Tarihsel Momentler ve Değişen Paradigmalar | Tek Parça
Soru: Bilimsel devrim ve felsefî düşünce tarihindeki dönüşümün İslami ilimlerle ilgisi nedir?
Cevap: Bu ilgi aslında uzun bir hikaye.
Batı’da bir şeyler oldu ve kölelik, cariyelik gibi kurumların insanlık dışı kurumlar, kadınların dövülmesinin canavarlık, birden fazla kadınla evlenmenin eril bir despotluk, kadına mirasta daha az pay verilmesinin tam bir adaletsizlik ve haksızlık olduğu tüm dünya tarafından benimsendi.
Batı’da bir şeyler oldu ve dünyanın düz olmadığı, döndüğü, fiziksel olarak evrenin merkezinde olmadığı, insanların tek bir canlıdan gelişerek oluştuğu ve o canlının başlangıçta insan olmadığı düşüncesi kabul gördü.
Batı’da bir şeyler oldu ve ruhban sınıfının devlet yönetiminde söz sahibi olamayacağı, devleti yönetecek kişilerin halkın onayını alması gerektiği fikri benimsendi.
Peki Batı’da ne oldu ve neden o coğrafyadaki kabuller “evrensel” sayılmaya başlandı?
Bugün dünyada Batı’nın bilimsel, teknolojik, ekonomik, askeri ve hatta kültürel üstünlüğünden söz ediliyorsa bunun bir günde gerçekleşmediği de bilinmelidir. Batı dünyası bu üstünlüğü Rönesans, reform, bilimsel devrim ve sanayi devrimi gibi süresi yüzyıllara dayanan uzun bir sürece borçludur. Adı geçen yüzyıllarda ise Doğu medeniyeti ve İslam dünyası yerinde saymıştır denilebilir.
Hikayeyi baştan anlatmak İskenderiye kütüphanesini dolduracak kadar bir alan ister. Ancak bu hikayedeki 2 kişi hikayenin tümü hakkında ciddi bir fikir verebilecek potansiyele sahiptir. Bu iki insanın yaptıkları; Rönesans, reform, aydınlanma süreçlerini hızlandırarak bilimsel ve endüstriyel devrime giden yolu kısaltmış, dünyayı Batının ayaklarına bir ganimet gibi sermeyi kolaylaştırmıştır. Bu ikilinin niyeti ne olursa olsun sonuç İslam dünyası açısından inkar edilemeyecek bir hüsran, Müslüman zihinlerin “Ne oluyor?” şaşkınlığıyla 800 yıllık uykudan uyanarak gözlerini ovuşturması ve hala daha ne olduğunu anlamaya çalışması, uyanık zihinlerin ise uyuyanları uyandırmaya çalışmadaki yer yer ümitsiz, yer yer hayranlık verici çabalarıyla sonuçlanmıştır.
Kolay değil: Yüzlerce yıldır okunan 15 ciltlik bir tefsirin 12, 20 ciltlik bir fetva külliyatının 18 cildi nostaljik bir hal almıştır. O metinler artık içinde yaşadığımız reel dünyanın herhangi bir sorununu çözmekte veya herhangi bir olgusunu açıklamakta çok zorlanmaktadır. Gözlerini güneşe siper yapıp uzaktaki silueti seçmeye çalışan alimlerimizin bir kısmı ise yaklaşmakta olan cismi bir canavar zannetmiş, kendi gölgesine sığınmaya çalışan kitleleri boş yere korumaya çalışmıştır. Yarı karanlıkta duvara yansıyan ipliğin gölgesini yılan zanneden çocuk gibi davrananlar olmuş, hala aynı şekilde davranmaya devam edenler de az değil.
Tecdit, teceddüt, müceddit, reform, yenilik gibi kavramların doğmasına neden olan sürecin zihinsel boyutunu anlamamız şart. Aksi halde düşüncelerimiz bu kavramların sadece sözlük anlamları etrafında dönüp duracak, nedenlerini ve olup bitenlerin arka planını hiçbir zaman görmeyeceğiz.
Batı’da ne değişti? Nasıl değişti? Bu değişimin Müslümanların düşünce dünyasına etkileri ne oldu, nasıl oldu? Bugün için durum nedir? Konunun bizimle ne alakası vardır ve nasıl bir alakası olmalıdır? Evinde çay içen adamla bilimsel devrim ve felsefi düşüncedeki dönüşümün ilgisi nedir? Daha da önemlisi ve en önemlisiyse, Batı’da değişim ve dönüşüm anlamında hakikaten ne olduğunun ve nasıl olduğunun anlaşılmasıdır.
Descartes ve Newton neyi değiştirdi?
Aslında bu değişimi Descartes ve Newton kendi başlarına yapmış değillerdir. Yani bu insanlar herhangi bir cahiliye toplumuna gelmiş bir peygamber gibi birkaç on yılda o toplumun düşünce yapısını, duygu dünyalarını, yaşam tarzlarını, ahlaki anlayış ve davranışlarını komple değiştirmiş değiller. Ancak eserleriyle, söyledikleriyle, ilgilendikleri konularla ve geliştirdikleri yöntemlerle belirli bir dönüşümün belirli noktalarını teşkil etmişlerdir. Değilse onların da etkilendikleri kişiler, kullandıkları kaynaklar vardır. Bu da birkaç yüz yılı kapsayan bir süreçtir. Bu dönüşümün en kolay anlaşılan iki ismi ve sembolü olduğu için bu kişiler tercih edilebilir ve vitrine konulabilir. Bu dönüşüme aydınlanma da diyebilirsiniz, bilimsel devrim de diyebilirsiniz, başka bir isim de bulabilirsiniz.
Bu konuda Voltaire’e kulak verirsek; “Descartes, körlere görme kuvveti vermiştir. Bu kişiler, antik dönemin ve bilim dallarının hatalarını görmüştür. …Newton’un en büyük talihi ise tüm skolastik saçmalıkların yok olduğu bir dönemde doğmuş olmasıdır. Akıl artık eğitimliydi, dolayısıyla insanlık onun düşmanı değil öğrencisi olabilirdi.”(1)
Newton, bilim tarihçileri içinde fen bilimleri veya doğa bilimleri açısından da hakikaten hemen herkesin kabul ettiği bir dönüşümcüdür. Geleneksel fizik zirveye Newton’la çıkmıştır ve Newton’un paradigması ile kurduğu sistem 200 yıl kadar fiziğin temelini oluşturmuştur. Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematik Temelleri) adıl eseri de modern bilimsel yöntemin temellerini atmıştır. Böylece felsefe ve bilim arasındaki ayrım, bilimin felsefeden ayrılarak özgün bir disiplin haline gelmesi daha da hızlanmış ve kolaylaşmıştır. Gerçi Newton sistemini sıfırdan kurmuş değildir, çalışmalarında Kepler ve başkalarının da etkisi büyüktür ama geliştirdiği sistem önemli bir değişimi ifade etmektedir. Aynı şey Descartes için söylenebilir mi emin değiliz, bu konu tartışılabilir. Ama Newton tam bir devrimcidir, bu kesin.
Newton nesnelerin ve ayın düşmesini 1666 yılında düşünmeye başlar. Bu zamana kadar bu konularda Descartes’çı mekanik öz fikrine sahiptir. Bu görüş “ether” olarak isimlendirilir. Descartes’a göre ether, dünyanın çevresinde bir girdap gibi döner ve bu, ayı dünyanın çevresindeki yörüngede tuttuğu gibi ağır nesnelerin serbest bırakıldıkları zaman düşmelerine de neden olur. Diğer gezegenlerde de bu girdaptan vardır ve genel olarak güneşin etrafında da tüm gezegenleri kendi yörüngelerinde düzen içinde tutan büyük bir anafor vardır. Newton 18 yıl boyunca bu düşünceye inanıyordu. Ancak çalışmaları sırasında Descartes’ın haklılığını görmek için bir sınamaya girişti. Araştırmalar, hesaplamalar, sorgulamalar derken yüzyıllar boyunca Aristotelesçi gelenek içinde ele alınan ve Galileo sayesinde dönüşen “hareket” konusunu yeniden çalışmaya başladı. Bir süre sonra evrensel kütleçekim yasasına ulaştı ve böylece doğayı açıklamakla ilgili bütün Aristotelesçi, skolastik, ortaçağ ürünü yaklaşımlar geçerliliğini yitirdi.
Newton, yaptıklarıyla ilgili “Devlerin omuzlarına oturduğu için öteleri görebildiğini.” söyler. Kendinden öncekilere borcunu bu şekilde açıklar. Yine de bilim tarihinde Newton, kendinden öncekilerin basit bir devam ettiricisi olmadığı gibi sonrakilerin de sıradan bir öncüsü değildir. Yaptığı en önemli şey bulduğu yasalar veya fizik bilimine katkılarından ibaret de değildir. Onun asıl devrimi meselelere yöntem ve yaklaşım konusundadır. Newton bilgiyi metafizik kabuller ve afaki teorilerden çıkarıp somut ve deneysel bir hale getirmiştir. Bilgiyi nicel ve kesin kılmış, bazı ilkeler ortaya koymuştur. Bu da “bakış açısı” denilen şeyi, doğaya, bilime ve evrene, dolayısıyla insana yaklaşımı, son tahlilde de bilim ve düşünce dünyasındaki paradigmaları kökünden etkilemiştir.
Descartes ise felsefe tarihinde bir cins müceddit sayılabilir. Ortaya koyduğu yenilik eserlerinin içeriğinden çok çalışmalarının yöntemi ve meselelere yaklaşımıyla ilgilidir. Ona göre bir düşünür işe her şeyi silerek başlamalıdır. Başlangıç noktasında kullanacağı araç ise kuşkudur veya şüphedir. Bugüne kadar elde edilen hiçbir bilgiye güvenilmemelidir ve her şeyden şüphelenilmelidir. Bu tabii ki geçici bir şüpheciliktir. Sonra adım adım “Ben varım.”, “Ben düşünen bir varlığım.” gibi basit ama kesin önermelerle “Düşünüyorum, öyleyse varım.” aşamasından da geçerek kesin ve kalıcı bilgiye ulaşmaya çalışır. Bu yolda düalizmi benimser, yani beden ve ruh ayrılığını… Beden ve ruh (Ruh burada daha çok zihinsel yeteneklerin toplamı anlamındadır) birbirinden ayrıdır, beden sonlu ruh ise sonsuzdur. Ruh yani zihin gerçektir, ayrı bir melekedir. Beden olmadan da var olabilir. Dolayısıyla madde ve düşünce de ayrı ve bağımsız şeylerdir. İş nihayet “bilgi” konusuna gelir. 4 aşamalı bir yöntemi uygulamaya başlar. Birinci aşamada; doğru olduğundan kesin emin olunmayan hiçbir şeyi doğru kabul etmemek vardır. İkinci aşamada; incelenecek şeyler en küçük parçalarına kadar bölünmektedir. Üçüncü aşamada; bu küçük parçalardan yola çıkılarak karmaşık yapılara doğru giden tümevarımsal bir yol izlenir ve dördüncü adımda da varılan sonuç gözden geçirilir, kontrol edilir. Bu yöntem skolastik felsefeden, kilise etkisindeki metafizik teorilerden tam bir ayrılmayı içerir. Böylece modern felsefenin de temelleri atılmıştır.
Bu iki insanın gerçekleştirdiği devrimi veya dönüşümü tam olarak ihata etmemiz, bu değişimi her yönüyle açıklayıp izah etmemiz çok kolay bir iş değil. Her şeye rağmen bu insanların yaptıkları değişimin belirli noktalarını seçebiliyoruz. Ortada Sanayi Devrimine benzer bir süreç vardır. Sanayi Devrimi İngiltere’de başlamıştır. Buhar makinesi en yaygın örnek olarak kullanılır ancak bu makineden önce de buharla değil ama elle çalışan, basit makineler de olmayan komplike örgü makineleri vardır. Yine de buhar makineleri İngiltere’nin sanayisini ve ihracatını önemli ölçüde geliştirir. Zamanla sanayi devriminin ekonomik refah, işçilerin yaşamı ve kentsel dönüşüme olan etkisi derken dünyanın artık eski dünya olmadığı görülür.
Sonuçta sanayi devrimi denilen bir dönüşümü görebiliyoruz fakat bunun tam sebeplerini, niye İngiltere’de başladığını, aristokrasi ve burjuvazinin bu konudaki etkilerinin tam olarak nasıl olduğunu, neden Fransa’nın değil de İngiltere’nin bunu başarabildiğini ancak bir noktaya kadar açıklayabiliyoruz. Bununla birlikte tam olarak hangi sebeplerin sanayi devrimi gibi bir sonucu doğurduğunu tam olarak göremiyoruz. Bazıları kömür diyebilir ama kömürden ve buhar makinesinden önce de bazı etkiler var. Kimi tarihçiler veya düşünürler “ada ülkesi, kadim demokrasi anlayışı, aydınlanmış aristokratlar ve yüksek burjuva, bunların fabrika sahibi işadamları seviyesine çıkması, Fransızların bunu yapamaması” gibi pek çok teori öne sürmüşlerdir ama tam, kesin, objektif, herkesin onayladığı, her açıdan geçerli ve tutarlı, bütün nedenleri kendinde barındıran bir sebep bulamıyoruz.
Descartes ve Newton’un devrimi insanları nasıl etkiledi?
Aslında insanların büyük çoğunluğunu etkilemedi ve hala da büyük çoğunluğunu etkilemiyor. Çünkü insanlar bu gibi etkiler karşısında istikrarlı bir tavır sergilemezler. Bir çeşit açılma-kapanma, yakınlaşma-uzaklaşma gibi gelgitli bir duruma bürünürler.
Örneğin Newton, ışığın özelliklerini bilimsel yollarla kanıtlamak niyetiyle 16 farklı deney yapar. 8 tane aksiyomu sıralar, bunları çeşitli önermeler ve teorilerle eşleştirerek yaptığı deneyler ve yorumlarla bazı sonuçlara ulaşır. Örneğin renkleri farklı olan ışıkların kırılabilirlik derecelerinin de farklı olması, gün ışığının farklı derecelerde kırılabilir ışınlardan oluşması gibi bilimsel sonuçlara ulaşır. Ayrıca bu deneylerle beyaz ışığın aslında birçok renkten oluştuğu keşfedilir. Elde edilen tüm renkler aslında güneşten gelen ışığın içinde mevcuttur. Bunlar da kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi ve mor renkleridir. Renklerin ayrışmasının prizma kaynaklı olmadığı da bu deneylerle gösterilmiştir. Yani prizma, renkleri oluşturmaz sadece var olan renkleri ayrıştırır. Newton, bu çalışmasında ulaştığı tüm sonuçları da Optik isimli eserinde ayrıntılarıyla açıklar.
Newton’un ölümünden 22 yıl sonra doğan Goethe ise iyi bir edebiyatçı, şair, müzisyen ve siyasetçi olmasının yanında bir ressamdır da. Dolayısıyla o da renklerle ve ışıklarla ilgilenmektedir. Newton’un açıklamaları Goethe’yi tatmin etmemiştir ve o da kendince bir renk teorisi ortaya atmıştır. Bu teorinin temeli matematik veya bilimsel bir yönteme değil sanat felsefesine dayanmaktadır. Goethe kendine ait bir renk çarkı oluşturur ve renkleri tamamen kendisinin oluşturduğu ve “doğal sıralama” dediği bir sıralamaya göre bu çarklara yerleştirir. Çarkı incelediğimizde kırmızıdan başlayarak “güzel”, “asil” ve “iyi” kelimeleri sıralanır. Her kelime çemberde yer alan bir kısmı anlamlandırmak amacındadır. Sarı rengi, aydınlığa en yakın renktir, iyiyi temsil eder ve heyecan vericidir. Kırmızı renk çekicilik, itibar ve ağırbaşlılığı temsil eder. Mavi renk de soğuk bir etki yarattığı için negatif olarak değerlendirilebilir ve gücü temsil eder. Ayrıca ana renkler sadece mavi ve sarıdır, diğer tüm renkler bu ana renklerin farklı derecelerinden ibarettir. Goethe bu teorisini ispatlamak için de antik çağdan o güne kadarki renk teorilerini bir araya getirir, Newton’un teorisindeki bulgularla karşılaştırmalar yapar. Ancak sonuçta Goethe’nin yaptığı şey, bilimsel veya matematiksel bir temelden yoksundur. Felsefî ve sanatsal bir düzlemde değerlendirilmelidir. Çünkü kendi renk sıralamasında renkleri psikolojik temelde karakterize etmiş, kişilere bağlı kriterleri baz almıştır. Çalışmalarında da gözdeki sanal yansımalar, birbirini tamamlayan renkler ve renkli gölgeler üzerine yoğunlaşmıştır. Bunlar da fiziğin veya bilimin değil, resim sanatının ve sanat felsefesinin, estetiğin konularıdır.
Goethe’nin bu teorisiyle romantizm akımında bir hareketlenme, bir canlanma meydana gelir ve bu da bir çeşit anti-bilim dalgası oluşturur. Daha sonraları da Schopenhauer, Wittgenstein gibi isimlerle renk konusuna felsefi ve romantik yaklaşımlar artarak devam eder. Böylece renk, bilimsel olarak sadece laboratuvarlarda incelenir hale gelirken edebiyatta, şiirde, resimde ve felsefede ise bilimsel temelden yoksun bir şekilde zihinsel spekülasyonlara bağlı olarak ele alınır hale gelir.
Ayrıca çocuk felci aşısının 1960’larda uygulanmaya başlamasından bu yana ne kadar faydalı olduğunu hepimiz biliriz. Ancak son zamanlardaki akıl dışı bir akım olarak aşı karşıtlığı konusundaki yükselmeyi de biliyoruz ve bu nedenle onlarca yıldan sonra çocuk felci vakalarıyla yeniden karşılaşmaya başladık. Ancak hem eğitim oranındaki artış, hem çocuk felci aşısı gibi üzerinde spekülasyon yapmaya yer olmaması gereken açık bir olgu bile ortadayken yarım asır sonra insanlar yeniden irrasyonel davranmaya başlayabiliyorlar.
Dolayısıyla gerek Newton gerek Descartes olsun, gerekse de bilim ve düşünce dünyasında yeni açılımlar geliştiren farklı isimler olsun, bu insanların yaptıkları şeyler, ortaya koydukları eserler çok hızlı ve muhteşem etkiler oluşturmuş, insanlığı kısa sürede aydınlatmış ve bir çırpıda mutluluk dolu zamanları getirmiş değildir. Yani bu insanlar esasında hem az sayıda insanı etkilemiştir hem de etkilenenler arasındaki etki süreci dalgalanma şeklinde olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Asıl Nokta: Bir Şeyin Doğruluğundan Emin Olmak!
Sahiden herhangi bir şeyin doğruluğundan nasıl emin olabiliriz?
Ulaştığımız sonuçları nasıl ve neye göre kontrol edebiliriz?
İçsel dünyamızın yani insan olarak bizim dışımızda işleyen evrene dair (ki buna insanın bedeni de dahildir, gökyüzü, atomlar, yeryüzü de dahildir) nasıl gerçek bilgi sahibi olabiliriz?
Bir önermenin doğruluğunu nasıl kontrol edebiliriz?
Bu konuda her ne kadar diğer düşünürler ve bilim insanlarının katkısı inkar edilemez olsa da Newton ve Descartes ile sembolleştirilebilecek bir bakış açısı farklılığı oluşmuştur. Bu fark insanın, bir şeylerin doğruluğundan nasıl emin olabileceği ile ilgilidir.
Gelinen durumu tek bir kelimeyle isimlendirmek aslında zordur. Buna bazen taakkul (akıl yürütme, akletme, zihni yorarak anlama) anlamında rasyonalite demek isteyebilirsiniz. Ancak bu kelimeler yüzyıllarca çokça çiğnenen sakız haline geldikleri için bir parça anlamlarını kaybetmiş olabilir. Örneğin siz “akletmek” deyince Mutezile olmakla suçlanabilirsiniz ancak kastettiğiniz başka bir şeydir. Rasyonalite deyince salt rasyonalist hatta pozitivist, daha da ilginci materyalist olmakla bile suçlanabilirsiniz ancak demek istediğiniz her ne kadar basit olsa da farklıdır.
Gelinen noktayla ilgili şöyle bir fıkra nakledilir: Skolastik yöntemin hakim olduğu Ortaçağda bir grup filozof ve din adamı atların ağzındaki diş sayısını tartışmaktadırlar. Her biri Aristoteles’ten, Platon’dan örnekler vererek kendi görüşünü kanıtlama çabasındadır. Orada bulunan genç öğrencilerden birisi “Bunu öğrenmenin kolay bir yolu var, ahıra giderek atların dişlerini sayalım.” der. Bu genci tartaklayarak kovarlar ve tartışmaya devam ederler. Çünkü o skolastiklere göre ilim böyle öğrenilmez. Newton ve Descartes öncesi bilim ve ilim dünyasının hali budur.
Bizde de durum çok farklı değildir. Herhangi bir konuda hocalara, imamlara, kadılara fetva sorulduğunda yüzlerce yıllık birikimin ürünü olan fıkıh kitapları ve o kitaplardaki görüşler tartışılır. Hanefi, Şafii, Hanbeli, Maliki ulemasının görüşleri karşılaştırılır. Her mezhebe göre farklı fetvalar verilir. Ancak bir türlü doğrudan Kur’an ve hadislere bakılmaz. Aslında fetva vermek, ayet ve hadislerde hakkında açıkça hüküm bulunmayan meselelerde akıl yürütme sonucunda ulaşılan bir sonucun fetva sorana aktarılmasıdır. Ancak akıl yürütme cehdi anlamında içtihat yüzyıllardır durgun bir su haline geldiğinden her seferinde o sudan bir kova alınır gibi insanlara fetva verilmektedir. Yeni su kaynakları oluşturma gibi bir dert yeterli derecede değildir. Bu nedenle de çok yakın zamanlara kadar gelişen teknolojik ürünlere “haram” fetvaları vermek gibi abes işlerin yanında artık evrensel değerler haline gelmiş kavramlara ve normlara karşı çekingen bir yaklaşım hakimdir.
Özetleyecek olursak; Newton ve Descartes’ın yaptıkları, gerçekleştirdikleri açılım üç maddede ele alınabilir:
Birincisi: Bir meselenin doğruluğundan emin olmak ve doğru bilgiye sahip olmak konusunda metot değişikliğidir. Hatta metot değişikliği yerine tam anlamıyla bir metodu ilk defa ortaya koymuşlardır denilebilir. Bu yöntem kısaca, bir atın ağzındaki dişlerin sayısını birilerinin kitaplarından ve fikirlerinden öğrenmek yerine bizzat gidip atın ağzındaki dişleri saymak olarak özetlenebilir.
İkincisi: Sayılardan ve matematikten ciddi şekilde yararlanmaktır. Daha doğrusu bunu öne almak ve esas haline getirmektir. Bu insanlar matematik yapmak için matematik yapmış değillerdir. Sadece belirli konularda doğru sonuca ancak sayıların yardımıyla ulaşılabileceği gerçeğini kabul etmişler ve öyle de davranmışlardır. Burada “sayı” kavramı salt dört işlem, çeşitli denklemler, integral, trigonometri gibi yöntemlerden daha çok sayılar ve olgular arasındaki ölçü, ölçek, oran ve orantı anlayışını ifade eder. Yani matematiğin de tâbi olduğu kanunlar veya temel kanundur asıl mesele. Çünkü sonuçta astronomi gibi alanlar da aslında bir oran-orantı kavrayışına bağlı olarak işlemektedir. Bu ölçek konusu önemli çünkü dini konularda da pek çok fetvanın ve pek çok yorumun temelinde bu ölçeğe uygunluk veya uygunsuzluk meselesi yatmaktadır.
Üçüncüsü: Newton ve Descartes öncesinde düşünürler, filozoflar veya ulema arasındaki çok önemli bir eğilim şudur: Bu insanlar bir şekilde kabul edilmiş bir önermeden yola çıkarak gerçek hayat hakkında hüküm verme alışkanlığına sahiptir. Bu, zihinsel bir alışkanlıktır. Zihinsel bir önermeden yola çıkarak gerçek hayatın ne olduğuna ya da nasıl olması gerektiğine dair hüküm vermek alışkanlığına dair basit bir örnek: “Dünya ve ahiret saadetini sağlayan tek şey İslam’dır.” önermesini ele alalım. Bu, zihinsel bir önermedir. Ayet ve hadisler okunmuş, ulemanın eserleri ve söyledikleri incelenmiş, böylece zihinsel bir önerme oluşturulmuştur. Bu zihinsel önerme de gerçek hayata uyarlanınca “O halde Batılılar veya Müslüman olmayanlar mutlu değildir.” sonucuna ulaşılır. Müslüman olmayanların (ki bunlar da genellikle ve öncelikle Batılılar olarak düşünülür) mutlu olduklarına dair çeşitli emarelerle karşılaşılırsa bu durumda da “Hayır, onlar aslında mutlu değil, yalan söylüyorlar.”, “Batıda psikiyatrlara giden insanların ve antidepresan kullananların sayısını biliyor musun? Onlar aslında mutlu değil.” gibi yanlış tevillere gidilir.
Buradaki asıl sorun zihinsel olarak oluşturulmuş bir teoriden yola çıkılarak bu teorinin reel dünyaya uyarlanmaya çalışılmasıdır.
Galileo zamanında da “Semavi cisimler ulvidir. Ulvi olan şey mükemmeldir. Mükemmel şekil çemberdir veya küredir. Mükemmellik aynı zamanda pürüzsüz olmayı gerektirir. Pürüzlü olmak mükemmelliğe terstir. Dolayısıyla ayın lekeleri olmadığı gibi ay pürüzsüzdür. Tam bir küre şeklindedir.” düşüncesi hakimdir. Galileo “Ben teleskopla baktım ve inceledim. Ayın üzerinde çeşitli lekeler ve pürüzler gördüm.” deyince de onun düşünceleri kabul görmemiş hatta kendisi suçlanmıştır.
Dolayısıyla sorun düşüncenin doğru işletilememesinden kaynaklanmaktadır ancak bu sorunun neden olduğu alt sorunlar insanların hayatlarını etkilemektedir.
Bir Uyarı
Bütün bunları anlatırken şu uyarıyı da yapmak gerekir: Burada anlatılanlar Newton’un yönteminin evrenin bütününe uygulandığında doğru sonuçları vereceği anlamına gelmemektedir. Fiziğin ilerleyen aşamalarında Newton’un yanlışlandığına dair görüşler de vardır. Kuhn’un da bilimsel devrimlerin yapısını çözümlerken ifade ettiği gibi, her dönemin kendine özgü paradigmaları, ortak görüşleri ve yaklaşımları, ortak kabulleri vardır. Bunlar zamanla değişebilir, bir açıklama modelinin yerini başkası alabilir. Önemli olan bu değildir. Önemli olan doğru olanı anlama konusunda Newton ve Descartes’ın kendilerinden önceki düşünürlerden daha farklı bir şey yapmış olmalarıdır. Bunu anlayabilmek insanlığın bilgi ve ilim birikimindeki farklı dönüşümleri ve değişimleri anlamada bir anahtar olacaktır.
Meseleyi Anlamak ve Benimsemek
Buraya kadar anlatılanları insanlara aktarmakta, özellikle de bu farklı yöntem ve dahası herhangi ciddi ve gerçek bir “yöntem” konusunu dert edinmemiş insanlara aktarmakta ciddi anlamda zorluklar yaşamak mümkündür. Evet, Newton da Descartes da doğruyu anlama konusunda farklı bir şey yapmışlardır. Bunu, bu yapılanları değil belki ama “yöntem” konusunda farklı bir şeylerin mümkün olduğunu doğru anlamak ve mümkün olduğunca da anlatmak ve aktarmak zorundayız. Ancak düşünün! Amerika’daki okulların eğitimdeki başarılarının nedenini araştıran bir özel okul müdürünü düşünün. Bu müdür Amerika’daki okulların başarılı olmasının en önemli nedenlerinden biri olarak 5 öğrenci başına 1 bilgisayar düştüğünü görmüş, böyle bir bilgiyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine okula çok sayıda bilgisayar aldırmış hatta bir bilgisayar laboratuvarı açmış, aldırdığı bilgisayarları da oraya koyup kapısını kilitletmiştir. Sayısal bölüm öğrencileri haftada 2-3 saat bilgisayar dersi görmekte ve kapı yine kilitlenmektedir. Bu müdüre meselenin bilgisayar sayısı olmadığını, konunun işleyen ve canlı bir sistem kurulması ve işletilmesi olduğunu, bilgisayarın eğitim sistemi içindeki tek yerinin bilgisayar dersleri olmadığını, öğrencilerin bilgisayara ulaşabilirliklerinin tam olarak sağlanması gerektiğini nasıl anlatabilirsiniz? Veya bir büyükşehir belediyesinin o şehirdeki insanların kültürel seviyelerini yükseltmek adına bir kültür merkezi inşa ettiğini düşünün. Bir kültür merkezi inşa etmekle o şehirde sanata, sanatın çeşitli dallarına, edebiyata, görgü ve trafik kurallarına uymaya, iş ahlakının geliştirilmesi gibi meselelere katkı sağlanamayacağı açıktır. Ancak meseleyi sadece bir “kültür merkezi” binası yapıp o binada haftada 2-3 etkinlikle şehrin kültürüne katkı sağladığını düşünen bir belediye yönetimine ne anlatabilirsiniz? Nasıl anlatabilirsiniz?
Dolayısıyla bir realiteyi veya hakikati gerçekten ama gerçekten anlamak önemli bir şeydir. Bunu aktarmak başka bir zorluktur.
Aynen öyle de “Doğru nedir?”, “Bir meselenin doğruluğundan nasıl emin olunabilir?” gibi meselelere dair kavramları gerçekten de o şekilde düşünmeye çalışmayan kimselere aktarmak oldukça zordur.
Newton’un kendisi bile bizzat kendisinin en önemli öncülerinden olduğu bu mantık devrimini tam anlamıyla yaşamış ve benimseyebilmiş değildir. Onun çalışmalarında simya da en az fizik kadar önemli bir yer tutmaktadır. Dini metinleri de uzun süre incelemiş ve kendi fiziksel hesaplamalarına göre geçmiş olayların, hatta gelecekteki muhtemel olayların da bir kronolojisini hazırlamaya çalışmıştır. İncil’deki kehanet görünümlü zaman dilimlerini seçmiş ve 2060 tarihini bir cins kıyamet tarihi ya da Tanrısal bir çağın başlangıcı olacak bir dönüm noktası olarak hesaplamıştır.
Ayrıca yukarıda anlatılan “yöntem meselesi”, bugün için halen çoğu üniversite hocası veya çoğu alim tarafından henüz benimsenmiş değildir maalesef. Bu nedenle de bu meselelerin Türkiye’de anlaşılması ve aktarılması daha da zordur denilse yeridir. Çünkü Türkiye gibi Batılılaşma veya modernleşme serüveni yüzyıllara dayanan bir ülkede ideal eğitim anlayışı bile geleneksel olarak şudur: Bir veya bir grup öğrenci Batıya gider, eğitim görür, ülkesine döner ve bunu Türkiye’de öğrencilere aktarır. 19. Yüzyılın sonları ve 20. Yüzyılın başlarında bu durum ciddi bir akım haline bile gelmiştir. Mehmet Akif’in Asım’ın Nesli’nde yapmayı düşündüğü şey biraz da budur. Tevfik Fikret’in de hayalidir bu. Yani idealist bir genç Avrupa’ya gidecek, teknik bilgilerle donanıp gelecek ve ülkesine o bilgiyi aktaracaktır. Ancak dikkat edilirse bu öğrencinin yapacağı şey bir bilim dalının önemli konularını var olan kitaplardan ve hocalardan öğrenmek, ülkesine dönüp bu öğrendiklerini aktarmaktan ibarettir. Bunun da aslında fıkıh kitaplarını okuyup “İmam-ı Azam’ın görüşü şudur. İmam Şafii şöyle demiştir.” Demekten pek farkı yoktur. Hatta Risale-i Nurları iyi okuyup anlayarak o kitaplarla insanlara ders yapmaktan da pek farkı yoktur. Yani ortada maddenin veya bir fikrin direkt kendisiyle muhatap olup onu bizzat anlamaya çalışma, farklı yöntemler ve düşünceler üretme gibi bir anlayış bizde maalesef yok denecek kadar azdır.
Türkiye’de ister dini alanda olsun ister pozitif bilimler alanında olsun “ilim” veya “tahsil” kavramları halen bir yerlere gidip var olan bir şeyleri okuyup öğrenmek, ezberlemek ve gelip onu yeni nesillere aktarmaktan ibarettir. Bu nedenle de Newton ve Descartes devrimlerini aktarmak hatta tam olarak ifade etmek oldukça zor bir meseledir.
Kutsal Metinle Kurulan İlişki ve Doğru Okuma
Tevrat’ta şöyle bir pasaj vardır:
RABBİN Amorîleri İsrail oğullarının önünde teslim ettiği gün,
Yeşu RABBE söyledi; ve İsrailin gözü önünde dedi:
Dur, ey Güneş, Gibeon üzerinde;
Ve Ay, sen Ayyalon deresinde. Ve millet düşmanlarından öç alıncıya kadar, Güneş durdu,
ve ay yerinde kaldı. Yaşar kitabında bu yazılmış değil midir? Ve güneş göklerin ortasında durdu, ve tam bir gün kadar batmakta acele etmedi. RABBİN insan sesini işittiği o gün gibi bir gün ondan evvel ve ondan sonra olmadı; çünkü RAB İsrail için cenk etti.(2)
Pek çok Yahudi ve Hıristiyan teolog bu ayetlerin literal şekilde anlaşılmasına karşı çıkıp mecazi anlaşılması gerektiğini ifade etse de Orta Çağ’da Katolik Kilisesi bu ayetleri literal olarak anlama, sadece lafzın ilk anlamını düşünme eğilimindedir. Galileo ise bu ayetlerle birlikte evren ve doğayla ilgili diğer ayetlerin de literal anlaşılmasına karşı çıkmıştır. Ona göre Kutsal Kitap bir astronomi kitabı değildir. Kutsal kitap bizlere Tanrı ve ahiret hakkında bilgiler vermek için vardır. Doğa da Tanrının bir kitabıdır ve Tanrının bahşettiği gözlerle ve akılla okunmalıdır. Kilise ise Aristocu dünya merkezli evren anlayışında ısrar etmiş ve Galileo’nun bilimsel araştırmaları sonucunda ulaştığı evrenin dünya merkezli olmadığı yönündeki bulgularına şiddetle karşı çıkmış, Galileo’yu Engizisyon yargılaması sonunda ev hapsine mahkum etmiştir.
Bu örnekte kutsal metinlerle kurulan ilişkinin ne tür bir ilişki olduğu, bu ilişkide gerçeğin veya aklın payının ne olduğu ve ne olması gerektiğine dair pek çok mesaj bulabilirsiniz. Önemli olan iki farklı paradigmanın nasıl olup da karşı karşıya geldiğinin ve çatışabildiğinin anlaşılmasıdır.
Evrim teorisine karşı çıkan Müslüman teologlar için de benzer bir durum söz konusudur. Bu teologlar Allah-u Teala’nın her canlıyı sudan yarattığını beyan buyurduğu ayetini(3) Allah’ın suyu bir hammadde kullanıp hayvanları, doğayı ve insanı birer heykel gibi yoğurduğu ve onlara ruh üflediği şeklinde anlamazlar. Ancak Allah-u Teala’nın insanı topraktan veya çamurdan yarattığına dair ayet ve hadisleri evrim teorisine karşı delil olarak ileri sürmekten de çekinmezler. Burada su neden bir hammadde olarak öne sürülmemektedir de toprak bir hammaddeymiş gibi anlaşılmaktadır sorusunun cevabı yoktur. Ortada bir metin vardır. Bu metin el-Hak doğrudur. Ancak metinden çıkarılan anlam, teologların zihinlerinde oluşturdukları resim metinden çok uzaktır. Üstelik “Bu metin sadece böyle anlaşılır ve diğer her şey de böyle anlaşılmalıdır.” şeklinde bir zorlama söz konusudur.
Bu irrasyonalitenin verilen fetvalara yansıyan halleri de vardır. Bir örnek vermek gerekirse, bazı mezheplerin bazı fetvalarında abdest alınan su ile (yani abdestte veya gusülde kullanılmış su ile) tekrar abdest ve gusül alınıp alınamayacağı ile ilgili bir soru sorulur. Makul cevabın “alınmaz” olması gerekir. Çünkü bir defa “alınır” dedikten sonra sonsuz defa abdest alınabileceği söylenmelidir ancak o suyun necis olduğunu biliyoruzdur. Bu da abdestin mantığına terstir. Ancak fetvalar “Tekrar abdest ve gusül alınamaz. Ancak (örneğin ayakkabının çamurunu temizlemek için) temizleyici su olarak kullanılabilir. Havluya sildiğiniz zaman da havlu necis sayılmaz.” şeklindedir. Kullanılmış suyun necis sayılması konuya ilişkin bir necasettir. Yani sadece o suyla tekrar abdest alınmamasıyla ilgilidir. Abdest alınan suyla sadece tekrar abdest alınamaz. Onun dışında o suyla yapılabilecek her şey yapılabilir. Ancak kullanılmış su sadece abdeste mani olan bir necasete sahipken bu sefer o suyun abdest alanın üzerine sıçramaması gerektiği de ifade ediliyor. Bu nedenle abdest alanların bu suyu üzerlerine sıçratmamak için ellerinden geleni yaptıklarını da görüyoruz.
Diğer taraftan abdest almanın dini bir davranış olmasından hareketle abdest suyuna da ekstra bir kutsallık atfedenler de olmuştur. Örneğin abdest alınan suyun lağıma dökülmemesi, ayakaltına dökülmemesi gerektiği düşünülür. Çünkü kutsala saygısızlık olacaktır. O halde abdest alınan su başka bir yere, örneğin boş bir topraklık alana dökülmelidir. Hatta bazı evlerde abdest alınan musluğun şebeke giderinden başka yere bağlandığını da görebilirdiniz eskiden.
Dikkat edilirse abdest alınan suya aynı anda hem vücuda değmeyecek kadar necis ama diğer yandan ayak altında veya lağıma dökülmeyecek kadar da kutsal bir su muamelesi yapma çelişkisi doğmuştur.
Bunu yapanları kınamak elbette ki doğru değildir, o ayrı konudur ancak herhangi bir nesnenin dini bir davranışta kullanıldığı için kutsallık kazanması gerekmediği de ortadadır. Böylesi düşüncelerin fıkıh literatürünü ne kadar şişirdiği de ortadadır. Bir düşünceyi olması gerektiğinden daha geniş bir davranış evrenine uyarlayıp aradaki çelişkileri gidermek için de her seferinde yeni bir madde ekleme, Allah Rasulü’nden (sav) ve sahabe efendilerimizden böyle bir husus gelmediği halde konuyu alabildiğine uzatma ve her seferinde daha da anlamsızlaşmasına meydan verme ayrıntılara da ibadet muamelesi yapılmasını beraberinde getirecektir.
Bu durumun da bilimsel düşüncedeki “Doğru olanı nasıl öğrenebiliriz ve doğru düşündüğümüzü nasıl kontrol edebiliriz?” sorularıyla ve bu soruların cevaplarıyla oluşacak yöntem meselesiyle bağlantısı açıktır. Örneğin bir konuda fetva verirken kaynaklara saygılı olmanın gereği olarak o kaynakları doğru anladığımızdan emin miyiz? Kaynağın geçtiği metindeki anlatılanlardan bizim çıkardığımız sonuç gerçekten de çıkar mı? Bu soruların yeniden sorulup yeniden cevaplandırılması ve ortaya tutarlı bir yöntem konulması zaruridir.
Kilisenin ortaçağda “Kaynaklardan ve metinden sadece bu anlam çıkar, başka anlam çıkmaz.” şeklindeki ısrarı ve dayatması pek çok takipçisini kaybetmesine yol açmıştı. İslam dünyasında her ne kadar Hıristiyan dünyadaki anlamıyla kavramsal olarak bir “kilise” olmasa bile bir cins müftüler koalisyonu veya içtihat kapısının kapanmasından sonraki donuk zihinlerin oluşturduğu bir cins konsorsiyum, benzer bir sürecin yaşanmasına yol açmaktadır. Naslardan sadece bu koalisyon yetkililerinin anladığı anlamların çıkabileceği yönündeki ısrar ve dayatmalar ne kadar yoğun olursa olsun insanlar o metinden o anlamın çıkarılmasının yanlış olabileceğini görebiliyorlar. “Huzur İslam’dadır, o halde Müslüman olmayanlar mutsuzdur, perişandır.” söylemi bile cazibesine karşın reel hayatta karşılık bulamadığı için insanların İslam’dan şüphe duymasına neden olabiliyor.
Son olarak dinin formel görüngülerinin (belirli biçimsel kurallarının ve somut davranışları ilgilendiren söylemlerinin) hayatın her alanını kapsadığı ve belirlediği yönündeki yanlış iddiayı görmek zorundayız. Din, bir yönüyle hayatın bütününü kuşatan bir değerler bütünüdür. Bu doğrudur ancak dinin kaynaklarının (Kur’an ve sahih hadisler) dünyanın dönüp dönmediği, küre olup olmadığı, evrimi reddedip etmediği, somut bir yönetim biçimi sunup sunmadığı, bir vergi sistemi öngörüp öngörmediği, trafik kurallarını düzenleyip düzenlemediği gibi konuları tartışmak dahi abestir. Din, hayatın hayatıdır, hem ruhu hem esasıdır. Yani hayata anlam verecek bir ruhtur. Ancak bu dinin sadece manevi bir olgu olduğu anlamına da gelmez. Tabii ki maddi yaşamın belirli yönlerini de düzenler. Ancak bu yönlerin her birine dair ulemanın ve ümeranın koyduğu kuralların “din” olarak sunulması, “din budur” diyerek insanlara dayatılması, insanların da bunları gerçekten dinin kendisi olarak algılaması, sonuçta bu uygulamalardaki yanlışlıkların dine mâl edilmesine yol açacaktır ve açmaktadır da…
1 ) Voltaire, İngilizlere Dair Mektuplar, 1910. S: 110-115. (New York: The Collier Pres)
2 ) Eski Ahit, Yeşu Kitabı, 10. Bölüm
3 ) Enbiya, 30