10 dk.
03 Aralık 2022
Şüphe ve vesvese | 3.Kısım | İtikadi şüphe ve vesveseler-gorsel
Youtube Banner

Şüphe ve vesvese | 3.Kısım | İtikadi şüphe ve vesveseler

İtikadi Şüpheler ve Vesveseler

 

Şüphe ve vesveselerin yoğunlukla yaşandığı alanlardan birisi de iman hakikatleri veya itikadi meselelerdir.

 

Şüphe kavramı bir açıdan bilişsel faaliyetlerimizde ve öğrendiğimiz bilgilerde bazı eksikliklere, düzenleme ve formata sokma problemlerine işaret eder. Bunun bir nedeni insanın çok cahil olmasıdır.1 Diğer yandan insanın bilgi seviyesi ve anlayışı artıyor olduğu için de bu problemler yaşanabilir. Yeni bilgi girişleri de zihinlerde bazı sınıflandırma, düzenleme sorunlarına yol açabilir. Bir yerde yeni bir fikirle karşılaşıldığında o düşünce üzerinde yeterince çalışılmadığı için de bu sorunlar ortaya çıkabilir. 

 

Sonuçta itikadi konularda şüphelenmek durumunun farklı seviyeleri ve bağlamları vardır. Bunların hepsi kötü değildir. Yani itikadi bir konuda şüphe duymak mutlak kötü bir şey anlamına gelmez. Hatta bazen iyi bile olabilir. Çünkü herhangi bir imanî konuda şüpheye düşen birisi örneğin belli bir hayat tecrübesine kavuşmuş ve yeni şeyler öğrenmiştir. Yeni öğrendiği şeyler ile eski dini bilgileri arasında bir uyumsuzluk doğmuş olabilir. Bu durumda bu kişinin yeni zihinsel açılımlar gerçekleştirmesi gerekecektir. Yani eksik bilgilerini tamamlaması, yanlış bilgilerini düzeltmesi gerekecektir ki bunu yapabilirse yaşanan şüphe durumu hayırlı bir netice vermiş olacaktır.

 

Örneğin Bediüzzaman bir yerde mevcudatın, özellikle de canlıların bu kadar yoğun, bu kadar çeşitli ve bu kadar fazla bir şekilde dünyaya gelmelerinin mühim bir hikmetini Allah’ın lütfu ile bulduğunu söyleyerek bu hikmeti şöyle açıklar: “Her şey, özellikle zihayat (canlılar), gayet manidar (anlamlı) bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbanidir (Rabbani bir kasidedir), bir ilanname-i ilahidir. Umum zişuurun (bütün şuur sahiplerinin) mütalaasına mazhar oduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra lafzı ve hurufu (harfleri) hükmündeki suret-i cismaniyesi (cismani sureti, biçimi) kaybolur.”

 

Daha sonra Bediüzzaman bu hikmetin kendisine bir sene kadar kafi geldiğini söyler. Bir sene sonra masnuatta yani Allah’ın sanat eserlerinde ve özellikle de canlılarda bulunan harika ve pek incelikli sanat mucizelerinin inkişaf ettiğini, meselenin o yönünü de idrak ettiğini, Allah’ın sanat eseri olan bütün varlıkların ve özellikle de canlıların tek misyonlarının bu olmadığını, onların bu sanatlı yapılarının en önemli misyonunun Allah-u Teala’nın kendi sanatını bizzat kendisinin temaşa etmesi olduğunu anladığını söyler. Bu hikmetin ise daha uzun süre kendisini tatmin ettiği ifade eder.2

 

Burada Bediüzzaman’ın üzerinde durduğu gizli soru şudur: “Allah Teala o kadar çok şey yaratmış ama neden bu kadar çok ve bu kadar yoğun bir şekilde yaratmış? Madem kainat veya varlıklar Allah’ın varlığını, birliğini, iradesini, sanatını, kudretini anlamak içindir o hâlde bu kadar çok şey yaratmaya ne gerek vardı? Daha az şeyle de O'nun varlığı, birliği, ilmi, iradesi, kudreti, sanatı anlaşılabilirdi?”

 

Bu soruyu bizler günlük kullanımda “şüphe” olarak tarif edebiliriz. Sıradan zihinlerin sıradan şüpheleri gibi görünmese de mahiyeti ve tanımı itibariyle bu da bir şüphe durumudur. Bediüzzaman, kendi tefekkür dünyası içinde bir soruyla karşılaşmış, daha önceki birikimi ve tecrübeleri bu soruyu cevaplamak için yetmemiş, o da eski bilgi ve tecrübelerini yeniden gözden geçirerek yeni açılımlara ulaşmış ve farklı hikmetleri görebilmiştir. 

 

Demek ki dini konularda zihinlere takılan her soru, her şüphe kötü bir şey demek değildir. Bu alanda belli sorularla ve şüphelerle karşılaşınca bu durum şüphelenilen konuda ilmin artırılması veya bilinenlerin yeniden düzenlenmesi gerektiğine yönelik bir işarettir.

 

Bu noktada önemli olan şudur: Zihninize üşüşen bir soru, bir şüphe karşısında belli kitaplara, belli insanlara ulaşma şansınız, öğrenme ve anlama iştiyakınız varsa veya kendiniz araştırma yapabilecek durumdaysanız karşılaştığınız soruyu veya şüpheyi aşma konusunda avantajınız var demektir. Soruyu sorar, cevap için gerekli araştırmaları yapar, okur, dinler, öğrenir ve cevabı bulursunuz. Ancak elinizde yeterli kaynaklar yoksa, sizde de araştırma, düşünme, anlama eğilimi adına bir şey bulunmuyorsa o zaman şüphe ve sorular bir tehlike arz edebilir.

 

İnsan çok basit bir meseleden dolayı zihinsel boşluktan yola çıkarak peygamberi, Kur’an’ı ve Allah’ı inkara kadar gidebilir. Örneğin “Peygamber neden şu savaşta bu kadar insanın öldürülmesine göz yumdu?” gibi basit bir sorunun peşine gerçekten düşmezse, iyi niyet ve gerçekten anlama gayreti göstermezse kendi kendine sadece düşünerek, hiçbir yeni bilgiye ulaşma gayreti göstermeden hislerine de takılıp giderse zamanla “Bu dini kabul etmiyorum.” noktasına kadar varabilir.

 

Ancak bu ve benzeri sorular aklına geldiğinde bir insan hakikaten araştırır, düşünür, Peygamberliğe, insanlığa dair bilgilerini yeniden gözden geçirir, eksiklerini tamamlar, savaş ve insanlık sevgisi gibi zıt durumlar arasında realiteyi kabul etme gücünü gözlemler ve sorgular, konunun değişkenleriyle ilgili bilgilerinin eksik olduğunu görürse daha makul sonuçlara ulaşabilecektir.

 

Bu konuda önemli bir nokta da şudur: Bir şüphenin giderilmesi, bir sorunun cevabının bulunması her zaman kısa veya her zaman uzun zaman almaz. Bazı soruların cevabı birkaç yıl sonra ortaya çıkabilir. Bazılarının cevabına yarım saatte ulaşılabilir.

 

Örneğin Zülkarneyn (as) kıssasıyla ilgili olarak bazı iddialara rastlarsınız. Örneğin bir araştırmacı çıkar, Hz. Zülkarneyn (as) ile ilgili Kur’an’da anlatılanların Kur’an’ın indirildiği tarihten daha önce bir metinde yazılı olarak geçtiğini, dolayısıyla Kur’an’daki anlatılanların daha önceki bir metinden alıntı olduğunu iddia eder. Bununla ilgili Kur’an’a inanan zihinlerde bazı soru işaretleri oluşur. Konuyu araştırmaya başlarsınız. Konuyla ilgili farklı makalelere, kitaplara bakarsınız. Araştırmaya başladıktan 1-2 saat sonra “Kur’an’dan önceki metin” denilen metnin karbon 14 testinden geçmediğini görürsünüz. İddiayı ortaya atan kişinin böylesi radikal iddialarla dikkat çekmek isteyen, daha önce de böyle sivri çıkışları olan ve biraz da İslam düşmanlığıyla tanınan birisi olduğunu görürsünüz. Daha sonra “Kur’an’dan önceki metin” denilen metnin ise Milattan Sonra 8. veya 9. yüzyılda, yani Kur’an’dan çok sonra yazılmış olduğunu belgeleyen başka araştırmalara rastlarsınız. Sonuçta böyle bir sorunun ve şüphenin giderilmesi sadece 1-2 saat almış olur.

 

Diğer yandan başka bir sorunun cevabı ise yıllar alabilir. Örneğin evrim teorisinin İslam’ın yaratılış argümanlarıyla bağdaşmadığını düşünürsünüz. Bunun için en azından belirli seviyede biyoloji, evrimsel biyoloji ve genetik bilimi öğrenmeye başlarsınız. Diğer yandan teorinin tarihsel geçmişi üzerine okumalar yapar, kafa yorarsınız. Bu esnada bilim ve felsefe tarihinden de haberdar olmanız gerekir. Ayrıca konuyla ilgili olduğunu düşündüğünüz ayet ve hadisleri tam anlayabilmek için Arapça öğrenir, tefsir ve açıklamaları da dikkatle incelersiniz. Yaratılışla ilgili ayetlerin biyolojik bir argüman sunup sunmadığını, hadislerin genetik bir teori olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini düşünürsünüz. Tefsircilerin ve diğer İslam alimlerinin konuyla ilgili görüşlerini öğrenir, bu görüşlerin ayet ve hadislerden zorunlu olarak çıkarılıp çıkarılamayacağına bakarsınız. Sonuçta ciddi bir araştırma sürecinin ardından belki yıllar sonra belli bir fikir edinirsiniz.

 

Bir konudaki şüphe ve belirsizliğin her zaman olumsuz bir şey olmadığını da tekrar edelim. Örneğin fizikçiler yüzyıllarca ışığın dalga olarak mı parçacık olarak mı ilerlediğini merak ettiler. Yapılan farklı deneylerde ışığın hem parçacık hem de dalga olarak ilerlediği görüldü. Hangisi üzerine bir model geliştirileceği bilinemedi. Birkaç yüzyıl boyunca bu konudaki belirsizlik devam etti. Ancak son zamanlarda ışığın her iki şekilde de ilerlediği kabul edildi ve bu konudaki belirsizlikler ortadan kalktı.

 

Demek ki deneysel, kesin bilgi sunan meselelerde bile belirsizlik ve kararsızlık mümkün olabilmektedir ve bu durum ancak o konudaki ilim artışıyla çözülebilmektedir. Bu nedenle akla gelen sorulardan korkmak gereksiz bir tepki olacaktır. Çünkü soruların nedeni genellikle bilgi eksikliğini gösterir. 

 

Buradaki asıl sorun bilginin eksik olması veya akla bazı soruların gelmesi değildir. Asıl sorun, şeytanın bu eksiklikten faydalanarak bu boşluğu bir vesveseye dönüştürerek işletmesidir. 

 

Şeytan vesvese verecek bir boşluk bulduğu anda mesela der ki; “Zülkarneyn kıssası orijinal değilmiş, Kur’an onu başka bir kültürden, başka bir metinden araklamış, demek ki bu din hak din değil.” Böylece basit bir bilgi eksikliğini hiç olmayacak tereddütlerle sonra da gerçekmiş gibi görünen, hatta konuyla ilgisi olmayan argümanlarla doldurmaya çalışır. 

 

Veya “Ben nasıl böyle bir şüpheye düşerim? Bu sorunu hemen çözmeliyim yoksa hâlim çok kötü olacak.” gibi kaygıları da işletir. 

 

Veya “Bunca yıldır Kur’an, hadis, dini eserler okuyorsun, dinliyorsun. Demek ki hiç ilerleyememişsin. Bu kadar basit bir şüphede bile elin ayağına dolaşıyor. Senden adam olmaz. Boşuna namaz da kılma, o eserleri de okuma.” dedirtir de sıradan bir meseleden yola çıkarak, olayı büyüterek insanı ümitsizliğe, yeise düşürebilir. O insanın mizacında da ümitsizliğe, karamsarlığa, takılıp kalmaya, vazgeçmeye, boşvermeye yönelik eğilimler varsa insanın ayağı da kayabilir. Ancak sorunun, şüphenin, akla takılan bir şeyin kendi başına bir zararı yoktur.

 

Bu noktada yukarıda fizik dalından verdiğimiz örneği tekrarlamamız gerekiyor. Bazı konular vardır ki tam cevabını vermek için büyük dehaların uzun yıllar hatta yüzyıllar boyu çalışmaları gerekir. 15. Yüzyıldan tutun 21. Yüzyıla uzanan geniş bir zaman diliminde fizik kadar pek çok dehayı kendine çekmiş bir başka alan yoktur. Hatta biz “dahi” ve “zeki” kelimelerini Edison, Tesla, Newton ve Einstein gibi isimlerle birlikte kullanırız. Başka alanlarda da deha çapında zeki insanlar olmuştur ve olacaktır. Ancak fizik alanındaki bu dehaların bile neredeyse bütün ömürlerini adadıkları ve buna rağmen üzerindeki belirsizlikleri kaldıramadıkları, bir netliğe kavuşturamadıkları meseleler olmuştur. Bu tarz meseleler bundan sonra da olacaktır.

 

Demek ki iman konusunda da zihinsel olarak tam çözemediğimiz bir sorunun bizi tatmin edecek açık bir cevabını fani ömrümüz içerisinde bulamama ihtimalimiz az da olsa vardır. 

 

Peki o hâlde neden inanmaya devam edelim ki? İçinde çözülemeyecek soruların veya sorunların bulunduğu bir alanda ısrar etmenin anlamı var mıdır?

 

Vardır. Fizik gibi bir alanda bunca dehanın varlığına, çalışmalarına ve bu kadar ilerlemeye rağmen hala cevabı verilememiş bir yığın soru ve problem vardır ancak insanlar fizikten vazgeçiyor değillerdir. 

 

Bu konularda ve böyle bir durumda basit bir hesap yaparız. Bir alanda 100 tane soru olsa, bu sorulardan 95’i tam tatmin edecek şekilde cevaplansa, 2-3 tanesi de tam değil ancak büyük ölçüde tatmin edecek kadar cevaplansa, kalan 1-2 soru yüzünden iman etmekten vazgeçmek mantıklı olmaz, makul olmaz, reel bir tutum olmaz, tutarlı bir davranış olmaz. 

 

İnsanlar bir okula gidecekken, bir işe girecekken, ev veya araba alacakken, hatta evlenecekleri insanı seçerken 100 kriterleri varsa 100’ünün de tam olmayabileceğini bilirler ve kabul ederler. Kalan birkaç kriter uymuyor diye akıllı ve mantıklı birisi o okuldan, işten, evden, arabadan veya evleneceği kişiden vazgeçmez. Dine inanmak veya inanmamak da reel hayatın içinde gerçekleşecek bir tercihtir. Bu tercih de diğer tercihler gibi tutarlı, makul ve mantıklı olmalıdır. O hâlde birkaç sorudan dolayı dinden, imandan vazgeçmek mantıksız ve gereksiz bir davranış olacaktır.


1 ) Ahzab, 72

2 ) Lemalar, 30. Lema, Altıncı Nükte