


Sosyal Yardım Alırken Devletten Gelirini Gizlemek
Soru: Sosyal devlet niteliğine sahip bir Avrupa ülkesinde devletten maddi destek alarak geçimini sağlayan bir kişi, acil ve ciddi boyuttaki borçlarını ödeyebilmek amacıyla devletten gizli biçimde çalışarak para kazanabilir mi? Yahut çok acil ihtiyaç içerisinde olan insanlara destek olmak için bu şekilde çalışarak gelir elde etmesi durumunda hüküm nasıl olur? Ayrıca bu durumu bilen insanların meseleyi normal karşılamalarını nasıl değerlendirmek gerekir
Cevap: İslam hukukunun temel prensipleri çerçevesinde mutlak haklar(1) ve zaruret hâlleri dışında, genel olarak yalan söylemek ve yalan beyanla kazanılan para helal değildir.
Buradaki "mutlak haklar" ifadesi ile kastedilen hususu açalım. Örneğin kocası tarafından kendisine hiç para verilmeyen bir kadın; kendisinin, evinin ve çocuklarının temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere kocasının parasını gizlice alabilir. Böyle bir durumda kadın, eşinin şiddet uygulamasından çekinerek bu eylemini gizleyebilir ve bundan dolayı bir hata yapmış olmaz.
Başka bir örnek vermek gerekirse bir çalışan, kendisine verilen görevleri günlük sekiz saatlik mesainin üç-beş saatinde tamamlayabiliyorsa; kalan zamanda internet üzerinden başka işler yapması durumunda bu davranışının caiz olup olmadığı şirketin koyduğu kurallara ve çalışanın sözleşmesine bağlıdır. Eğer sözleşme açıkça ikinci bir iş yapılmasını yasaklıyor ve şirket bu durumu kontrol ediyorsa, çalışanın buna aykırı hareket ederek gizlice başka işler yapması ve bu konuda yalan söylemesi helal olmaz ve caiz değildir.
İslam açısından yalan söylememek imanın ve dinin temellerindendir. Ancak hayati önem taşıyan zorunlu durumlarda bu hüküm esneklik kazanabilir. Örneğin, ülkesindeki iç savaş sebebiyle temel insani haklarından mahrum kalan ve hayatta kalabilmek için sahte belgelerle ya da kaçak yollarla Avrupa’ya sığınmak zorunda kalan kişiler için durum farklı değerlendirilebilir. Bu tür hâller zaruret kapsamında kabul edilir.
Ancak yalan konusundaki genel prensibi Allah Resulü (sas) net bir şekilde ifade eder: "Dört özellik vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse saf münafıktır. Bunlardan biri dahi varsa, onu terk edinceye kadar kişide nifak alameti bulunur: Kendisine emanet edildiğinde ihanet eder, konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz ve düşmanlık ettiğinde ölçüyü aşar."(2) Efendimiz (sas) yine şöyle buyurmuştur: "Sizi yalan söylemekten sakındırırım. Zira yalan, günaha sevk eder ve günah da kişiyi cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında yalancı (kezzâb)(3) olarak yazılır."(4)
Safvan İbn Süleym (ra) tarafından nakledildiğine göre sahabeler, "Ey Allah’ın Resulü! Mümin korkak olabilir mi?" diye sorduklarında Peygamber Efendimiz (sas) "Evet!" buyurdular. Ardından "Peki cimri olabilir mi?" sorusuna yine "Evet!" cevabını verdiler. Ancak sahabeler, "Peki yalancı olabilir mi?" diye sorunca Efendimiz "Hayır!" buyurdular. (5)
Başka bir hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mümin ise insanların canlarını ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir." (6)
Bu hadislerden anlaşılacağı üzere doğruluk ve yalan, doğrudan iman ve ahlakla bağlantılıdır. Doğruluk, yalan söylememek, şefkatli olmak, cömertlik ve çalışkanlık güzel ahlakın sac ayaklarıdır. Bunların içinde en temel olan ise doğruluktur. Doğruluğun bulunmadığı yerde diğer olumlu hasletlerin var olması mümkün değildir. Mümin doğrulukla yaşamalı ve yalandan hayatın her alanında uzak durmalıdır. Bu hadis-i şerifler ayrıca doğruluk prensibinin sadece Müslümanlara ya da müminlere karşı değil, tüm insanlığa yönelik olduğunu vurgular.
Farklı Görüşler, Zaruret ve Suiistimal
Gerçekten ölüm kalım meselesi gibi zaruri durumlarda bulunan insanlara maddi destek sağlamak amacıyla yapılan işler için zor da olsa bazı istisnai durumlarda cevaz kapısı açılabilir. Örneğin açlıktan ölmek üzere olan birine başka bir çare yoksa, yalnızca hayatını devam ettirecek ölçüde gıda temin etmek için hırsızlık dahi mazur görülebilir. Benzer şekilde domuz eti veya leş yemek gibi haram fiiller de zaruret hâli ile sınırlı kalmak kaydıyla câiz hâle gelir. Ancak bunlar meseleyi daha iyi kavrayabilmek için verilen uç örneklerdir.
Bu tür izinlerin sınırı "zaruret miktarı" kadardır.(7) Zaruret hâlinin oluşması içinse zorlu bir durumda haram olan şeyi işlememekte ısrar edilmesi hâlinde telafisi imkânsız derecede büyük bir zararın ortaya çıkması kesinlik kazanmalıdır. Buradaki "kesinlik" kavramı mutlaka matematiksel kesinlik anlamına gelmez. Geleneksel İslam literatüründeki "galip zan" (kuvvetli kanaat) kavramı bu kesinlik için yeterli sayılır. (8) Bununla birlikte vehimlere, kişisel endişe ve kuruntulara dayanan bir zarar düşüncesi, gerçek zaruret kapsamına girmez ve cevaz için yeterli değildir. Şahsi muhasebede bu hususa çok dikkat edilmelidir.
Diğer taraftan, zaruret gerekçesiyle elde edilen imkânların alışkanlık hâline getirilmemesi, istismar edilmemesi, zorunluluk hâlinin ortadan kalkması veya alternatiflerin ortaya çıkması durumunda bu uygulamalardan hemen vazgeçilmesi gerekir. Bu tür durumlarda hassasiyetle hareket etmek ve suiistimale kapı açmamak ahlaki ve hukuki bir zorunluluktur.
Sonuç olarak kanaatimiz odur ki; Avrupa ülkelerinde devletin sağladığı maddi destekle geçimini sağlayan bir kişinin, devletten gizli olarak çalışıp ek gelir elde etmesi makul ve meşru değildir. Kurumları, kanunları ve yasal çerçeveyi atlayarak yalan beyan ile gelir elde etmek uzun vadede ciddi sorunları beraberinde getirecektir. Bu sorunların en büyüğü ise mümin bir insanın toplum ve çevresi nezdinde uğrayacağı güven kaybıdır. Ayrıca bu durum dinimizin temel ahlaki prensiplerine de açıkça aykırıdır.
Ancak bu konuda cevaz veren âlimlerle tartışmak yahut münakaşa etmek de gereksizdir; zira onlar bu görüşü, zaruret hallerini dikkate alarak dile getirmektedirler. Bu durum, İslam hukuku açısından görüş farklılığına işaret eder ve anlayışla karşılanmalıdır.
Bu noktada kişi dilerse "İnsanlar sana fetva verse de sen yine kalbine danış, fetvanı kalbinden al." tavsiyesi doğrultusunda hareket edebilir.(9) Fakat bu uygulamanın sağlıklı ve doğru olabilmesi için kişinin kendini çok iyi tanıması, iç dünyasının nasıl işlediğine ve eğilimlerinin hangi yöne olduğuna dair derin bir farkındalık kazanmış olması şarttır. Çünkü basit bir rahatsızlık veya geçici bir şüphe dahi insanı yanıltarak "Kalbim buna cevaz vermiyor." dedirtebileceği gibi, fazla rahat ve müsamahakâr bir yaklaşım da "Kalbim bunu helal sayıyor." şeklinde yanıltıcı çıkarımlara sebep olabilir. Bu konuda hassasiyet ve öz değerlendirme şarttır.
Yüce Allah'tan hakkı hak olarak tanıyıp ona göre amel etmeyi, bâtılı bâtıl olarak görüp ondan kaçınmayı sağlayacak hikmet ve feraseti bizlere lütfetmesini niyaz ederiz.
1-) Mutlak haklar: Kişinin doğuştan veya bir akit yoluyla elde ettiği, başkası tarafından gasp edilemeyecek temel hakları ifade eder. Metindeki örnekte kadının nafaka hakkı bu kapsama girer. Nafaka, kocanın eşine ve çocuklarına sağlamakla yükümlü olduğu barınma, yiyecek, giyecek gibi temel ihtiyaçlardır ve kadının vazgeçilmez bir hakkıdır.
2-) Hadis, Buhârî, Îmân, 24; Müslim, Îmân, 106. Bu hadis, her iki temel hadis kaynağında da yer aldığı için "Müttefekun aleyh" (üzerinde ittifak edilmiş) olarak kabul edilir ve sahihliğinin en üst derecede olduğunu gösterir.
3-) Kezzâb (كَذَّاب): Arapçada mübalağa (abartma, yoğunluk) ifade eden bir sıfattır. Sadece "yalan söyleyen" (kâzib) değil, "çok fazla yalan söyleyen, yalancılığı meslek edinen, yalancılıkta ileri giden" anlamlarına gelir. Hadiste bu kelimenin kullanılması, yalanın tekrarlandıkça kişinin karakterinin bir parçası haline geldiğini ve Allah katındaki sıfatının bu olumsuz şekilde tescillendiğini vurgular.
4-) Hadis, Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 105. Bu hadis müttefikün aleyhtir.
5-) Hadis, İmam Mâlik, Muvatta’, Kelâm, 19. Bu rivayet, sahâbîden değil, bir tâbiîn olan Safvan ibn Süleym'den nakledildiği için teknik olarak "mürsel" bir hadistir. Ancak ifade ettiği mana, yalanın müminin şahsiyetiyle asla bağdaşmayacağını vurgulaması açısından İslam alimleri tarafından kabul görmüş ve sıkça zikredilmiştir.
6-) Tirmizî, İmân, 12 Bu hadis, Müslüman kimliğinin sadece bireysel ibadetlerden ibaret olmadığını, aynı zamanda toplumsal bir güven ve emniyet unsuru olmayı gerektirdiğini ortaya koyan temel bir prensibi ifade eder.
7-) Zaruret miktarı: Bu ilke, İslam hukukunun temel külli kaidelerinden biri olan "Ez-zarûrâtü tukadderu bi kaderihâ" (Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur) kaidesine dayanır. (Bkz. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Madde 22). Buna göre, haramı işlemeye ruhsat veren zorunlu hal, sadece o zorunluluğu ortadan kaldıracak en alt düzeyle sınırlıdır. Örneğin açlıktan ölmek üzere olan birinin sadece hayatta kalacak kadar yemesi caizdir, doyduktan sonra yemeye devam etmesi haramdır.
8-) Galip zan: Fıkıh usulünde bir bilginin kesinlik derecesini ifade eden bir terimdir. Bilgi kaynakları kesinlik sırasına göre; yakin (kesin bilgi), zan (kuvvetli kanaat), şek (şüphe, %50 ihtimal) ve vehim (zayıf ihtimal, kuruntu) olarak sıralanır. Hukuki hükümlerin çoğunda "galip zan", yani delillere dayanan güçlü kanaat, hüküm vermek için yeterli kabul edilir.
9-) Hadis, Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 228; Dârimî, Büyû’, 3. Bu tavsiye, Peygamber Efendimiz'in (sas) Vâbisa b. Ma'bed (ra) isimli sahâbîye yönelik söylediği bir sözdür. Takva sahibi, helal ve haram konusunda hassas bir kalbe sahip olan kişiler için bir ölçü sunar. Ancak metinde de belirtildiği gibi, bu ilkenin heva ve hevese göre yorumlanmaması için derin bir nefis muhasebesi gerektirir.