20 dk.
07 Eylül 2023
Peygamberimiz (sas) Niçin Mekkeli Müşriklere Ciddi Miktarlarda Paralar Vermiştir?-gorsel
Youtube Banner

Peygamberimiz (sas) Niçin Mekkeli Müşriklere Ciddi Miktarlarda Paralar Vermiştir?

Soru: Mekke’nin fethinden sonra Peygamber Efendimiz’in (sas) önde gelen bazı müşriklere, onların kalplerini İslam’a ısındırmak için maddi değeri yüksek hediyeler verdiği söyleniyor. Hatta bu hediyelerin küçük bir servet miktarında olduğundan bahsediliyor. O dönemde Mekke ve Medine’de fakir insanlar bulunmasına rağmen servet tutarındaki bu maddi varlıkların zengin insanlara dağıtılması beni rahatsız ediyor. Peygamber Efendimiz’in (sas) böyle davranmayacağını tahmin ediyorum. Bu rivayetler sahih mi? Sahih ise Peygamber Efendimiz (sas) niye böyle davranmıştır?


Cevap: 
 

Birinci Nokta: Rivayetlerin sıhhatinin sorgulanması güzel ve önemlidir. Ancak sıralama soruda olduğunun tam tersi şeklinde yapılmalıdır. Yani öncelikle rivayetlerin sahih olup olmadıklarına bakılmalıdır. Önce kanaatimizi belirtip, “Benim düşünceme göre bu tavır doğru değil, o hâlde bu rivayet sahih olmamalı.” diye düşünülmemelidir.

 

İkinci Nokta: Efendimiz (sas), peygamber olması hasebiyle ve getirdiği vahiyle hakikatin temel, aslî kaynağıdır. Bu nedenle Efendimiz (sas) için dışarıdan, başka kriterlerle yapılacak değerlendirmeler makul ve rasyonel değildir. Yani bir insanın kendine ait ahlaki veya mantıksal kriterleriyle Efendimiz’e (sas) bakıp Onun sözleri ve davranışları için “Bu sözü bence söylemiştir/söylememiştir. Bu işi bence yapmıştır/yapmamıştır.” şeklindeki düşünceleri doğru bir kriter değildir. Çünkü Efendimiz’i (sas) Onun dışındaki kriterlerle değerlendiriyorsak Onu hakikatin kaynağı kabul etmiyoruz demektir. “Hakikatin kaynağı” demek, tanım gereği Efendimiz’in (sas) sözlerini ve davranışlarını, kendiliğinden, sırf Onun söz ve davranışları olduğu için hak ve hakikat olarak görüp tanımak, öyle kabul etmek demektir. Bir sözü Efendimiz (sas) söylemişse doğrudur ve güzeldir. Bir davranışı Efendimiz (sas) yapmışsa o davranış da doğrudur, güzeldir, hayırdır ve hakikattir. Bizler mümin isek; Efendimiz’in söz ve davranışlarına bakınca bizim kişisel kriterlerimize uymadığını düşündüğümüz bir söz veya davranış ile karşılaşmış isek sorun bizdedir, kriterlerimiz yanlıştır ve kendimizi ona göre düzeltmemiz gerekecektir.

 

Bu durum formel mantık açısından başka meseleler için de geçerlidir. Örneğin; “Einstein falanca teoriyi desteklemiştir/desteklememiştir.” gibi bir yargıda bulunmamız fizik konusunda Einstein kadar birikimi olmayan, Einstein’ı bütün yönleriyle yeterince tanımayan, dönemin bilgi seviyesinin geldiği noktayı tam bilmeyen birisi için geçerli bir yargı olmayacaktır. Tabii ki söz konusu Efendimiz’in (sas) söz ve davranışlarını yargılamak olunca mesele sadece mantıksız bir yargıda bulunmaktan daha fazlasını ifade edecektir.

 

Üçüncü Nokta: İnsanların olaylara, kişilere ve nesnelere yaklaşımı farklı olabildiği gibi finansal konulara veya parasal ilişkilere yaklaşımı da farklı olabilmektedir. Örneğin bir insan yardım götürmek istediğinde Afrika’da su kuyusu açtırmayı daha önemli bulabilir ancak bir başkası jeoloji fakültesi ile su kuyusu açmak için gerekli cihazların üretildiği bir fabrika kurmayı daha mantıklı bulabilir. Yine bir insan Afrika’daki yoksul ve aç insanlara yardım için bizzat giderek oradaki insanlara temel gıda maddeleri dağıtımı yapmak isteyebilir. Bir başka insansa o coğrafyadaki verimli toprakları kiralayıp insanlarını da eğiterek tarım ve hayvancılık konusunda o bölgeyi daha canlı hâle getirmeyi planlayabilir. Bir başka insan da yine o bölgede okullar açmayı, elektrik ve internet hatları döşemeyi uzun vadede daha uygun bulabilir. Örneklerin birinci kısmındaki insanlar o bölgede okul açmayı, internet hatları döşemeyi, köylere elektrik getirmeyi açlıkla ve susuzlukla mücadele açısından gereksiz ve faydasız bulabilir. Ancak o bölgelerde okullar açmak da, tarımsal ıslah çalışmaları yapmak da, bölgeye elektrik ve internet taşımak da temelde o bölgedeki yoksulluk ve açlıkla mücadele içindir.

 

Benzer şekilde, insanların ihtiyaçlar konusunda öncelik sıralamaları da farklı olabilir. Örneğin, Ankara’da yaşayan bir insan “Ankara’da tek bir aç ve yoksul kalmayana dek belediyenin kültürel faaliyetleri de park bahçe düzenlemeleri de israftır, faydasızdır.” diyebilir. Bir başka insan da “Ankara’da okula gidemeyen tek bir çocuk kalmayana kadar ulaşım hizmetleriyle ilgilenmek gereksizdir.” diyebilir. Bu düşünce bir açıdan insanlara makul de gelebilir ancak farklı açıları hesaba katınca bu düşüncenin makul olmadığı, eldeki kaynakların mevcut problemler için belirli ölçütlere göre dağıtılması gerektiği, bu dağıtım sonucu park bahçelerle de kültürel aktivitelerle de toplu ulaşım konularıyla da ilgilenilmesi gerektiği anlaşılacaktır.

 

Bu bağlamda temel bir düşünce sorunu ve temel bir insani eksiklik şudur ki: Her insanın ufku kendi dünyası kadardır. Bu hakikat tam olarak öğrenilinceye kadar her konuda bilgi ve yaklaşım eksikliği yaşanacaktır. Bu nedenle bir insan en çok neyle meşgul oluyorsa diğer meselelere de o açıdan bakabilecektir. İnsanlığın daha geniş durumlarını kapsayan, bugünü ve yarını da düşünen, bazen tüm şehri bazen tüm ülkeyi bazen tüm dünyayı hesaba katarak düşünce, söylem ve eylem üreten stratejiler, politikalar veya idealler sadece kendi mahallesini, kendi şehrini veya sadece kendi ülkesini düşünen, dünyaya sadece kendi mahallesinden, kendi şehrinden ve kendi ülkesinden bakan insanlar için anlaşılmaz olabilir. Bu nedenle ufkumuz bütün dünyayı ve kâinat çapındaki hadiseleri kapsayacak kadar geniş değilse, ufku bizden daha geniş insanların söz ve fiillerine karşı biraz daha makul ve alttan alır şekilde yaklaşmak gerekecektir. Bu kişi peygamber ise, özellikle de Efendimiz (sas) ise bizim düşündüğümüzü Onun da daha geniş hâliyle düşünmüş olabileceğini, meseleleri daha etraflıca değerlendirebileceğini hesaba katmalı ve kendi ufkumuzu da meselelere Onun baktığı yerden bakarak daha geniş tutmalıyız.

 

Dördüncü Nokta: Efendimiz’in (sas) tebliğinin temel gayesi, insanların iman etmesi, Allah’ın varlığını, birliğini, ilmini ve iradesini kabul etmeleri, sadece Allah’a ibadet etmeleri ve Ona kul olmaları, ahirete hazırlanmaları, hesaba çekileceklerini öğrenmeleri ve bu eksende ahlaklarını güzelleştirmeleridir. Bunların her birisiyle ilgili ayet ve hadisler bulunabilir. Efendimiz (sas) de bu eksende tebliğine başlamış, Mekke’de sıkıntılar altında geçen yılların ardından Medine’ye hicret etmiş, tebliği kabul edenlerle yeni bir toplum oluşturmuş, gerektiğinde savaşlar yapmış, büyük devletlere de elçiler göndermiştir. Nihayetinde İslam genel bir kabul görmüş, en son Mekke fethedilmiş, Müslümanlar maddi bir güce, insan kaynağına ve finansal imkana kavuşmuştur. Ancak Mekke'nin fethinden sonra gelinen noktada hâlen daha insanları etkileme potansiyeline sahip, kamuoyu oluşturabilecek güçte müslüman olmayan insanlar da vardır. 

 

Gönül arzu eder ki her insan kendi aklı, iradesi ve vicdanıyla hareket etsin, hakkı ve hakikati ona göre kabul etsin veya reddetsin… Ancak realite böyle işlememektedir. Elbette kendi bireysel aklı ve iradesiyle hareket edip hakikati arayan, bulduğunda da onun karşısında dürüst davranıp hakikate teslim olan insanlar vardır ancak bunlar tarih boyunca çok az sayıda olmuştur. Geniş halk kitleleri ise hakikati bireysel akıl ve iradeleriyle arayıp bulmaktan uzaktır. Onlar büyük oranda toplumsal etkisi veya popülaritesi yüksek olan şair, sanatçı, iş adamı, siyasetçi, düşünür, gazeteci gibi insanlardan etkilenirler ve bir toplumda fikirler de böylesi insanlar aracılığıyla yayılır. Aslında avam insanlar bu sayılan kesimi de pek umursamazlar ve bu kesim daha çok orta sınıf insanları etkiler. Avam ise genellikle kendilerinin mensubu oldukları grupların akışına tâbi olur. O dönemin Araplarında da zenginlere ve asillere karşı ciddi bir temayül vardır. İnsanlar kabile reislerini, zenginleri ve asilleri takdir ve taklit etmektedirler.

 

Mekke'nin fethinden sonra, müşriklerle müminler arasındaki soğuk veya sıcak çatışmalar bittiği için meseleleri çatışma ortamının karmaşasından uzak, duru bir akıl ve vicdanla tartıp değerlendirebilecek insanlar vardır. Ancak meseleyi sadece bir egemenlik mücadelesinden ibaret zannedip “Acaba bir daha savaşsak bu sefer Müslümanları yenebilir miyiz?” diye düşünen insanlar da hâlen vardır.

 

Bu noktada sonuca varmadan önce şu üç hususu akılda tutmak gerekecektir:
 

Birincisi; bazı insanlar psikolojik özellikleri itibariyle kendilerini yenen insanlara karşı ciddi bir yakınlık hissi beslerler. Galiplerin dediklerini onaylamaya daha meyilli olurlar ve onlar tarafından da onaylanmak isterler.

 

İkincisi; bağış veya hediyenin önemi ve büyüklüğü bağış alanın maddi seviyesiyle doğru orantılıdır. Haftalık harçlığı 100 Lira olan bir öğrenciye 200 Lira verilmesi durumunda o öğrenci buna son derece sevinecektir. Ancak günlük harçlığı 200 Lira olan bir öğrenciye 200 Lira verilmesi onu pek etkilemeyecektir. Bazı Afrika ülkeleri 10.000.000 dolarlık uluslararası bir hibeyi, karşılığında yerel mevzuatlarını bile değiştirecek kadar önemli bulabilirler ancak gelişmekte olan büyük bir ülke için 10.000.000 dolarlık uluslararası bir hibe hiçbir şey ifade etmeyecektir.

 

Üçüncüsü; Efendimiz (sas) için esas olan insanları kazanmak, insanların imanına vesile olarak onların dünya ve ahiretlerinin kurtulmasını sağlamaktır. Bu nedenle Efendimiz (sas) Müslüman olmadan önce Müslümanlara zarar vermiş hatta Müslümanlara karşı savaşmış insanları bile savaş suçlusu olarak yargılayıp cezalandırmamış, onlara son derece lütufkâr davranmıştır. Hz. Vahşi, Hz. Halid bin Velid ve Hz. İkrime bin Ebu Cehil (r. anhüm) bunlardan sadece birkaçıdır. Efendimiz (sas) bu insanlara karşı öyle güzel davranmıştır ki, onların kalplerini de kazanmayı başarmıştır. Hz. Hüseyin'in (ra) tabiriyle insanlar, Efendimiz’in (sas) en sevdiği kişinin kendisi olduğunu düşünürdü.1

 

Şimdi bu parçaları birleştirerek düşünelim: Efendimiz (sas) insanların iman nuruyla tanışabilmeleri için mümkün ve meşru her rasyonel yolu deneyecektir. Bazı insanların paraya veya maddi varlığa zaafı vardır. Örneğin Safvan bin Ümeyye, bir savaştan sonra Müslümanların eline geçen ganimetlere bakar. Bu ganimetlerden sadece bir kısmı bir vadi dolusu deve ve koyundur. Efendimiz (sas) onu o hâlde görünce “Ya Ebu Vehb! Vadi pek mi hoşuna gitti?” diye sorar. Safvan “Evet!” cevabını verince Efendimiz “O hâlde o vadi içindekilerle beraber senin olsun!” der. Safvan bin Ümeyye şaşırır, çünkü bu bağış sıradan bir olay değildir. Safvan bunu çok iyi anlayarak der ki “Peygamber kalbinden başka hiç kimsenin kalbi bu kadar cömert olamaz!” 2

 

Safvan, Ümeyye bin Halef gibi azılı bir İslam düşmanının oğludur. Ailesi soylu, zengin ve cömerttir. Böyle bir insana ihsan olarak birkaç koyun ve birkaç deve verilmez. Diğer yandan Safvan gibi insanların Müslüman olması, hâlen daha var olan şirk mantığının iyice yok olması demektir. Ayrıca böylesi kabile liderlerinin İslam’a girmesiyle kabileler de tamamen Müslüman olacaktır. Bir tek kişinin bile Müslüman olması ise üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.3 Zaten Efendimiz (sas) için vadiler dolusu develer ve koyunların da hazineler dolusu altınların da insanların iman etmesi meselesinin yanında zerre kıymeti yoktur. Bir kişinin bile imanı en azından başlangıç aşamasında deve sürülerine ve altınlara bağlıysa Efendimiz (sas) o sürüleri de o altınları da gözünü bile kırpmadan harcar, feda eder. En ufak bir tereddüdü bile olmaz.

Beşinci Nokta: Müellefe-i Kulûb ile ilgili yaşananlar siyerde daha çok Huneyn Savaşı sonrasında elde edilen ganimetlerin dağıtımıyla ilgilidir. Çünkü bu savaştan sonra elde edilen ganimetlerin çoğu müellefe-i kulûba dağıtılmıştır. Bu noktada siyerden konuyla tam ilgili bir örnek verelim:

 

Cuâl (veya Cuayl) bin Süraka (ra) ilk muhacirlerden bir sahabidir. Fakir olması nedeniyle Suffe ashabı arasında yer almıştır. Efendimiz’in (sas) güvenine mazhar olmuş, Efendimiz (sas) Beni Mustalık gazvesine çıktığında Medine’de yerine Hz. Cual’i vekil bırakmıştır. Yine Hz. Cual, Beni Kurayza seferinde bir gözünü kaybetmiştir.

 

Huneyn Savaşından sonra Efendimiz (sas) ganimetleri dağıtırken Hz. Cuayl’e herhangi bir pay vermemiştir. Ancak Akra’ b. Hâbis, Uyeyne b. Hısn, Safvan bin Ümeyye ve Ebu Süfyan gibi isimlere pek çok pay vermiştir. Sa’d bin Ebi Vakkas (ra) bunun sebebini Efendimiz’e sormuş, Efendimiz (sas) de diğer isimlere onların kalbini İslam’a ısındırmak için fazla pay verdiğini, Cuayl’in (ra) ise imanına güvendiğini, Cuayl’in onlar gibi dünya dolusu adama bedel olduğunu söylemiştir.(4)

 

Efendimiz (sas) ganimetlerin dağıtımında Ensar’a da fazla pay vermemiştir. Bu durum özellikle Ensar’ın gençleri arasında geçici bir rahatsızlık oluşturmuş, Ensar’dan bazıları “Allah Rasulü artık kendi kabilesini buldu. Savaş zamanı biz onun ashabıyız fakat ganimet taksiminde onun kavmi ve aşireti vardır. Bunun nedenini bilmek isterdik. Bu Allah’tan ise sabrederiz, Allah Rasulü’nün isteği ise bu durumu ona açıklarız.” demiştir. Bu sözler kendisine ulaşınca Efendimiz (sas) Ensar’ın liderlerinden Sa’d bin Ubade’ye onları toplamasını, toplandıkları yerde Ensar’dan başka kimsenin olmamasını söylemiş, onlar toplanınca da Efendimiz Ensar topluluğuna şu tarihi konuşmayı yapmıştır:

 

“Ey Ensar topluluğu! Bana ulaşan sözler de neyin nesidir? Nefislerinizde tuttuğunuz bu kızgınlık nedir? Dalalette iken Allah sizi hidayete erdirmedi mi, fakir iken zenginleştirmedi mi, aranızdaki düşmanlığı kaldırıp kalplerinizi ısındırmadı mı?” Ensar bu sorulara “Evet.” cevabını verdiler. “Üstünlük ve cömertlik Allah’a ve Rasulüne aittir.” dediler. “Vallahi yoksa şöyle diyecekseniz ben de doğrulayacağım, “Bize yalanlanmış olarak geldin seni tasdik ettik, horlanmış olarak geldin sana yardım ettik, yurdundan atılmış olarak geldin sana kucak açtık, yalnız bırakılmıştın seni içimizden biri yaptık.” Efendimiz devamla; “Ey Ensar! Yoksa bana darıldınız mı?” dedi. Ensar “Nasıl cevap verelim Ya Rasulallah! Üstünlük ve cömertlik Allah’a ve Rasulüne aittir.” dediler. Efendimiz yine devamla; “Ey Ensar topluluğu, sizi değersiz dünya malına meyletmiş görüyorum ki ben o malları insanların kalplerini İslâm’a ısındırmak için verdim, sizin İslâm’ınıza ise ben vekil olmuştum. Ey Ensar topluluğu, insanlar deve ve davarlarla giderken, Allah’ın Rasulü ile evlerinize dönmekten razı değil misiniz? Hicret olmasaydı Ensar’ın yanında olurdum, diğer insanlar bir vadiye Ensar bir vadiye gidecek olsa ben Ensar’ın vadisine giderdim.” buyurduktan sonra “Allah’ım, Ensar’a, Ensar’ın çocuklarına ve Ensar’ın çocuklarının çocuklarına merhamet et.” şeklinde dua etti. Bildirilenlere göre Ensar bu konuşma sırasında sakalları ıslanıncaya kadar ağladı ve şöyle dediler: “Biz Allah Rasulünün taksimine razıyız.”(5)

 

Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

 

Bu örneklerden anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in (sas) ganimetlerden müellefe-i kuluba pay ayırması, üstelik de bazen bu payın oldukça fazla olması ekonomik, sosyal veya siyasi amaçlarla ilgili değildir. Meselenin bu yönleri de bulunmakla birlikte asıl mesele insanların kalplerinin imana ve İslam’a ısındırılmasıdır ki diğer meselelerin bu aslî mesele yanında pek bir önemi yoktur. Efendimiz’i (sas) çok iyi tanıyan Ensar ve diğer yakın sahabiler meseleyi çok iyi anlamış, başlarda ganimet dağıtımını sadece ekonomik, toplumsal veya siyasi bir mesele olarak görenler olmuşsa da Efendimiz’in beyanları ve açıklamaları karşısında -tabiri caizse- itirazlarını geri çekmişler, çünkü asıl meselenin farkına varmışlardır.

 

Altıncı Nokta: Müellefe-i Kulub’a yapılan bağışların veya ihsanların çok önemli sonuçları olmuştur. Öncelikle; İslam’a yeni giren insanların kalplerinin İslam üzere sabit kalmaları açısından müellefe-i kulub payları önemli bir işlev görmüştür. Daha önce örneğini verdiğimiz İslam’ın en azılı düşmanlarından biri olan Ümeyye bin Halef’in oğlu olan Safvan bin Ümeyye gibi insanlar söz konusu cömertlik karşısında mevzunun maddi olmadığını anlamış, “Ancak bir peygamber bu kadar cömert olabilir!” diyerek meselenin hakikatini kavramışlardır. Her insan hakikati kendi penceresinden, kendisi için önemli olan noktadan bakınca görebilmektedir. Safvan bin Ümeyye de bu noktadan bakınca meselenin hakikatini kavramıştır ki bu durumda olan sadece Safvan bin Ümeyye (ra) değildir, kendisi gibi pek çok örnek vardır.

 

Diğer yandan bu durum göstermektedir ki müellefe-i kulub insanları kendi safına dahil etmek için verilen bir rüşvet değildir. Eğer öyle olsaydı o insanlar rüşvetin miktarı kadar taraftar olacaklar, rüşvet kesilince de saf değiştireceklerdi. Halbuki İkrime bin Ebu Cehil, Akra bin Hâbis gibi nice isimler vardır ki kendilerine belki sadece 100 deve gibi bir miktar ganimet payı verilmiş ancak bu insanlar karşılığında kat kat fazla hizmetlerde bulunmuşlar, kimisi de canlarıyla hizmet ederek şehit olabilmişlerdir.

 

Ayrıca müellefe-i kulûbdan sayılan önemli isimler vesilesiyle pek çok insan İslam’ı kabul etmiştir. Örneğin Akra’ bin Hâbis, Temîm kabilesinin önde gelenlerindendir ve kendisi tek başına bu kabilenin pek çoğunun imanına vesile olmuştur.

 

Süheyl bin Amr, bilindiği gibi Mekke’nin ileri gelenlerindendir ve Hudeybiye Antlaşmasında Mekkelileri temsilen bulunmuştur. Süheyl önemli bir hatiptir ve sırf hitabet gücüyle bile Müslümanlara bazı zararlar verebilmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmuş, kendisine müellefe-i kulûb payından önemli bir miktar hisse ayrılmıştır. Müslüman olduktan sonra, müslüman olmadan önceki hayatını telafi etmek istercesine İslam’a ciddi faydaları dokunmuştur. Örneğin, Efendimiz’in (sas) vefatından sonra bazı kabilelerde dinden dönme olayları yaşanmıştır. Mekkelilerin de İslam’dan dönmeleri bir ara gündeme gelmiştir. Hatta Mekkeliler, Hz. Ebu Bekir (ra) döneminde zekât ödemeyeceklerini söyleyen ve kendilerine savaş açılan bazı Arap kabileleri gibi zekat ödememeyi düşündüler ve Mekke’de bir kaos yaşandı. O günkü Mekke valisi ortamı yatıştıramayacağını anlayınca ortalıktan kayboldu. Eğer Mekkeliler dinden dönselerdi bu durum diğer Arap kabileleri için de bir örnek olacak ve Müslümanlar daha fazla zarar görebileceklerdi. İslam yok olmazdı belki, örneğin Medineli Müslümanlar Mekke’yi tekrar kuşatır ve bu sefer yüzlerce insanın ölümü pahasına Mekke’yi yeniden fethedebilirlerdi. Ancak bu da istenilen bir durum olmazdı ve böyle bir olayın da kendine göre kapanmaz yaralar açması mümkündü. İşte böyle kritik bir ortamda Süheyl bin Amr (ra) Kabe’nin kapısında Mekkelilere hitaben şu tarihi konuşmayı yapmıştır:

 

“Allah’a yemin olsun ki, bu din güneş doğmaya ve batmaya devam ettikçe baki kalacaktır, bunu biliyorum. “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o ölmüştür, kim de Allah’a tapıyorsa o diridir ve bakidir.” “Yaşanan bu durum sadece İslâm’ın kuvvetini artırır… Ey Kureyş halkı! bilirsiniz içinizde denizde ve karada en fazla ticaret yapan insan benim, zekâtlarınızı veriniz, eğer bunu ödemekten vazgeçerseniz ben sizin üzerinize düşen miktarı kendi malımdan öderim ama sakın İslâm’a cephe almayınız”. Ey Kureyş halkı! İslâm’a en son giren ama en önce terk eden olmayınız, Allah’a yemin ederim Allah bu işi Rasulullah’ın belirttiği gibi tamamlayacaktır, ben kendisini benim şu bulunduğum yerde ve tek başına şöyle derken gördüm “Benimle birlikte Lâ ilâhe illallâh deyiniz, Bütün Araplar size boyun eğeceği gibi Arap olmayanlar da size cizye ödeyecektir, Allah’a yemin ederim ki Kisra’nın ve Kayser’in hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız.” İşte bazıları bununla alay etti, bazıları da bu sözleri tasdik etti, sonunda işte şu gördükleriniz yaşadıklarınız oldu, bundan sonra da geri kalanlar kesinlikle gerçekleşecektir.”(6)

 

Bu konuşmanın Mekkeliler üzerinde etkisi büyük olmuş ve Mekkeliler neticede İslam üzere kalmakta karar kılmışlardır.

 

Diğer yandan müellefe-i kulûba verilenler aracılığıyla, sebepler planında İslam’ın Arap yarımadasında sürekliliği sağlanmış, özellikle önemli kabile reislerinin Efendimiz’den (sas) sonra İslam’dan ayrılmalarının önü alınmıştır denilebilir.

 

Ayrıca müellefe-i kulûba fazla pay verilmesindeki hikmetlerden birisi de, zararlarından endişe edilen bazı kabilelerin ve isimlerin verilen paylar sayesinde Müslümanlara zarar vermeyecek bir duruma getirilmeleri, zararlarının önlenmesidir.

 

Yedinci Nokta: O dönemin şartları, sosyal ve ekonomik yapısı, kabileler arası ilişkiler ve kabilelerin kendi iç işleyişleri gibi yönler açısından ganimetler ve ganimetlerin dağılımının ekonomik sonuçları vardır. Bir kabile reisine verilen ganimet malları sadece bir birey olarak o kabile reisine verilmiş değildir. Aynı zamanda kabileye de verilmiş demektir. Çünkü kabile reisi kendisine verilen malları sadece kendinde tutmayacak, kabilesinin de ondan faydalanmasını sağlayacaktır.

 

Günümüzde, özellikle de içinde yaşadığımız toplumda böyle bir yapı ve işleyiş olmadığı için meselenin bu yönü gözlerden kaçırılmış olabilir ve akıllara bile gelmeyebilir. Ancak o dönemde Arap toplumunda kabile yapısını ve işleyişini düşününce ganimet mallarının taksimi ile müellefe-i kulûba verilen payların soruda geçtiği şekliyle ekonomik bir işlevi de vardır.

 

Örneğin Hakîm bin Hizâm Müslüman olmadan önce Mekke’de Rifade denilen bir görevi yürütmektedir ve bu görev her yıl hac için Mekke’ye gelen fakir hacılara yardım etmek, bu amaçla Mekkelilerin yardımlarını da toplayıp organize etmektir. Dolayısıyla Hakim bin Hizam’a müellefe-i kulûb payı olarak verilen yüz deveyi onun sadece kendisi için kullandığını düşünmek pek makul kabul edilemez. Aynı durum kendi kabilelerinin reisleri veya önde gelenleri olan isimler için de düşünülmelidir.

 

Ayrıca cömertlik kavramı, cahiliye Araplarında bile önemli bir erdemdir. Bir kabile reisinin veya Mekke şehrinin önde gelenlerinin itibarı, halk tarafından kabul görmesi, etkinliği ve meşruiyeti cömertliğine bağlıdır denilebilir. Cömertlik o dönemde sadece kültürel bir erdem değil aynı zamanda ekonomik işlevi de olan bir özelliktir. Dolayısıyla kabile reisleri de diğer önde gelen isimler de ister istemez cömert olmak zorundadırlar denilebilir. Bu nedenle de bir kabile reisine veya önde gelen herhangi bir isme ganimetten verilen paylar sadece o isme değil aynı zamanda onun kabilesine de verilmiş olmaktadır.

 

Sonuçta Efendimiz (sas) sıradan bir melik, herhangi bir kral değildir. İnsanların dünyalarından daha fazla ahiretlerini düşünmektedir çünkü dünyanın ahiret yanındaki değeri sinek kanadı kadar bile değildir.(7) Ancak bu “Dünyadan da nasibini unutma!”(8) hakikati gereği dünyadan tamamen el etek çekmek anlamına da gelmemektedir. Bu itibarla Efendimiz’in (sas) uygulamaları ahiret odaklı olsa da dünyevi sonuçları da vardır ve dünyevi sonuçları da her zaman hayır ve bereket olmuştur. Müellefe-i Kulûb’a dağıtılan ganimet paylarının sadece pay verilenlerin şahsına değil, aynı zamanda onların kabilelerindeki diğer insanlara da dağıtılmış olması bunun en iyi örneklerinden birisidir.
 


 

1 ) İbn Hacer, el-İsabe, c. 3, s. 611

2 ) Vakıdi, Megazi, c. 1, s. 381

3 ) Hakim, Müstedrek, III, 698
4 ) Buhari, İman, 19; Müslim, İman, 236-237; Vakıdi, Megazi, III, 948

5 ) İbn Hişam, c. 4, s. 1351-1352; Taberi, Tarih, c. 3, s. 93-94

6 ) İbn Hişam, Sire, c. 4, s. 1525; İbn Hacer, el-İsabe, c. 3, s. 146

7 ) “Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahip olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi.” (Tirmizi, Zühd, 13; İbn Mace, Zühd, 3)

8 ) Kasas, 77