Namaz niye günde beş vakittir?
Soru: Namaz neden günde üç veya yedi vakit değil de beş vakit farz kılınmıştır? Mesele gün içinde Allah’a kul olduğunu hatırlamak ve O'na yönelmek ise bu sayı üç de olamaz mıydı?
Cevap: Fıkıh literatürümüzde dini hükümlerin bir kısmına ta’lîlî bir kısmına ise taabbüdi denilir. Talilî hükümlerin gerekçeleri (illetleri) aklen anlaşılabilir. Bu nedenle illeti (gerekçesi) bilinen açık ve temel bir hüküm aynı gerekçeye sahip başka konulara uyarlanabilir (kıyas). Gerekçe ortadan kalkınca da bu hükmün uygulanmasına gerek kalmamış olur.
Taabbudi hükümler ise, dinin emir buyurduğu ancak asıl gerekçesini söylemediği, bizim de kişisel akıl yürütmelerle “Gerekçesi kesinlikle budur.” diyemeyeceğimiz hükümlerdir.
Ancak dini bir hüküm için “Gerekçesi/hikmeti kesinlikle budur.” diyememek o hükmün faydasız veya mantıksız olduğunu göstermez. Çünkü öncelikle önemli olan emrin varlığıdır. Diğer yandan açık bir gerekçe belirtilmeyen hükümler üzerine düşünülürken “hikmet” kavramı devreye girer. Allah ve Rasulünün gerekçesini açıkça belirtmediği bir emrin hikmetinin ne olabileceği üzerinde düşünebiliriz. Bazı sonuçlara da ulaşabiliriz. Ulaştığımız sonuçlar ise bizi iki farklı davranışa yönlendirir:
Birincisi: “Bu emrin hikmeti kesinlikle budur.” deyip mutlak konuşmaktır. Bu yanlış bir tavırdır. Çünkü bu, Allah ve Rasulünün herhangi bir şey söylemediği bir konuda kendisini söz sahibi makamında addederek konuşmak gibidir. Böyle bir tavır ise fazlasıyla suiistimal edilebilecek bir durumdur. Ayrıca bu konuda ortaya konulan görüşler ekseriyetle yanlışlanabilir görüşler olduğu için din adına yanlış şeyler söylemek riskini de içerir.
İkincisi: “Bu emrin bir hikmeti de bu olabilir.” deyip kendi tefekkürümüzün -tabiri caizse- meyvesini başkalarına da ikram etmek ancak yemeleri için onları zorlamamaktır.
Sonuçta dini meselelerin hikmeti Kur’an ve sünnet tarafından açıkça belirtilmedikçe bir amel için “Hikmeti budur.” diye mutlak bir ifade kullanamayız. Örneğin domuz etinin haramlığına dair pek çok yorum ve kişisel değerlendirmede bulunulmuştur. Bunlardan bir kısmı domuz eti yiyenlerde kıskançlık duygusunun kaybolacağı gibi abes değerlendirmeler, kimisi o etteki trişin paraziti nedeniyle haram kılındığı şeklindeki eksik bilgilerdir. Benzer bir anlayışla getirilen bir yorum da domuzun çok su tüketen bir hayvan olduğu ve çöl ikliminde domuz tüketiminin verimli olmayacağı, bu nedenle de haram kılındığı şeklindedir. Ancak bu tip yorumların hepsi bir yana, Kur’an ve sünnet domuz etinin haram kılınma gerekçesini ve hikmetini açıkça belirtmedikçe bizler bu yasağın hikmetini kesin ve net olarak bilemeyiz.
Diğer yandan dini bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat bir tercih sebebi olabilir. Ancak o emrin konulması noktasında gerçek neden olarak değerlendirilmez. İllet ise hükmün asıl gerekçesidir. Mesela yolculuklarda namazlar kısaltılır. 4 rekatlık farz namazlar iki rekât olarak kılınır. Bu hükmün illeti yolculuktur. Zorluk, zahmet, meşakkat gibi durumlar ise bu hükmün sadece hikmetidir. Yolculuk var ise ancak zorluk yoksa namazlar gene kısaltılır. Çünkü illet vardır. Fakat yolculuk durumu yok ise farklı zorluklar var olsa da namazlar kısaltılmaz.
Dolayısıyla dini hükümlerin taabbüdi olan kısımları hikmet ve fayda yönleri vurgulanarak alternatiflerle değiştirilemez. Örneğin kurban kesmek (vacip veya sünnet olması ayrı bir konu) taabbüdi bir hükümdür. Birisi kalkıp da “Kurban kesmenin hikmeti fakirlerin durumunu ıslah etmektir. O hâlde kurban kesmek yerine fakirlere maddi yardımda bulunmak da kurban yerine geçer.” dese abes bir söz söylemiş olur. Çünkü fakirlerin istifadesi, kurbanın pek çok maslahatından ve hikmetinden sadece bir tanesidir. Kanun koyucu makamında olan Allah ve Rasulü “Sırf fakirlerin faydalanması için kurban kesin ve etlerini onlara dağıtın. Ta ki o garibanlar da et yiyebilsinler.” gibi bir beyanda bulunsaydı o zaman fakirlerin faydalanması konusunda farklı alternatifler düşünülebilir, kıyas yapılabilirdi. Ancak burada illet, kurban kesme emri olduğu, fakirlerin faydalanması ise meselenin sadece hikmet ve maslahat boyutu olduğu için kurban kesmenin yerine alternatif bir ibadet öngörülemez. Zira hikmet ve maslahatlar illet yerine geçemezler.
Namaz Vakitlerinin Hikmetleri
Bu bağlamda “Namazın günde beş vakit farz kılınmasının gerekçesi veya hikmeti şudur.” diyerek kesin ve net bir tavırla konuşamayız, herhangi bir şey söyleyemeyiz.
Ancak “Namazın günde beş vakit farz kılınmasının pek çok hikmetlerinden bir kısmı da şunlar olabilir.” düşüncesiyle bazı tefekkürlerde bulunabiliriz.
Bu hikmetlerin en önemlilerinden biri her bir namaz vaktinin mühim bir değişim ve dönüşümün başlangıcı olmasıyla ilgilidir. Bu değişim vakitleri aynı zamanda büyük bir ilahi tasarrufun aynasıdır ve o tasarruf içinde Allah Teala’nın külli nimetlerinin yansıması da söz konusudur. Bu nedenle Allah Teala’ya tam da o vakitlerde daha ziyade teveccüh etmek, tesbih, tazim ve şükürlerimizi o vakitlerde daha da artırmak, bütün bu teveccüh, tesbih, tazim ve şükürlerin bir toplamı anlamına gelen namazı o vakitlerde kılmak hikmet-i ilahiyeye de muvafık olmuş olmalıdır ki namaz o vakitler içinde emredilmiştir.
Meselenin daha iyi anlaşılması için sırayla gidelim:
Birincisi: Namazın asıl manası Cenab-ı Hakk’ı tesbih, tazim ve şükürdür. Yani O'nun celaline karşı söz ve davranışlarımızla “Sübhanallah” deyip O'nu takdis etmek; kemaline karşı aynı şekilde Allahu Ekber deyip tazim etmek suretiyle büyüklüğünü ikrar etmek ve göstermek, cemaline karşı da aynı şekilde Elhamdülillah deyip şükretmektir. Bu nedenle tesbih (Sübhanallah), tekbir (Allahu Ekber) ve hamd (Elhamdülillah) kelimelerinin namazın bir nevi çekirdekleri olduğu, o çekirdeklerden namaz gibi nurani bir ağacın yetiştiği söylenebilir. Bu nedenle namazdaki hareketlerde ve namazda okunan dualarda bu üç kelime her fırsatta söylenmektedir. Namazdan sonra yapılması tavsiye edilen tesbihatta bu üç kelimenin otuz üçer defa tekrarı da namazın manasını takviye etmek içindir.
İkincisi: İbadetin asıl manası, kulun ilahi dergah önünde kendi kusurunu, güçsüzlüğünü ve fakirliğini anlayıp Allah Teala’nın rububiyeti, Onun hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ancak her şeyin kendisine muhtaç olduğu kudreti ve alemleri kuşatan rahmeti karşısında hayret ve muhabbetle secde etmesidir.
Allah Teala’nın rububiyetinin saltanat, kudret ve rahmet boyutları vardır.
Bu bağlamda rububiyetin saltanatı ubudiyeti ve itaati ister, gerektirir. Rububiyetin kudsiyeti veya kusursuzluğu ise kulun kendi kusurunu görüp istiğfar etmesini, Rabbinin bütün noksanlıklardan uzak, dalalet ehlinin bütün olumsuz yakıştırmalarından münezzeh ve yüce olduğunu, ayrıca kainatta “kusur” gibi görünen hadiselerden de Cenab-ı Hakk’ın uzak olduğunu “Sübhanallah” zikri ile ilan etmesini ister ve gerektirir.
Rububiyetin bir de kudret boyutu vardır. Bu boyutta Allah Teala’nın rububiyetinin kudreti, kulun kendi zaafını ve yaratılmışların aczini görüp idrak etmekle ilahi kudretin muazzam eserlerine karşı memnuniyet ve hayret hisleri içinde “Allahu Ekber” diyerek saygıyla rükuya gidip iltica ve tevekkül etmeyi ister, gerektirir.
Rububiyetin sonsuz rahmet hazinesi de ister ki; kul kendisinin ve bütün yaratılmışların tüm ihtiyaçlarını dua yoluyla ulaştırsın, Rabbinin ihsanlarını ve nimetlerini de şükür ve sena ile “Elhamdülillah” diyerek ilan etsin.
Demek ki namazda tekrarlanan hareketler ve sözler bu manaları içermektedir ve bu manalar içindir.
Üçüncüsü: İnsan nasıl ki şu büyük kâinatın küçük bir örneği gibidir ve Fatiha, Kur’an’ın bir çeşit özetidir. Namaz da bütün ibadetleri kapsayan bir fihrist, diğer bütün yaratılmışların kendilerine özgü ibadetlerine işaret eden bir harita gibidir.
Dördüncüsü: Bir günü gösteren 24 saatlik bir saat yerine bir haftayı gösteren daha büyük bir saat farz edelim. Bu saatin saniye, dakika ve saatlerinin yanında bir de günleri olacaktır. Yani saati gösteren akrep mili, dakikayı gösteren yelkovan mili ve saniyeyi gösteren milin yanında bir de günleri gösteren, daha yavaş işleyen ve daha büyük olan bir başka mil daha bulunacaktır. Bu millerin her birisi diğer bütün millerle ilişkilidir. Bunlar bazen birbirlerinin yerine geçerler, bazen birbirlerinin görevlerini yaparlar ve birbirlerinin hükmünü alırlar. Aynı şekilde Allah Teala’nın büyük bir saati olan şu dünyanın gece ve gündüzü o saatin saniyesi hükmünde kabul edilebilir. O saatin dakikaları yani yelkovanı senelerdir, saatleri sayan akrep mili insan ömrünün tabakalarıdır ve günleri sayan mili ise alemin ömrünün devirleridir. Bunlar birbirlerine bakarlar.
Örneğin, fecir yani sabah namazının kılınabileceği güneşin doğuşuna kadar olan vakit aralığı hem ilkbahar zamanına, hem insanın ana rahmine düştüğü zamana, hem göklerin ve yerin altı günde yaratılması hakikatinden birinci gününe benzer, o dönemleri hatırlatır ve o vakitlerdeki ilahi işleri hatıra getirir.
Öğlen vaktinin zamanı ise yaz mevsiminin ortasına, gençlik dönemine, dünyanın kendine ait ömründe ise insanın yaratıldığı devreye benzer ve işaret eder. Böylece onlardaki rahmet tecellilerini ve feyizli nimetleri hatırlatır.
İkindi zamanı da sonbahar mevsimine, ihtiyarlık vaktine, ahir zaman peygamberinin (sas) saadet asrına benzer ve onlardaki ilahi tasarrufları ve rahmani nimetleri ihtar eder.
Akşam namazı vakti ise sonbaharın son anlarında pek çok mahlukatın kaybolmasını, insanın ölümünü, dünyanın da kıyametin başlangıcında yaşanacak olduğu şekliyle harap edilmesini hatırlatarak Celali tecellileri anlatır ve insanı gaflet uykusundan uyanması konusunda ikaz eder.
Yatsı namazı vakti de karanlığın siyah kefeni ile gündüzü örtmesini, kışın beyaz kefeni ile ölmüş toprak tabakasının üstünü örtmesini, vefat etmiş insanın arkada bıraktıklarının dahi vefat edip unutulma perdesi arkasına geçmesini, hem bu imtihan yurdu olan dünya sahnesinin artık tamamen kapanmasını hatırlatarak Allah Teala’nın Kahhar sıfatını ve benzeri celalli tasarruflarını ilan eder.
Gece vakti ise hem kışı hem kabri hem berzah alemini anlatmakla beşer ruhunun rahmet-i Rahman’a ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır. Gecenin sonuna doğru teheccüt ise kabir gecesinde ve berzah karanlığında o namazın ne kadar gerekli bir ışık kaynağı olduğunu bildirir, insanı bu noktada ikaz eder.
Böylece bütün bu değişim ve dönüşümler için Cenab-ı Hakk’ın sonsuz nimetlerini hatırlatmakla O'nun hamd ve senaya ne kadar layık olduğunu ilan eder.
Ertesi günün sabah namazı vakti ise haşir sabahını hatırlatır.
Demek ki bu beş vaktin her biri önemli bir değişim ve dönüşümün başlangıcı olduğu ve o değişimleri hatırlattığı gibi Allah Teala’nın kudretinin gün içindeki tasarruflarının da işaretiyle hem senelik, hem asırlık hem de bütün zamanları kapsayan kudret mucizelerini ve rahmet hediyelerini hatırlatır. O halde asıl fıtrî vazifemiz ve kulluğun esası olan farz namazlar bu vakitlere layık ve uygundur.
Beşincisi: İnsan fıtraten gayet zayıftır. Kendini ne kadar güçlü hissetse de aslında manen son derece zayıf yaratılmıştır. Onun bu zayıflığına karşılık olarak dünyadaki, yakın ve uzak çevresindeki pek çok gelişme onu etkiler. Diğer yandan bu güçsüz insanın dünyada yaşayacağı ömür süresi boyunca pek çok maddi-manevi düşmanı olacaktır. Yine bu insanın manevi sermayesi aslında bir hiç hükmündedir ancak onun sonsuza uzanan ihtiyaçları vardır. Hayat yükünün ağırlığı, yakın ve uzak çevresinde olup biten her şeyle zihinsel ve duygusal bir irtibat kurması, bu irtibat sonucunda çevresinde gelişen her olaydan etkilenmesi, sevdiği şeylere erişememesi veya eriştiği şeylerin elinden çıkması, sevdiklerinden farklı şekillerde ayrılması ve ayrılacak olması bu insanı incitir. Yine bu insan akıl sahibidir ve sahip olduğu bu akılla yüksek maksatların, yüce hedeflerin ve sonsuz meyvelerin var olduğunu bilir, bir şekilde onların peşine düşer. Ancak buna rağmen eli, ömrü, gücü ve sabrı kısadır, yetersizdir.
İşte insan ruhu bu durumda iken;
- Sabah namazı vaktinde celal sahibi bir kudretin ve cemal sahibi bir rahmetin dergahına namaz ile müracaat etmesinin, kendi hâlini o dergaha arz etmesinin, yardım ve başarı istemesinin, sabahtan akşama kadar gün içinde karşılaşacağı maddi-manevi zorluklara karşı bir dayanak bulmasının ne kadar gerekli ve elzem olduğu anlaşılır.
- Öğle namazı vakti ise genellikle günlük işlere ara verildiği, dünyevi meşguliyetlerden bunalmış bir şekilde tenefüse çıkıldığı bir vakittir. İnsanın günlük koşuşturmaların ağırlığından kurtulup o meşguliyetlerin verdiği gafletten sıyrılıp Allah Teala’nın huzuruna gidip el bağlayarak onun nimetlerine şükür ve hamd edip ihtiyaçlarını Ondan istemesi, Onun celal ve azametine karşı rüku ile kendi güçsüzlüğünü arz etmesi, Onun sonsuz derecedeki mükemmelliğine ve benzersiz güzelliklerine karşı secde edip hayret, muhabbet ve iddiasız bir tevazu ile kulluğunu ilan etmek demek olan öğlen namazını kılması elbette pek hoş, güzel, gerekli ve uygun bir ameldir.
- İkindi vakti ise (ki o vakit hem sonbahar mevsimini hem insanın ihtiyarlık dönemini hem dünyanın ahir zamanını hatırlatır) günlük işlerin sonlanması zamanı ve o gün içinde mazhar olunan sağlık ve afiyet gibi nimetlerin adeta bir z raporunu alma zamanı, hem güneşin batmaya yaklaşmasının da işaretiyle insanın dünyada bir misafir memur olduğunu, her şeyin geçici olduğunu ilan etmek zamanıdır. Böyle bir zaman diliminde kendisi sonsuzluk isteyen ve sonsuzluk için yaratılan, ayrılıktan, bitişlerden ve sonlardan hoşlanmayan insanın kalkıp, abdest alıp ikindi namazını kılmak için Allah Teala’ya iltica etmesi, Ona karşı şükür ve hamd ile rükuya gidip saygısını göstermesi, secde ederek hakiki bir teselli bulması, ayrılıkların bile geçici olduğunu, kendisine bir sonsuzluk bahşedileceğini tekrar idrak etmesi önemli bir saadet vesilesidir.
- Akşam vakti ise (ki o zaman hem kışın başlangıcını hem yaz ve sonbahar alemindeki güzel mahlukatın vedasını andırır) insanın vefat ederek bütün sevdiklerinden ayrılıp kabre girmek zamanını andırmaktadır. Dünyaya dalanları, dünyada ebedi kalacağını zannedenleri uyarır ve uyandırmaya çalışır. İşte böyle bir vakitte fıtraten sonsuz güzelliklere müştak olan insanın Allah Teala’nın azamet arşına karşı yüzünü ve kalbini çevirip bütün fanilerden ve geçici hislerden kalben vazgeçip “Allahu Ekber” diyerek namaza durması, bu geçici dünya misafirhanesinde adeta sonsuz bir sohbet ve saadet bulması gibidir.
- Yatsı vakti ise gündüzün hiçbir emaresinin kalmayıp gece aleminin dünyayı kapladığı vakittir ve Allah Teala’nın beyaz bir sayfayı siyah bir sayfaya çevirmesindeki tasarrufu ile yazın yeşil sayfasını kışın beyaz sayfaya çevirmesindeki icraatını hatırlatır. Böylece zamanın geçmesiyle kabir ehlinin geride bıraktıklarının bile bu dünyayı terk etmesiyle bütün bütün başka bir aleme geçmesindeki ilahi şuunatı andırır. Ayrıca dar, fani ve değersiz dünyanın tamamen harap edilip vefat ettirilmesindeki geniş ve baki ve büyük ahiret aleminin ortaya çıkmasında Allah Teala’nın celali ve cemali tasarruflarını andırır bir zamandır. Böylece Allah Teala’nın geceyi gündüze, yazı kışa çevirmesi gibi dünya ve ahireti de bir kitabın sayfaları gibi kolayca çevirdiğini hissettirir.
İşte insanın böyle hisler içinde Hz. İbrahim (as) gibi “Ben batıp gidenleri sevmem”1 diyerek ezeli ve ebedi, ölümsüz bir mabudun dergahına namaz ile iltica etmesi, şu fani alemde ve geçici ömürde ve karanlık dünya ve karanlık istikbalde Allah Teala’ya münacat edip bir parçacık baki bir sohbet etmesi, birkaç dakikalık bir namaz ameliyle dünyasına nur serpecek, geleceğini ışıklandıracak, varlıkların ve sevdiklerinin ayrılıklarından doğan yaralarına merhem sürecek olan Allah Teala’nın rahmetini, iltifatını ve hidayet nurunu görüp istemesi son derece makul, uygun, hikmetli, anlamlı bir hizmet, bir ubudiyet ve ciddi bir hakikattir.
O hâlde namaz vakitleri olan gün içindeki beş özel vakit her biri önemli bir değişimin ve dönüşümün işaretleri ve Cenab-ı Hakk’ın en büyük icraatlarının emareleri ve ilahi nimetlerin alametleri oldukları için kullar üzerine borç ve zimmet olan farz namazların o vakitlere özel kılınması son derece hikmetli, anlamlı ve makuldür denilebilir.
Allah Teala’dan namazı hakkıyla ikame edebilen kullarından olmayı nasip etmesini diler ve dileniriz.
1 ) En’âm, 76