Tarihsel Momentler ve Değişen Paradigmalar | 2. Kısım
Bu yazı, “Tarihsel Momentler ve Değişen Paradigmalar” başlıklı yazı dizisinin ikinci yazısıdır. Serinin ilk yazısına buradan erişebilirsiniz.
Asıl Nokta: Bir Şeyin Doğruluğundan Emin Olmak!
Sahiden herhangi bir şeyin doğruluğundan nasıl emin olabiliriz?
Ulaştığımız sonuçları nasıl ve neye göre kontrol edebiliriz?
İçsel dünyamızın yani insan olarak bizim dışımızda işleyen evrene dair (ki buna insanın bedeni de dahildir, gökyüzü, atomlar, yeryüzü de dahildir) nasıl gerçek bilgi sahibi olabiliriz?
Bir önermenin doğruluğunu nasıl kontrol edebiliriz?
Bu konuda her ne kadar diğer düşünürler ve bilim insanlarının katkısı inkar edilemez olsa da Newton ve Descartes ile sembolleştirilebilecek bir bakış açısı farklılığı oluşmuştur. Bu fark insanın, bir şeylerin doğruluğundan nasıl emin olabileceği ile ilgilidir.
Gelinen durumu tek bir kelimeyle isimlendirmek aslında zordur. Buna bazen taakkul (akıl yürütme, akletme, zihni yorarak anlama) anlamında rasyonalite demek isteyebilirsiniz. Ancak bu kelimeler yüzyıllarca çokça çiğnenen sakız haline geldikleri için bir parça anlamlarını kaybetmiş olabilir. Örneğin siz “akletmek” deyince Mutezile olmakla suçlanabilirsiniz ancak kastettiğiniz başka bir şeydir. Rasyonalite deyince salt rasyonalist hatta pozitivist, daha da ilginci materyalist olmakla bile suçlanabilirsiniz ancak demek istediğiniz her ne kadar basit olsa da farklıdır.
Gelinen noktayla ilgili şöyle bir fıkra nakledilir: Skolastik yöntemin hakim olduğu Ortaçağda bir grup filozof ve din adamı atların ağzındaki diş sayısını tartışmaktadırlar. Her biri Aristoteles’ten, Platon’dan örnekler vererek kendi görüşünü kanıtlama çabasındadır. Orada bulunan genç öğrencilerden birisi “Bunu öğrenmenin kolay bir yolu var, ahıra giderek atların dişlerini sayalım.” der. Bu genci tartaklayarak kovarlar ve tartışmaya devam ederler. Çünkü o skolastiklere göre ilim böyle öğrenilmez. Newton ve Descartes öncesi bilim ve ilim dünyasının hali budur.
Bizde de durum çok farklı değildir. Herhangi bir konuda hocalara, imamlara, kadılara fetva sorulduğunda yüzlerce yıllık birikimin ürünü olan fıkıh kitapları ve o kitaplardaki görüşler tartışılır. Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki ulemasının görüşleri karşılaştırılır. Her mezhebe göre farklı fetvalar verilir. Ancak bir türlü doğrudan Kur’an ve hadislere bakılmaz. Aslında fetva vermek, ayet ve hadislerde hakkında açıkça hüküm bulunmayan meselelerde akıl yürütme sonucunda ulaşılan bir sonucun fetva sorana aktarılmasıdır. Ancak akıl yürütme cehdi anlamında içtihat yüzyıllardır durgun bir su haline geldiğinden her seferinde o sudan bir kova alınır gibi insanlara fetva verilmektedir. Yeni su kaynakları oluşturma gibi bir dert yeterli derecede değildir. Bu nedenle de çok yakın zamanlara kadar gelişen teknolojik ürünlere “haram” fetvaları vermek gibi abes işlerin yanında artık evrensel değerler haline gelmiş kavramlara ve normlara karşı çekingen bir yaklaşım hakimdir.
Özetleyecek olursak; Newton ve Descartes’ın yaptıkları, gerçekleştirdikleri açılım üç maddede ele alınabilir:
Birincisi: Bir meselenin doğruluğundan emin olmak ve doğru bilgiye sahip olmak konusunda metot değişikliğidir. Hatta metot değişikliği yerine tam anlamıyla bir metodu ilk defa ortaya koymuşlardır denilebilir. Bu yöntem kısaca, bir atın ağzındaki dişlerin sayısını birilerinin kitaplarından ve fikirlerinden öğrenmek yerine bizzat gidip atın ağzındaki dişleri saymak olarak özetlenebilir.
İkincisi: Sayılardan ve matematikten ciddi şekilde yararlanmaktır. Daha doğrusu bunu öne almak ve esas haline getirmektir. Bu insanlar matematik yapmak için matematik yapmış değillerdir. Sadece belirli konularda doğru sonuca ancak sayıların yardımıyla ulaşılabileceği gerçeğini kabul etmişler ve öyle de davranmışlardır. Burada “sayı” kavramı salt dört işlem, çeşitli denklemler, integral, trigonometri gibi yöntemlerden daha çok sayılar ve olgular arasındaki ölçü, ölçek, oran ve orantı anlayışını ifade eder. Yani matematiğin de tâbi olduğu kanunlar veya temel kanundur asıl mesele. Çünkü sonuçta astronomi gibi alanlar da aslında bir oran-orantı kavrayışına bağlı olarak işlemektedir. Bu ölçek konusu önemli çünkü dini konularda da pek çok fetvanın ve pek çok yorumun temelinde bu ölçeğe uygunluk veya uygunsuzluk meselesi yatmaktadır.
Üçüncüsü: Newton ve Descartes öncesinde düşünürler, filozoflar veya ulema arasındaki çok önemli bir eğilim şudur: Bu insanlar bir şekilde kabul edilmiş bir önermeden yola çıkarak gerçek hayat hakkında hüküm verme alışkanlığına sahiptir. Bu, zihinsel bir alışkanlıktır. Zihinsel bir önermeden yola çıkarak gerçek hayatın ne olduğuna ya da nasıl olması gerektiğine dair hüküm vermek alışkanlığına dair basit bir örnek: “Dünya ve ahiret saadetini sağlayan tek şey İslam’dır.” önermesini ele alalım. Bu, zihinsel bir önermedir. Ayet ve hadisler okunmuş, ulemanın eserleri ve söyledikleri incelenmiş, böylece zihinsel bir önerme oluşturulmuştur. Bu zihinsel önerme de gerçek hayata uyarlanınca “O halde Batılılar veya Müslüman olmayanlar mutlu değildir.” sonucuna ulaşılır. Müslüman olmayanların (ki bunlar da genellikle ve öncelikle Batılılar olarak düşünülür) mutlu olduklarına dair çeşitli emarelerle karşılaşılırsa bu durumda da “Hayır, onlar aslında mutlu değil, yalan söylüyorlar.”, “Batıda psikiyatrlara giden insanların ve antidepresan kullananların sayısını biliyor musun? Onlar aslında mutlu değil.” gibi yanlış tevillere gidilir.
Buradaki asıl sorun zihinsel olarak oluşturulmuş bir teoriden yola çıkılarak bu teorinin reel dünyaya uyarlanmaya çalışılmasıdır.
Galileo zamanında da “Semavi cisimler ulvidir. Ulvi olan şey mükemmeldir. Mükemmel şekil çemberdir veya küredir. Mükemmellik aynı zamanda pürüzsüz olmayı gerektirir. Pürüzlü olmak mükemmelliğe terstir. Dolayısıyla ayın lekeleri olmadığı gibi ay pürüzsüzdür. Tam bir küre şeklindedir.” düşüncesi hakimdir. Galileo “Ben teleskopla baktım ve inceledim. Ayın üzerinde çeşitli lekeler ve pürüzler gördüm.” deyince de onun düşünceleri kabul görmemiş hatta kendisi suçlanmıştır.
Dolayısıyla sorun düşüncenin doğru işletilememesinden kaynaklanmaktadır ancak bu sorunun neden olduğu alt sorunlar insanların hayatlarını etkilemektedir.
Bir Uyarı
Bütün bunları anlatırken şu uyarıyı da yapmak gerekir: Burada anlatılanlar Newton’un yönteminin evrenin bütününe uygulandığında doğru sonuçları vereceği anlamına gelmemektedir. Fiziğin ilerleyen aşamalarında Newton’un yanlışlandığına dair görüşler de vardır. Kuhn’un da bilimsel devrimlerin yapısını çözümlerken ifade ettiği gibi, her dönemin kendine özgü paradigmaları, ortak görüşleri ve yaklaşımları, ortak kabulleri vardır. Bunlar zamanla değişebilir, bir açıklama modelinin yerini başkası alabilir. Önemli olan bu değildir. Önemli olan doğru olanı anlama konusunda Newton ve Descartes’ın kendilerinden önceki düşünürlerden daha farklı bir şey yapmış olmalarıdır. Bunu anlayabilmek insanlığın bilgi ve ilim birikimindeki farklı dönüşümleri ve değişimleri anlamada bir anahtar olacaktır.
Meseleyi Anlamak ve Benimsemek
Buraya kadar anlatılanları insanlara aktarmakta, özellikle de bu farklı yöntem ve dahası herhangi ciddi ve gerçek bir “yöntem” konusunu dert edinmemiş insanlara aktarmakta ciddi anlamda zorluklar yaşamak mümkündür. Evet, Newton da Descartes da doğruyu anlama konusunda farklı bir şey yapmışlardır. Bunu, bu yapılanları değil belki ama “yöntem” konusunda farklı bir şeylerin mümkün olduğunu doğru anlamak ve mümkün olduğunca da anlatmak ve aktarmak zorundayız. Ancak düşünün! Amerika’daki okulların eğitimdeki başarılarının nedenini araştıran bir özel okul müdürünü düşünün. Bu müdür Amerika’daki okulların başarılı olmasının en önemli nedenlerinden biri olarak 5 öğrenci başına 1 bilgisayar düştüğünü görmüş, böyle bir bilgiyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine okula çok sayıda bilgisayar aldırmış hatta bir bilgisayar laboratuvarı açmış, aldırdığı bilgisayarları da oraya koyup kapısını kilitletmiştir. Sayısal bölüm öğrencileri haftada 2-3 saat bilgisayar dersi görmekte ve kapı yine kilitlenmektedir. Bu müdüre meselenin bilgisayar sayısı olmadığını, konunun işleyen ve canlı bir sistem kurulması ve işletilmesi olduğunu, bilgisayarın eğitim sistemi içindeki tek yerinin bilgisayar dersleri olmadığını, öğrencilerin bilgisayara ulaşabilirliklerinin tam olarak sağlanması gerektiğini nasıl anlatabilirsiniz? Veya bir büyükşehir belediyesinin o şehirdeki insanların kültürel seviyelerini yükseltmek adına bir kültür merkezi inşa ettiğini düşünün. Bir kültür merkezi inşa etmekle o şehirde sanata, sanatın çeşitli dallarına, edebiyata, görgü ve trafik kurallarına uymaya, iş ahlakının geliştirilmesi gibi meselelere katkı sağlanamayacağı açıktır. Ancak meseleyi sadece bir “kültür merkezi” binası yapıp o binada haftada 2-3 etkinlikle şehrin kültürüne katkı sağladığını düşünen bir belediye yönetimine ne anlatabilirsiniz? Nasıl anlatabilirsiniz?
Dolayısıyla bir realiteyi veya hakikati gerçekten ama gerçekten anlamak önemli bir şeydir. Bunu aktarmak başka bir zorluktur.
Aynen öyle de “Doğru nedir?”, “Bir meselenin doğruluğundan nasıl emin olunabilir?” gibi meselelere dair kavramları gerçekten de o şekilde düşünmeye çalışmayan kimselere aktarmak oldukça zordur.
Newton’un kendisi bile bizzat kendisinin en önemli öncülerinden olduğu bu mantık devrimini tam anlamıyla yaşamış ve benimseyebilmiş değildir. Onun çalışmalarında simya da en az fizik kadar önemli bir yer tutmaktadır. Dini metinleri de uzun süre incelemiş ve kendi fiziksel hesaplamalarına göre geçmiş olayların, hatta gelecekteki muhtemel olayların da bir kronolojisini hazırlamaya çalışmıştır. İncil’deki kehanet görünümlü zaman dilimlerini seçmiş ve 2060 tarihini bir cins kıyamet tarihi ya da Tanrısal bir çağın başlangıcı olacak bir dönüm noktası olarak hesaplamıştır.
Ayrıca yukarıda anlatılan “yöntem meselesi”, bugün için halen çoğu üniversite hocası veya çoğu alim tarafından henüz benimsenmiş değildir maalesef. Bu nedenle de bu meselelerin Türkiye’de anlaşılması ve aktarılması daha da zordur denilse yeridir. Çünkü Türkiye gibi Batılılaşma veya modernleşme serüveni yüzyıllara dayanan bir ülkede ideal eğitim anlayışı bile geleneksel olarak şudur: Bir veya bir grup öğrenci Batıya gider, eğitim görür, ülkesine döner ve bunu Türkiye’de öğrencilere aktarır. 19. Yüzyılın sonları ve 20. Yüzyılın başlarında bu durum ciddi bir akım haline bile gelmiştir. Mehmet Akif’in Asım’ın Nesli’nde yapmayı düşündüğü şey biraz da budur. Tevfik Fikret’in de hayalidir bu. Yani idealist bir genç Avrupa’ya gidecek, teknik bilgilerle donanıp gelecek ve ülkesine o bilgiyi aktaracaktır. Ancak dikkat edilirse bu öğrencinin yapacağı şey bir bilim dalının önemli konularını var olan kitaplardan ve hocalardan öğrenmek, ülkesine dönüp bu öğrendiklerini aktarmaktan ibarettir. Bunun da aslında fıkıh kitaplarını okuyup “İmam-ı Azam’ın görüşü şudur. İmam Şafii şöyle demiştir.” Demekten pek farkı yoktur. Hatta Risale-i Nurları iyi okuyup anlayarak o kitaplarla insanlara ders yapmaktan da pek farkı yoktur. Yani ortada maddenin veya bir fikrin direkt kendisiyle muhatap olup onu bizzat anlamaya çalışma, farklı yöntemler ve düşünceler üretme gibi bir anlayış bizde maalesef yok denecek kadar azdır.
Türkiye’de ister dini alanda olsun ister pozitif bilimler alanında olsun “ilim” veya “tahsil” kavramları halen bir yerlere gidip var olan bir şeyleri okuyup öğrenmek, ezberlemek ve gelip onu yeni nesillere aktarmaktan ibarettir. Bu nedenle de Newton ve Descartes devrimlerini aktarmak hatta tam olarak ifade etmek oldukça zor bir meseledir.
Kutsal Metinle Kurulan İlişki ve Doğru Okuma
Tevrat’ta şöyle bir pasaj vardır:
RABBİN Amorîleri İsrail oğullarının önünde teslim ettiği gün,
Yeşu RABBE söyledi; ve İsrailin gözü önünde dedi:
Dur, ey Güneş, Gibeon üzerinde;
Ve Ay, sen Ayyalon deresinde. Ve millet düşmanlarından öç alıncıya kadar, Güneş durdu,
ve ay yerinde kaldı. Yaşar kitabında bu yazılmış değil midir? Ve güneş göklerin ortasında durdu, ve tam bir gün kadar batmakta acele etmedi. RABBİN insan sesini işittiği o gün gibi bir gün ondan evvel ve ondan sonra olmadı; çünkü RAB İsrail için cenk etti.1
Pek çok Yahudi ve Hıristiyan teolog bu ayetlerin literal şekilde anlaşılmasına karşı çıkıp mecazi anlaşılması gerektiğini ifade etse de Orta Çağ’da Katolik Kilisesi bu ayetleri literal olarak anlama, sadece lafzın ilk anlamını düşünme eğilimindedir. Galileo ise bu ayetlerle birlikte evren ve doğayla ilgili diğer ayetlerin de literal anlaşılmasına karşı çıkmıştır. Ona göre Kutsal Kitap bir astronomi kitabı değildir. Kutsal kitap bizlere Tanrı ve ahiret hakkında bilgiler vermek için vardır. Doğa da Tanrının bir kitabıdır ve Tanrının bahşettiği gözlerle ve akılla okunmalıdır. Kilise ise Aristocu dünya merkezli evren anlayışında ısrar etmiş ve Galileo’nun bilimsel araştırmaları sonucunda ulaştığı evrenin dünya merkezli olmadığı yönündeki bulgularına şiddetle karşı çıkmış, Galileo’yu Engizisyon yargılaması sonunda ev hapsine mahkum etmiştir.
Bu örnekte kutsal metinlerle kurulan ilişkinin ne tür bir ilişki olduğu, bu ilişkide gerçeğin veya aklın payının ne olduğu ve ne olması gerektiğine dair pek çok mesaj bulabilirsiniz. Önemli olan iki farklı paradigmanın nasıl olup da karşı karşıya geldiğinin ve çatışabildiğinin anlaşılmasıdır.
Evrim teorisine karşı çıkan Müslüman teologlar için de benzer bir durum söz konusudur. Bu teologlar Allah-u Teala’nın her canlıyı sudan yarattığını beyan buyurduğu ayetini2 Allah’ın suyu bir hammadde kullanıp hayvanları, doğayı ve insanı birer heykel gibi yoğurduğu ve onlara ruh üflediği şeklinde anlamazlar. Ancak Allah-u Teala’nın insanı topraktan veya çamurdan yarattığına dair ayet ve hadisleri evrim teorisine karşı delil olarak ileri sürmekten de çekinmezler. Burada su neden bir hammadde olarak öne sürülmemektedir de toprak bir hammaddeymiş gibi anlaşılmaktadır sorusunun cevabı yoktur. Ortada bir metin vardır. Bu metin el-Hak doğrudur. Ancak metinden çıkarılan anlam, teologların zihinlerinde oluşturdukları resim metinden çok uzaktır. Üstelik “Bu metin sadece böyle anlaşılır ve diğer her şey de böyle anlaşılmalıdır.” şeklinde bir zorlama söz konusudur.
Bu irrasyonalitenin verilen fetvalara yansıyan halleri de vardır. Bir örnek vermek gerekirse, bazı mezheplerin bazı fetvalarında abdest alınan su ile (yani abdestte veya gusülde kullanılmış su ile) tekrar abdest ve gusül alınıp alınamayacağı ile ilgili bir soru sorulur. Makul cevabın “alınmaz” olması gerekir. Çünkü bir defa “alınır” dedikten sonra sonsuz defa abdest alınabileceği söylenmelidir ancak o suyun necis olduğunu biliyoruzdur. Bu da abdestin mantığına terstir. Ancak fetvalar “Tekrar abdest ve gusül alınamaz. Ancak (örneğin ayakkabının çamurunu temizlemek için) temizleyici su olarak kullanılabilir. Havluya sildiğiniz zaman da havlu necis sayılmaz.” şeklindedir. Kullanılmış suyun necis sayılması konuya ilişkin bir necasettir. Yani sadece o suyla tekrar abdest alınmamasıyla ilgilidir. Abdest alınan suyla sadece tekrar abdest alınamaz. Onun dışında o suyla yapılabilecek her şey yapılabilir. Ancak kullanılmış su sadece abdeste mani olan bir necasete sahipken bu sefer o suyun abdest alanın üzerine sıçramaması gerektiği de ifade ediliyor. Bu nedenle abdest alanların bu suyu üzerlerine sıçratmamak için ellerinden geleni yaptıklarını da görüyoruz.
Diğer taraftan abdest almanın dini bir davranış olmasından hareketle abdest suyuna da ekstra bir kutsallık atfedenler de olmuştur. Örneğin abdest alınan suyun lağıma dökülmemesi, ayakaltına dökülmemesi gerektiği düşünülür. Çünkü kutsala saygısızlık olacaktır. O halde abdest alınan su başka bir yere, örneğin boş bir topraklık alana dökülmelidir. Hatta bazı evlerde abdest alınan musluğun şebeke giderinden başka yere bağlandığını da görebilirdiniz eskiden.
Dikkat edilirse abdest alınan suya aynı anda hem vücuda değmeyecek kadar necis ama diğer yandan ayak altında veya lağıma dökülmeyecek kadar da kutsal bir su muamelesi yapma çelişkisi doğmuştur.
Bunu yapanları kınamak elbette ki doğru değildir, o ayrı konudur ancak herhangi bir nesnenin dini bir davranışta kullanıldığı için kutsallık kazanması gerekmediği de ortadadır. Böylesi düşüncelerin fıkıh literatürünü ne kadar şişirdiği de ortadadır. Bir düşünceyi olması gerektiğinden daha geniş bir davranış evrenine uyarlayıp aradaki çelişkileri gidermek için de her seferinde yeni bir madde ekleme, Allah Rasulü’nden (sav) ve sahabe efendilerimizden böyle bir husus gelmediği halde konuyu alabildiğine uzatma ve her seferinde daha da anlamsızlaşmasına meydan verme ayrıntılara da ibadet muamelesi yapılmasını beraberinde getirecektir.
Bu durumun da bilimsel düşüncedeki “Doğru olanı nasıl öğrenebiliriz ve doğru düşündüğümüzü nasıl kontrol edebiliriz?” sorularıyla ve bu soruların cevaplarıyla oluşacak yöntem meselesiyle bağlantısı açıktır. Örneğin bir konuda fetva verirken kaynaklara saygılı olmanın gereği olarak o kaynakları doğru anladığımızdan emin miyiz? Kaynağın geçtiği metindeki anlatılanlardan bizim çıkardığımız sonuç gerçekten de çıkar mı? Bu soruların yeniden sorulup yeniden cevaplandırılması ve ortaya tutarlı bir yöntem konulması zaruridir.
Kilisenin ortaçağda “Kaynaklardan ve metinden sadece bu anlam çıkar, başka anlam çıkmaz.” şeklindeki ısrarı ve dayatması pek çok takipçisini kaybetmesine yol açmıştı. İslam dünyasında her ne kadar Hıristiyan dünyadaki anlamıyla kavramsal olarak bir “kilise” olmasa bile bir cins müftüler koalisyonu veya içtihat kapısının kapanmasından sonraki donuk zihinlerin oluşturduğu bir cins konsorsiyum, benzer bir sürecin yaşanmasına yol açmaktadır. Naslardan sadece bu koalisyon yetkililerinin anladığı anlamların çıkabileceği yönündeki ısrar ve dayatmalar ne kadar yoğun olursa olsun insanlar o metinden o anlamın çıkarılmasının yanlış olabileceğini görebiliyorlar. “Huzur İslam’dadır, o halde Müslüman olmayanlar mutsuzdur, perişandır.” söylemi bile cazibesine karşın reel hayatta karşılık bulamadığı için insanların İslam’dan şüphe duymasına neden olabiliyor.
Son olarak dinin formel görüngülerinin (belirli biçimsel kurallarının ve somut davranışları ilgilendiren söylemlerinin) hayatın her alanını kapsadığı ve belirlediği yönündeki yanlış iddiayı görmek zorundayız. Din, bir yönüyle hayatın bütününü kuşatan bir değerler bütünüdür. Bu doğrudur ancak dinin kaynaklarının (Kur’an ve sahih hadisler) dünyanın dönüp dönmediği, küre olup olmadığı, evrimi reddedip etmediği, somut bir yönetim biçimi sunup sunmadığı, bir vergi sistemi öngörüp öngörmediği, trafik kurallarını düzenleyip düzenlemediği gibi konuları tartışmak dahi abestir. Din, hayatın hayatıdır, hem ruhu hem esasıdır. Yani hayata anlam verecek bir ruhtur. Ancak bu dinin sadece manevi bir olgu olduğu anlamına da gelmez. Tabii ki maddi yaşamın belirli yönlerini de düzenler. Ancak bu yönlerin her birine dair ulemanın ve ümeranın koyduğu kuralların “din” olarak sunulması, “din budur” diyerek insanlara dayatılması, insanların da bunları gerçekten dinin kendisi olarak algılaması, sonuçta bu uygulamalardaki yanlışlıkların dine mâl edilmesine yol açacaktır ve açmaktadır da…
1 ) Eski Ahit, Yeşu Kitabı, 10. Bölüm
2 ) Enbiya, 30