece farzları kılıp sünnetleri kılmama, sadece cumaları kılma, namazını hızlı hızlı kılma gibi konularda kınamak ve bu hususta iddialı konuşmak, kınayan kişiden namaz meylinin alınması gibi bir tokatla sonuçlanabilir.
Tereddüt ve Zorlanma Anlarında Verilecek Kararların Önemi
Namaz kılıp kılmama konusunda anlık tereddütler sırasında verilecek kararlar zamanla yerleşik hâle gelir. Örneğin bir bilgisayar oyununun başındasınız ve öğlenin geçmesine on dakika kalmış. Kılıp kılmama konusunda yaşanacak bir tereddüt sonrası öğleni kılmaya karar verirseniz ve zor da olsa kılarsanız, bu da birkaç defa tekrar eder ve hepsinde ya da çoğunda namaz kılmayı tercih eder ve kılarsanız zamanla o imtihandan, yani öğlen namazının size zor gelmesi imtihanından kurtulursunuz. Vakti girince o namazı kılar hâle gelirsiniz. Bunun tersi de mümkündür. Yani yaşanan tereddüt esnasında kılmamayı tercih ederseniz ve kılmazsanız burada da birkaç tekrardan sonra o seviyeyi tamamen kaybeder, tereddüt dahi yaşamadan o namazı kılma arzusunu ve meylini o durum ve o seviye için kaybedersiniz. Bu söylediklerimiz tereddüte düşülen, ikirciklenme durumları içindir.
Namaz Konusunda İstiğfar ve Dua
Bir başka önemli madde de istiğfar ve duadır. Kılınmayan veya kılınamayan, geçiştirilerek kılınan, son dakikaya bırakılan namazlar için istiğfar edebilmek önemlidir. Ayrıca Hz. İbrahim’in duası gibi “Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı dosdoğru kılanlardan eyle!” veya “Allah’ım” namazdaki gevşekliğimi, ihmallerimi bağışla.” gibi hem duaya hem istiğfara devam edilebilirse namaz kılmama sebeplerinin azaldığını ve kılmanın kolaylaştığını müşahede edebilir, gözlemleyebilirsiniz. (5)
Allah-u Teala’dan bizleri ve soyumuzdan gelecekleri namazı dosdoğru kılanlardan, namaz ufkunu geniş tutmaya çalışanlardan, namazın hakkını vererek kılmaya çalışanlardan eylemesini niyaz ederiz.
1 ) Mevlana, Mesnevi, III. Cilt 3055. Beyit (Veled Çelebi (İzbudak) çevirisi)
2 ) İslam’ın ilk dönemlerinde beş vakit namaz farz kılınmadan önceden bazı kaynaklara göre sabah ve akşam bazılarına göre ise sabah ve ikindi olmak üzere iki vakit namaz kılınmaktadır. Taha suresi 130 ve Mümin suresi 55. ayetlerinin bu iki vakit namaza işaret ettiği görüşünde olanlar da vardır. Ayrıntılı bilgi için bkz; https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/578327
3 ) Müddessir, 42-45
4 ) Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Tevbe, 46
5 ) İbrahim, 40