Allah rızka kefil midir? | 3. Kısım
Yazı dizisinin bu kısmında Allah Teala’nın rızka kefil olması meselesinin farklı bir boyutuna değineceğiz. Bu kısımda da konuyu maddeler halinde anlatacağız.
Allah Teala’nın rızka kefil olması veya her çocuğun kendi rızkıyla doğduğu düşüncesi büsbütün temelsiz değildir. Şöyle ki;
Hud suresinde “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (müstekarrını da) emaneten konulacakları yeri de (müstevda’) O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.”1
Bu ayette geçen dabbe kelimesi hareketli, canlı varlıklardır. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar olarak anlaşılabilir.
ala’(A)llâhi Ruzquhâ: Rızıkları Allah’ın üzerinedir.
ve ya’lemu: (Allah) bilmektedir
Müstekarrahâ ve Mustevde’ahâ: Onların müstekarrını ve mustevdea’ını… Yani müstekarrını da, yani sabit oldukları yerleri de, mustevdea’ını da, yani emaneten, geçici olarak kaldıkları yerleri de Allah bilmektedir. Osmanlı Türkçesinde de “müstekar” kelimesi “sabit ikametgah”, “müstevdi” kelimesi ise “bir şeyi emanet bırakan kişi” anlamına gelmektedir.
Burada müstekarr ve müstevdea şeklinde bir ikileme söz konusudur. Bu tür ikilemelere başka ayetlerde de rastlanır. Örneğin “Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”2 ayetinde yaş (Ratbin) ve kuru (Yâbisin) ibareleri de bu cinstendir. Yaş ve kuru bu ayette “her şey” anlamında kullanılmıştır.
Bazı çok okunan meallerde “müstekarr” kelimesi için kabir, müstevdea kelimesi için de dünya hayatı gibi yorum içerikli anlamlar verilmiştir ki bu anlamlar dar bir bakış açısının ürünüdür.
Daha geniş çerçeveden bakıldığında bir insanın sabit bir yerde kaldığını da hareketli veya göçebe ise o hâlini de Allah’ın bildiğini anlarız. İnsanların mizaçlarında sabit olan özellikleri de değişken hususları da Allah’ın bildiğini anlarız. Zaten sabit ikametgâh sahibi olmak da göçebelik de yahut mizaç olarak var olan sabit ve değişken özellikler de insan rızkı üzerinde etkili olan hususlardır. Allah Teala bizim her halimizi bildiği gibi bunları da bilmektedir. Dolayısıyla Levh-i Mahfuz’da veya apaçık kitapta yazılı olan sadece rızkın miktarı değildir. Rızık üzerinde etkili olan faktörler de yazılıdır.
Bir diğer ayet “Vekeeyyin min dâbbetin lâ tahmilu rizkaha(A)llâhu yerzukuhâ ve-iyyâkum(c) vehuve-ssemî’u-l’alîm”3 “Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah'tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” ayetidir.
Bu ayetteki “Lâ tahmilû” (Taşımıyorlar-Taşıyamıyorlar) ibaresi önemlidir. Gerçekten de insan dışında pek çok canlı rızıklarını yanlarında taşıyamamaktadır. Biz insanların hayvanlara ve bitkilere göre rızık konusundaki avantajımız rızkımızı taşıyabilmemizdir. Bu taşımayı ister gıda maddelerinin ulusal ve uluslararası ölçekte nakliyesi, ister bir çocuğun beslenme çantasına konulup yanında götürebilmesinin sağlanması, ister yolculuğa çıkarken veya işe-okula giderken yanımız aldığımız ve acıkınca yiyebileceğimiz besin maddeleri şeklinde anlayalım, sonuç fark etmemektedir. İnsanlar rızıklarını bir şekilde depo edebilmekte ve taşıyabilmektedir. Ancak pek çok canlının böyle bir avantajı yoktur. Örneğin vahşi hayvanlar her acıktıklarında yeni bir rızık bulmak, o rızkın peşinde koşmak, onu avlamak ve yemek zorundadır.
Konuyla bağlantılı bir başka ayet İsra suresinin “Fakirliğe düşme endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin! Onların da sizin de rızkını veren Biziz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur!”4 ayetidir.
Bu ayet sadece cahiliye döneminde kız çocuklarını toprağa gömen insanlarla ilgili değildir. Dünya tarihinde “infanticide” olarak kavramsallaşmış, yaygın bir uygulama olarak görülen “bebek öldürme” ameliyesine Antik Roma, Fenike, Antik Çin ve Japonya, Eski Ortadoğu, Eski Avrupa gibi pek çok kültürde ve coğrafyada rastlamak mümkündür. Bundaki amaç da ekonomik kaynakların zayıf veya engelli çocuklar için harcanmasını engellemektir.
Yukarıdaki ayetin devamında “Onları da sizi de biz rızıklandırırız.” buyrulmaktadır.
Bu ayetlere bakılınca Allah Teala tarafından tekeffül edilmiş, yani kefil olunmuş, garanti sağlanmış bir rızıktan bahsedilemez mi?
Başından beri meselenin iki farklı boyutu, iki farklı makamı olduğunu söylemiştik. O hâlde tekrar edelim;
Birincisi: Bizler sebepler dünyasında yaşıyoruz ve bu dünyada biyolojinin, fiziğin, kimyanın, iktisadın, sosyolojinin kendine göre olan kanunları iç içe işlemektedir. Dünyada hayat bu şekilde akmaktadır. Bu bahsedilen hayatın akışı içinde ve insanların anladığı şekliyle rızıklar için bir garanti yoktur. Burada “insanların anladığı şekil” ise; “Ben ne kadar çalışırsam çalışayım rızkım ezelde takdir edilmiştir, onu geçemem. Çalışsam da çalışmasam da rızkım beni bulur.” veya “Her doğan çocuk rızkıyla doğar, çocuğun beslenmesi, eğitimi vb. ihtiyaçları için özel olarak çalışmaya, hazırlıklar yapmaya gerek yoktur.” anlayışıdır. Hayır, böyle bir dünya yoktur. İnsanlar, Allah Teala’nın yarattığı rızıklarını elde edebilmek için çalışmalı, ürün yetiştirmeli, elde ettikleri ürünleri çeşitli işlemlerden geçirmeli, depolamalı, nakletmeli, uzun süre muhafaza etmenin koşullarını aramalı ve benzeri çalışmaları yerine getirmelidirler. Kur’an Hz. Yusuf’un (as) kıssasını anlattığı yerde bunu nazara vermiştir. Yani Hz. Yusuf (as) kendisine anlatılan rüyanın karşılığında “7 yıl bolluk olacak sonra 7 yıl kıtlık olacak. Ama Allah rızka kefildir. Bir şey yapmanız gerekmez. Oturun bekleyin.” dememiştir. Aksine, ilk 7 sene ürünleri ekip biçmeye devam etmelerini ancak yiyecekleri kısmın haricinde kalan ekinleri başaklarında bırakıp depolamalarını söylemiştir.5
İkincisi: Rızık endişesi ile ilgilidir. Meselenin odak noktası da burasıdır. İnsanın psikolojik varlığıyla biyolojik varlığı iç içedir. İnsanın ruhu yani psikolojisi biyolojisinin yani bedeninin içine hapsedilmiş gibidir ve insan dünya hayatını bu şekilde yaşamak zorundadır. İnsan, halife kılınması itibariyle bu özellikler onun emrine verilmiş, aralarında sıkı bir bağlantı kurulmuştur ki bu nokta itibariyle çok önemli bir husus vardır:
Hayvanlar aleminin tamamen hayatı koruma, yeme-içme, barınma ve üreme üzerine döndüğü açıktır. İnsan da biyolojik yönüyle hayvanlar sınıfına dahildir. Bu nedenle insanın şuuru, kalbinin veya zihninin bâtını dışındaki varlığı yani biyolojik yönü itibariyle hayatının aynı şekilde hayatı koruma, beslenme, barınma ve üreme üzerine döndüğü görülecektir. Yani insan iç dünyasını, manevi donanımlarını ihmal edip bırakırsa onun dünyadaki bütün derdi rızık kazanmak, servet edinmek, iyi bir ev, iyi bir iş ve iyi bir eş sahibi olmak, bütün melekelerini bu noktalara harcamak ve bu dertlerle ilgilenmekten ibaret olacaktır. Bütün bunları kısaca “rızık endişesi” adı altında toplayabiliriz.
İnsanın kalbine, ruhuna, manevi potansiyellerine bakan yönü itibariyle bu dertlerden kurtulabilmesi, bunun için de Allah’a müteveccih bir insan olmaya yönelmesi gerekmektedir ki manevi terakkisi mümkün olabilsin. Bu manevi terakki için insanın rızık endişesini aşması gerekmektedir. En azından bu endişeyi bir endişe olmaktan çıkarması gerekir. Aksi hâlde dünya hayatının içinde boğulup kalacaktır. Dünya hayatı kendine bakan yönü itibariyle bir bataklık, bir balçık gibidir. İnsan da bu endişelerden kurtulmadıkça ayakları bataklığa saplanmış insanın bir türlü ondan çıkamaması gibi dünya hayatından kurtulup kendi maneviyat ufkuna doğru adım atamayacaktır.
Dolayısıyla yukarıda mealleri verilen Hud, En’âm, Ankebut ve İsra surelerindeki ayetlerin ortak mesajı şudur: Ey insanlar! Hayat devam etmektedir. Etrafınıza bakın! Kuşlar, böcekler, balıklar, aslanlar gibi pek çok hayvan türünün rızıklarını yanlarında taşıyamadıklarını, saklayıp depolayamadıklarını göreceksiniz. Ancak onlar yaşamaya devam ediyorlar çünkü onların kanunları o şekilde işlemektedir. Siz de sizinle ilgili genel kanunlara tabi olduğunuzda rızkınızı bir şekilde kazanacaksınız. Belki hayvanlardan daha çok çalışmanız, daha çok eğitim almanız gerekecek, belki gününüzün 8-10 saatini harcayacaksınız. Ancak sonuçta kendi hayatınızın akışı içinde rızkınıza kavuşacaksınız. Evlilik, kariyer gibi meseleler de kendi akışları içinde zaten olup gidecek ve aşırı abes bir şeyler yapmazsanız dünya hayatınızın akışı kendi içinde devam edecektir. O hâlde hayatın sizden istediği şeyleri yapın, sizin hayatınız için konulan kanunlara uyun. Ancak asla kaygı çekmeyin. Hele bu kaygıyı kalbinizin bâtınına asla ulaştırmayın ve bu meseleyi ciddi bir zihinsel mesele hâline getirmeyin. Sizin rızık endişesi çekmeniz ve bu endişeyi hayatınızın merkezine koymanız aynen "Yer çekimi bir gün sona erebilir mi? Diğer gezegenler dünyamıza çarpabilir mi?” diye düşünüp yemeden içmeden kesilen adamın hâli gibidir. O gezegenler ve kanunlar kendilerini yaratıp takdir edenin kontrolünde hayatlarına devam etmektedir. Siz de sadece kanunlara uyup çalışın ve rızkınıza ulaşın. Bunu hayati bir endişe haline getirip ahireti unutmayın. Aksi hâlde dünya denilen bataklıkta çırpınıp duracak, sizden beklenen maneviyat ufkuna yükselemeyeceksiniz!
Dolayısıyla mesele mümkünse rızık endişesini hiç taşımamak, yani sebepler ve kanunlar planında rızık için çalışmakla birlikte meseleyi bir endişe hâline getirmemektir.
Evet! İnsan, rızıkla ilgili meseleleri asli derdi yapmamalı, maddi daralma anlarında yukarıdaki ayetleri hatırına getirip tekrar etmeli, “Ben dünyaya bunun için gelmedim.” demelidir.
Rızık ve Namaz (Salat) İlişkisi
Taha suresinde “Ehline (Ailene ve ümmetine) salatı (namazı) emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir.”6 buyrulur.
Ayette geçen “ehline” kelimesi bazı meallerde “ailene” olarak çevrilse de Efendimiz’in (sas) ehli sadece ailesi değil, başta ashabı ve Ona inanan bütün müminlerdir. Bizim için ise kendimiz, ailemiz ve yakın çevremiz başta olmak üzere iş ve okul arkadaşlarımıza kadar uzanan bir çevreyi ifade eder.
“Emretme” ise sadece askeri bir emir verir gibi “Namaz kılın!” demekten ibaret değildir. Namazın hakikatini anlatmaktan nasıl kılınacağını öğretmeye, namaz kılınması için gerekli şartların hazırlanmasına, insanları namaza teşvik etmeye, namazı sevdirmeye kadar geniş bir anlam içeriğine sahiptir.
“Sabırla devam etmek” olarak çevrilen “Vestabir” emri ise kendini zorlamaya işaret eder. Ki her insan belirli seviyelerde namaz kılmak için irade göstermek, kendini zorlamak, özellikle de namaza istikrarlı bir şekilde devam etmek için zorlanmak zorunda olabilir. Namaz sevabının yanında bu sebatın, kararlılığın ve kendini zorlamanın da kendine göre nefisle mücadele sevabı olacaktır. Çünkü namaz kılmaya sabır ve sebatla devam eden bir insan belki her seferinde nefsi ve şeytanıyla cihad etmekte ve her mücadelesinin, çatışmasının sonunda galip gelip o vaktin namazını kılabilmektedir.
Namaz, namazın emri ve teşviki ile namaza devam etmenin devamında “Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz.” buyrulması da güçlü bir şekilde şuna işaret etmektedir ki:
İnsanın bu dünyadaki varlığı esasen salattır ve salat olmalıdır. Yani namaz ve dua ile yaratıcısına yönelmek, kalp, ruh, akıl, hissiyat gibi manevi donanımlarını Allah Teala’ya hasretmek, Ona odaklamak, Ona yoğunlaştırmak, Ona müteveccih olmaktır. Büyük bir holding patronunun bir yedek parça fabrikasına atadığı müdür o fabrikada bizzat temizlik yapmaz, yemeği pişirmez, çalışanları evlerinden tek tek alıp işyerine getirmez. O müdürün görevi fabrikanın düzenini sağlamak ve devam ettirmektir. İnsan da bu dünyada halife sıfatına mazhar kılınmış bir varlık olduğu için diğer hayvanlar gibi ömrünü hayatta kalma, barınma, beslenme ve üreme ekseninde harcayıp tüketmemelidir. Rızık endişesi ile bocalayıp durmamalı, asıl vazifesine bakmalıdır.
Ancak bu da insanın rızkı için hiç çalışmaması gerektiği, kendisinin sadece namaz kılıp dua ve zikirle meşgul olması, rızkının her gün kapısına bırakılacağı gibi anlamlara gelmez. İnsan hem endişe haline getirmeden rızkı için çalışacak ancak rızkının peşinde kaybolup gitmeyecek hem de kulluk şuurunu yitirmeyecektir. Rızık endişesini değil kulluğunu öne alacaktır. Fiziğin ve metafiziğin, madde ve mananın iç içe olduğu bu dünya hayatında imtihan bunu gerektirmektedir.
O hâlde Allah Teala’nın metafizik açıdan rızka kefil olduğu söylenebilir. Ancak bu kefalet bizim sebepler dünyasının şartlarına göre hareket etmemize mani olacak bir kefalet değildir. Mesele, bu kefalete güvenip yani Allah’a tevekkül edip rızık peşinde koşturmayı hayatın asıl gayesi ve meşguliyeti haline getirmemekten ibarettir.
1 ) Hud, 6
2 ) En’âm, 59
3 ) Ankebut, 60
4 ) İsra, 31
5 ) Yusuf, 46-47-48
6 ) Taha, 132