25 dk.
06 Ekim 2023
Umumi Musibetler ve Sabır Yarışında Düşmanları Geçmek | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Umumi Musibetler ve Sabır Yarışında Düşmanları Geçmek | Tek Parça

Soru: Umumi musibetlerin insanların çoğunluğunun hatasından kaynaklandığı, yine çoğunluğun tevbe, pişmanlık ve istiğfarı gidebileceği söyleniyor. Bu bağlamda musibetlere karşı tavrımız ve sabır yarışında düşmanları geçme hususunu izah eder misiniz?

 

Cevap:

Bu konunun birden çok boyutu vardır. Bu yüzden mesele maddeler hâlinde ele alınacaktır.
 

Birincisi: Dünyada Geçerli Kanunlar ve Rekabet
 

İki rakip insan, firma ve grup aynı hedef istikametinde çalışıyorsa ve bunların bu istikamette birbirlerine zarar verme durumu var ise burada bir sabretme yarışı olduğu düşünülebilir. İnsanların birer “müsabaka” anlayışı ekseninde düşündüğü durumlarda asıl mesele sabır yarışıdır. Bir tarafın daha güçlü diğer tarafın daha zayıf, bir tarafın zengin bir tarafın orta hâlli, bir tarafın bilgili diğer tarafın cahil, bir tarafın tecrübeli diğer tarafın deneyimsiz olduğu durumlarda da bütün bu kavramların birleştiği nokta sabır müsabakasını kazanmaktır. 

 

Efendimiz (sas) zamanında yaşanan Bedir, Uhud, Hendek savaşları ve benzeri gazvelerde bütün çatışmalar tek bir savaş meydanında, tek bir defada yaşanıp bittiği için mevzu neredeyse tamamen karşılıklı tahammül müsabakasına dönüşmüş gibidir. Yani hangi taraf ölmeye, öldürülmeye, yaralanmaya karşı daha çok sabrederse o taraf kazanacaktır ve öyle de olmuştur. 

 

Örneğin Hendek savaşını ele alalım. Arapların geleneğinde bir şehri etrafına hendekler kazarak savunmak şeklinde bir savaş biçimi yoktur. Bedevi yani göçebe kültürün getirdiği şartlar içerisindeki Araplar savaşı bir an evvel bitirip ganimeti ele geçirme ve memleketlerine dönme hesabındadırlar. Ancak müşrik kabileler ve Medine halklarından olan Beni Kurayza Yahudileri tarafından kuşatılan Medine’de Müslümanlar altı gün boyunca hendekler kazmış, daha sonra da müdafaa pozisyonuna çekilmişlerdir. Kuşatma bir aya yakın sürmüştür. Bu bir ay boyunca bazen açlık tehlikesi, bazen Beni Kurayza Yahudilerinin ihaneti nedeniyle arkadan vurulma ve ailelerin (yani sivillerin) katledilmesi endişesi gibi insan doğasındaki sabır kuvvetini tahrip eden hadiseler yaşanmıştır. Müşrik kabileler de en son gün çıkan şiddetli rüzgarla sabırlarının tamamen tükenmesi nedeniyle kuşatmadan vazgeçmişler ve hiçbir şey kazanamadan savaş meydanını terk etmişlerdir.

 

Yine Uhud savaşını düşünürsek Efendimiz (sas) şehir savunması yapılmasını uygun bulduğunu söylemesine rağmen özellikle genç sahabilerin meydan savaşı fikrinde ısrar etmeleri nedeniyle Efendimiz de çoğunluğun görüşüne uyarak meydan savaşına karar vermişlerdir. Daha sonra Efendimiz ashabına “Eğer sabreder ve üzerinize düşenleri yaparsanız Allah size zafer ihsan edecektir.”1 buyurmuş ve savaş meydanına doğru yola çıkılmıştır. Ancak savaş esnasında bazı sahabilerin belli konularda sabırsız davrandıkları ve sebepler planında bu sabırsızlığın neticesinde savaşın sonucunun da değiştiği söylenebilir. Her ne kadar her iki taraf için de mutlak bir yenilgi söz konusu olmasa da mutlak bir zafere de ulaşılamamıştır.

 

Ancak ertesi gün Mekkeli müşriklerin geri dönüp Medine’ye baskın yapacakları haberi alınınca Efendimiz (sas) bir gün önce Uhud’da savaşanların toplanmasını, düşmanı takibe çıkılacağını duyurmuştur. Bir gün önce Uhud’a katılmayanların bu takibe katılmalarına ise izin verilmemiştir. Sadece, babası bir gün önce Uhud’da şehit düşen Cabir bin Abdullah (ra), bakacak kimsesi bulunmadığı için kız kardeşine bakması nedeniyle Uhud’a katılmadığını beyanla izin istemiş, Efendimiz de sadece Hz. Cabir’e izin vermiştir. Onun dışında müşrikleri takip etmeye çıkan orduya Uhud’a katılmayan kimse katılmamıştır. Üstelik Uhud’da yaralananlar dahi bu takip seferine katılmışlardır. Efendimiz’in (sas) gözcü olarak gönderdiği üç sahabiden ikisini müşrikler yakalamış ve şehit etmişler, Müslümanların kendilerini takibe çıktıklarını anlayınca da yeni bir savaşa kalkışmaktan korkarak Mekke’ye dönmüşlerdir. Efendimiz (sas) Hamraulesed mevkisine kadar gelmiş, orada 5 gün konaklamış, 500 kadar ateş yaktırmış ve bu ateşlerin alevleri çok uzaklardan dahi görülmüştür. Bunun anlamı, Müslümanların müşrikleri takibe çıktığı, gerekirse savaşma kararında oldukları ancak müşriklerin bunu göze alamayıp savaş meydanına gelemedikleridir ki Araplar da bu durumu bu şekilde anlayacaklardır. Nihayet savaş gerçekleşmeyince Efendimiz (sas) de beş gün bekledikten sonra ordusuyla Medine’ye geri dönmüştür.

 

Uhud da (belki haddimiz olmayarak ancak kesinlikle tenkit sadedinde değil) bazı sahabilerin bir nevi sabırsızlık göstererek savaşın neticesine sebepler planında etki ettiklerini söyleyebilsek de bu gazve ile sahabe efendilerimiz tam bir sabır kahramanlığı göstermişlerdir. Çünkü daha bir gün önce ciddi bir savaş yaşanmış, yüzlerce insan yaralanmış, savaşın şokunu atlatmadan, dinlenmeden ve yaralılar dahi tam tedavi edilmeden ertesi gün takibe çıkılmıştır. Böylece sahabe efendilerimiz gösterdikleri bu sabır kahramanlığı ile adeta Uhud’daki beraberliği galibiyete çevirmişlerdir.

 

Nitekim Uhud savaşı ile ilgili olarak inen bir ayette de Allah Teala; 

 

Şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte biz, Allah'ın gerçek müminleri ortaya çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imha etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.”2 buyurur.

 

Yani bu dünyada dünya kanunları geçerli olduğu için ister Efendimiz (sas) dönemindeki muharebeler ister bu dönemdeki ekonomik, siyasi, hukuki mücadeleler olsun insanlar arasında, hatta Allah’ın dinine yardımcı olmaya çalışanlar ve buna aldırmayanlar arasında da rekabetler, mücadeleler, farklı boyutlarda çekişmeler ve karşılıklı zarar vermeler birer ihtimal olarak mevcuttur ve yaşanabilir. Bu bağlamda karşılıklı zarar vermeler de kaçınılmaz olacaktır.

 

Bu nedenle her milletin tarihinde yer alan savaşlarda zaferler kadar yenilgiler de vardır. Her ne kadar milletler kaybettikleri savaşlardan ziyade kazandıklarını anlatsa ve bunları daha çok hatırlatsa da, realite ortadadır.

 

Efendimiz (sas) döneminde Uhud, savaş mantığı açısından tam bir yenilgi sayılamasa da zafer de sayılamaz, belki savaş terminolojisi açısından bakılınca “sonuçsuz savaş” gibi görülebilir. Huneyn savaşının ilk anlarında da Müslümanlar muvakkat bir bozgun, kısmî bir dağılma yaşamıştır. Çünkü bu Allah Teala’nın “Biz o günleri insanlar arasında döndürür dururuz.” beyanından da anlaşılacağı üzere mukadder bir hâldir, dünyada geçerli kanunların bir sonucudur.

 

Bu açıdan bakılınca, hayat bir yönüyle olumsuz şartlarda ne yapabildiğinizden ibarettir. Vakalar, şartlar, insanlar yüzünüze gülerken, elinizde fırsat ve kaynak bolluğu varken, herkes sizi takdir ederken, bir şeyler yapmak veya yapıyor görünmek kolaydır. Böyle bir durumda işler yolunda gittiği için arada sırada ortaya çıkan hatalarınız, eksikleriniz ve kusurlarınızla kimse ilgilenmez.

 

Ancak hayatın asıl neticesini veren, esasen insanın zor zamanlarda, yani insanların ve olayların acı yüzlerini gösterdiği, kaşlarını çattığı zamanlarda ne yapabildiğinizdir.

 

Aile içi en ufak bir huzursuzlukta insanlar eşleriyle olan problemi toparlayamadıkları için aileler dağılıp gidebilir. Parasal bir iflası kaldıramayan insanların intihar haberlerine şahit olmak mümkündür. Örnekler çoğaltılabilir ve biz Allah Teala’dan her zaman afiyet isteriz. Ancak işin sonunda, yani ömrümüzün nihayetinde bir nevi Z raporu alırken elimizde kalan şeyler; olaylar ters giderken, sabır göstermek gerekirken yaptığımız şeylerden ibaret olacaktır.

 

Hayaller & Hayatlar

 

Belki hepimizin zihninde güzel şeyleri, salih amelleri ortaya koyma, güzel bir şeyler yapma adına düşlediğimiz güzel zamanlar vardır. “Şu kadar param olsun, yaşadığım yer, ofisim veya çalışma odam şu kadar geniş olsun, bu kadar geniş bir kütüphaneye sahip olayım, eşim, dostum, arkadaşlarımla ilişkilerim iyi olsun, ben de kendimi iyi hissedeyim, çevremde bazı konularda yol gösteren insanlar bulunsun, kendimde ve yakınlarımda bir sağlık problemi olmasın. İşte o zaman ne güzel işler yaparım. Kur’an hafızı olurum, iman hakikatlerini yazar veya anlatırım. Kafamdaki projeleri hayata geçiririm. Bir kitap çıkarırım. İlgilenmem gereken insanlarla ilgilenip onların daha güzel bir hayat yaşamalarına yardımcı olabilirim.” gibi hayalleri hepimiz kurabiliriz. Bu hayallerin ayrıntıları mizaçlarımıza ve eğilimlerimize göre değişebilir ancak hayallerin genel çerçevesi genellikle bu şekildedir, yani hayır ve güzellikler adınadır. Ancak yine bu hayaller her zaman rahat ve sorunsuz bir ortamda gerçekleşecekmiş gibi hissedilir.

 

Piyango çekilişlerinden bir süre önce bazı televizyonlar piyango bileti alanlarla röportaj yapar ve onlara büyük ikramiyenin çıkması durumunda ne yapacaklarını sorarlardı. Bilet alanlar da “Önce bu paranın bir kısmıyla fakirlere yardım ederim, yetimhaneye veya huzurevine bağışlarım.” gibi sözler söylerlerdi. Bu hayaller de bahsettiğimiz duruma benzemektedir. Yani insanlar şartlar çok iyiyken, çok uygunken, ortada hiçbir sorun yokken iyilik yapmaya eğilimlidir.

 

Ancak diğer taraftan yaşımız kaç olursa olsun amel defterimizde parıldayan şeyler şartların bizim hayallerimizdeki gibi uygun olmadığı zamanlarda, hayatın koşuşturmacası içinde, imkanların azlığı dahilinde değerlendirdiğimiz, bizim de verimsiz, eksik, kusurlu bulduğumuz ancak öyle ya da böyle yapabildiğimiz hayırlı amellerden, güzel işlerden ibarettir. Hatta denilebilir ki; zor şartlarda hiçbir şey yapılmamışsa o zaman amel defterimiz büyük ihtimalle boş kalmıştır.

 

Şundan emin olabilirsiniz: Hayatınız bugüne kadar farklı derecelerde zorluklarla geçti. Bazen unla şeker bulunmadı bazen de yağ eksik kaldı. Yani paranız olduğu zaman vaktiniz, vaktiniz olduğu zaman da paranız olmadı. Çevrenizde arkadaşlarınız var iken ve size destek verirlerken başka projeler sizi meşgul etti. Boş ve rahat olduğunuz zamanlarda kaygılar veya başarısızlık endişeleri zihninizdeki güzel görülen tasavvurları gerçekleştirmeye engel oldu. Ancak bütün bunlar olurken arada bir yerlerde hayır adına ne yaptıysanız, ne öğrendiyseniz, ne anlattıysanız, ne okuyup yazdıysanız, birileriyle hayır adına ne kadar ilgilendiyseniz yanınıza sadece bunlar kâr kaldı.

Zor Zamanlardan Elimizde Kalan

Son iki maddeyi tekrar açalım:


Birincisi; var olan bir şeyin hayatta kalıp kalmayacağı, devam edip etmeyeceği zor zamanlarda belli olur. İnsanın ister aile içindeki zor zamanları, ister maddi sıkıntılar içindeki zor zamanları, ister hastalık anlarındaki zor zamanları o insanın aile birliğinin, ticaretinin veya sağlığının devam edip etmeyeceğini gösterir. 


İkincisi; istediğimiz, hayalini kurduğumuz tam rahat zamanlar bu dünyada ya hiç olmaz veya milyonda bir gerçekleşir. Bir insan genç yaşlarından ileri yaşlarına kadar onlarca kitap okumaya dair plan program yapsa, çoğu değil hepsi de yarım kalsa, ileri yaşlarında planlayıp yapamadıkları değil yapabildiği kadarı elinde kalacaktır ve elinde kalanlar hiç de az, önemsiz şeyler olmayacaktır.

İkincisi: Dünyada iyi ve kötü arasında her zaman bir çatışma yahut rekabet vardır. 
 

Örneğin birkaç tane lise öğrencisiyle ilgileniyor olsanız, onların kendi serbest ortamlarında çeşitli günahlara gireceği varsayımıyla o öğrenciler için programlar hazırlayıp uygulamaya çalışsanız olayın mahiyeti gereği karşınıza farklı engeller, yani rekabet etmeniz, mücadele etmeniz gereken durumlar çıkacaktır. Karşınıza her zaman somut bir rakip, müşahhas bir düşman çıkmak zorunda değildir. Ancak örneğin kaynakların azlığı, zamanın sınırlı olması ve öğrencilerin ilgi düzeyleri de rekabet edilmesi gereken hususlardır.

 

Yine örneğin imanın ve salih amelin varlığı, bireysel veya toplu tebliğ faaliyetleri; küfür, fücur veya nifak için kendiliğinden bir engel oluşturur. Sizin bir arkadaş grubu içinde namaz kılan, gıybet etmeyen, harama bakmayan bir insan olmanız o grubun salih olmayan amelleri ortak bir şekilde işlemesi için pozitif bir engeldir. Yine siz orucun güzelliklerini ve haramın kötülüklerini anlattığınız zaman haramları hoş gören bazı kimseler, onlarla yoğun bir şekilde iştigal etsin etmesin, ondan para kazansın kazanmasın fark etmeksizin bundan rahatsız olabilir. Genç bir hanımefendi imanı, iman içindeki iffeti, iffetteki ibadet neşvesini ve o bağlamdaki tesettürü hem haliyle hem sözleriyle gösterip anlatınca birilerinin keyfine mâni olmuş olacaktır. Çalıştığınız yerde bir hırsızlığa, rüşvete, haram kazanç elde etmeye mâni olduğunuz ve bu çerçevede salih bir amel ortaya koyduğunuz durumda da şerirlerin tekerine çomak sokmuş olursunuz.

 

Bu meselenin en alt seviyesi budur. En üst seviyesini ise Hz. Âdem (as) ve onun nesli ile Şeytan ve yardımcıları arasındaki mücadele, rekabet olarak düşünebilirsiniz. Bu rekabet ve mücadele de zamanın belli bir anında başlamış, kıyamete, belki haşre kadar hatta bir yönüyle cennet veya cehenneme kadar devam edecek bir mücadele, bir rekabettir.

 

İşin doğası böyle olduğu için birileri Efendimiz (sas) zamanında olduğu gibi müminlere açıkça zarar vermeye çalışacak, onları aç, fakir bırakacak, ambargolar uygulayacak, hatta onları öldürmeye çalışacak ve bunun için gerekli şartları hazırlamak için uğraşacaklardır.

 

Nitekim bir ayette; “Ey iman edenler! Sabredin, sabırda (kararlılıkta) yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allah’a karşı gelmekten sakının ki başarıya ulaşabilesiniz.”(3) buyrulmuştur ki “Meselenin bu kısmını önceden bilin, hazırlıklı olun, karşınıza çıkacak zorluklara karşı tahammül etmekle birlikte o zorlukların üstesinden gelmek için direnç gösterin, daha önceden yapageldiğiniz hayırlı işleri, salih amelleri o zorluklarla karşılaştınız diye terk etmeyin.” denilmiş olmaktadır. Ayetteki “usbirû” ibaresi “Sabredin.", hemen arkasından “ve sâbirû” ibaresi ise “Bu sabrı doğal bir rekabet halinde bulunduklarınızdan daha yüksek bir performansta gösterin.” veya “Kararlılıkta onlardan daha sabırlı ve sürekli olun.” manalarını içermektedir.

 

Demek ki burada da bütün mevzu hangi tarafın daha uzun süre sabırlı olacağına dayanmaktadır. Nitekim zikredilen ayet de “Siz yara aldı iseniz (size bir zarar dokunduysa), karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı (onlara da zarar dokundu). İşte biz, Allah'ın gerçek müminleri ortaya çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imha etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.”(4) buyrulur ki Allah’a inanıyor olmak bu sabır yarışında müminlerin en önemli güç kaynağı, sabır madenleridir.

 

Bediüzzaman bir yerde “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından (olayların ağırlığından) kurtulabilir.”(5), bir başka yerde de; “Tam münevver-ül kalb bir âbidi (kalbi tam aydınlanmış ve ubudiyette derinleşmiş bir mümin kulu), küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi (Allah’ın her şeyi kendine muhtaç eden kudretini), lezzetli bir hayret ile seyredecek.”(6) diyerek imanın insana kazandırabileceği gücü, kuvveti ve bakış açısını tasvir etmiştir.

 

Müminin İman Sayesinde Bildiği

 

Bir müminin, kâinatta olan biten her şey gibi kendi başına gelen musibetlerin de belli bir hikmete tabi olduğunu, belli bir ilahi plan-program çerçevesinde seyrettiğini bilmesi, bu bilgiyle eşya ve hadiselere bakması öyle büyük bir nimettir ki tarifi çok zordur. 

 

Bu noktada da Bediüzzaman’ın verdiği bir örnekle devam edelim:

 

Buharlı lokomotifleri bilirsiniz. Tepesindeki bir bacadan duman tüttürerek ve büyük bir gürültüyle ilerleyen trenlerin lokomotifidir bunlar. Bu trenlerin nasıl çalıştığını, birer tren olduklarını, kendisi önüne atlamadıkça kendisine bir zarar vermeyeceğini çocuklar dahi bilmektedir. Bu nedenle günümüzde yaşayan bir çocuk böylesine gürültülü, tepesinden dumanlar çıkararak ilerleyen bir lokomotifi görünce korkmaz, çünkü nasıl çalıştığını, bir şoförün veya vatmanın o lokomotifi kontrol ettiğini, trenin de şoförünün talimatlarına göre hareket ettiğini bilir. Ancak geçmiş çağlarda yaşayan Herkül, Zaloğlu Rüstem gibi kahramanlar bir zaman tünelinden geçip günümüze gelseler ve bir tünelin içinden gürültüyle, tepesinden dumanlar savurarak çıkan bir lokomotifi görseler, bu lokomotifi bir canavar zannedip kaçabilirler. Çünkü o lokomotifin aslında ne olduğuna, nasıl çalıştığına, hangi prensiplere göre hareket ettiğine, onu kimin neye göre hareket ettirdiğine dair hiçbir fikirleri yoktur.

 

Aynı şekilde, Allah Teala’nın ilmine, kudretine ve iradesine dair az çok bilgisi ve imanı olan bir mümin dabbetül arzı görse belki içinde bir parça korku oluşabilir ancak onun da kanun tahtında, belli prensiplere göre hareket ettiğini, Allah’ın ilim, irade ve kudretinin dışında hareket edemeyeceğini bildiği için içinde bir emniyet hissi oluşacaktır. Bu da kendisine bir güç verecektir. Aynı mümin Allah’a, Onun ilmine, iradesine ve kudretine inanmasıyla ve Kur’an’daki bazı kanunları bildiği için emniyet ve güven hisleriyle dolu olacaktır. “Başıma bunlar geldi ancak her şey, her şeyin dizgini elinde olan Zatın kontrolündedir. Bu başıma gelen musibet yeter ki ahiretime zarar vermesin, o konuda dikkatli olayım, gerisi çok da önemli değildir, bir şekilde hallolacaktır.” diyebilecektir.

 

Çünkü o mümin örneğin Hz. Nuh’un (as) kavmiyle yıllar süren mücadelesini belki defalarca okuyup dinlemiştir. Hz. Nuh’un işin başlangıcında nasıl aşağılanıp hor görüldüğünü, kendisine inananlarla birlikte toplumdan dışlandıklarını, “deli” damgasıyla damgalandığını, baskı altına alındığını, faaliyetlerini gerçekleştirmemesi için karşısına türlü engeller çıkarıldığını, bir oğlunun ve hanımının bile kendisinden misyonu itibariyle yüz çevirdiklerini, nihayet “Rabbim! Ben yenik düştüm, mağlup oldum. Yardım et!”(7) duasını ettiğini, daha sonra göklerin kapılarının açıldığını ve bardaktan boşanırcasına yağmurlar yağdırıldığını, yerden de su kaynaklarının patlarcasına fışkırdığını, zalimlerin ve facirlerin sellerde boğulup giderken Hz. Nuh (as) ve ashabının ise sağlam bir gemide selamet içinde yüzüp gittiğini, sonunda kurtuluşa ve ferahlığa erdiklerini bilir.

 

Hz. Yusuf’un (as) kendisini kıskanan kardeşlerinin hasetleri nedeniyle kuyuya atıldığını, kardeşlerinin hesap edemeyeceği birileri tarafından kurtarıldığını, bir süre köle gibi gezdirilip satıldığını, sonra saraylarda yetiştirilip eğitildiğini, nihayet büyük makamlara ve nimetlere sahip kılındığını da bilir.

 

Ashab-ı Kehf’in facir ve zalim bir kavmin içinde Allah’a inandıkları için takibata uğradıklarını, dinlerinin ve hayatlarının selameti için bir mağarada gaybete çekildiklerini, yanlarındaki köpekleriyle birlikte muhtemelen yüzlerce yıl uyku gibi rahat, endişesiz, ferah bir alemde bekletildiklerini, gerçek süreyi ise sadece Allah’ın bilebileceğini, dolayısıyla musibetlerin vazifeli oldukları süreyi de Allah’ın takdir ettiğini, ancak eninde sonunda O’nun vaadinin gerçekleşeceğini, bu süre boyunca mağara arkadaşlarının kendilerini sadece bir gün kadar uyumuş zannettiklerini, süreyle ilgilenmediklerini, sonunda hem kavmi hem de idarecileri tarafından haklarının teslim edildiğini ve kendilerinin hem yaşarken hem ölümlerinden sonra insanlara bir ders ve ibret hatırası kılındıklarını da çok iyi bilir.

 

Kaybetme Kuşağında Kazananlar

 

Ebu Bera isimli bir kabile reisi Allah Rasulü’nden (sas) kabilesine İslam’ı anlatacak bir heyet göndermesini ister. Efendimiz de (sas) ashab-ı suffeden oluşan 70 kadar sahabiyi bu kabileye gönderir. Kabile yolda bir yerde konaklar. İçlerinden Harâm bin Milhan ve iki arkadaşı Efendimiz’in mektubunu kabile reisine önden götürmekle görevlendirilir. Bu üç kişi yolda giderlerken Ebu Bera’nın yeğeni olan Amir bin Tufeyl ve emrindeki birkaç kişi ile karşılaşırlar. Harâm bin Milhan onlara görevlerini, ne için geldiklerini anlatır ancak Amir bin Tufeyl zaten baştan beri Efendimiz’e ve İslam’a karşı kin güden birisidir. Hz. Harâm’ın sözlerini bitirmesini bile beklemeden arkasından bir mızrakla onu öldürtür. Harâm bin Milhan, Bedir ve Uhud gazisidir. Ayrıca suffa ashabındandır. Vücudunda açılan yaradan fışkıran kana ellerini sürer. Sonra kendi kanıyla boyanan ellerini yüzüne ve başına sürer. Bu esnada muhtemelen ahiretteki makamını müşahede etmiştir ve “Kabe’nin Rabbine yemin olsun, ben kazandım!” diye haykırarak şehit olur.(8)

 

Ayette yer alan “Siz bir yara aldı iseniz onlar da bir yara aldı.” ibaresindeki “siz” hitabı adeta demektedir ki; “Fakat sizin Allah’ınız var. Siz Allah’a iman ediyorsunuz. Demek ki bu işin neticesinde beklediğiniz bir mükafat var. Diyelim ki korkularınız gerçekleşti, bu dünyada beklediğiniz zafer gelmedi veya sizin ömür sürenize göre geç geldi. Bu, sizin bu işten zararlı çıktığınız anlamına gelmez.”

 

Evet, Ammar bin Yasir’in mübarek anne ve babası veya Musab bin Umeyr, Hz. Hamza gibi isimler ne Mekke’nin fethini gördüler ne de İslam’ın Arap coğrafyasının dışına taşıp alemşümul bir hâl aldığına şahit oldular. Belki o zafer günlerini görmek isterlerdi ancak görememeleri kaybettiklerini göstermez. 

 

Bir de Ensarın sıddıkı olarak bilinen Sad bin Muaz (ra) hazretleri vardır. Hendek savaşında Kureyşli bir müşrikin attığı okla kolundaki atar damardan yaralanır. Belki de son duası; “Allah’ım! Sen biliyorsun ki Rasulünü yalanlayan, vatanından çıkaran kavim (Kureyş) kadar kendileriyle harp ve cihad etmek istediğim kimse yoktur. Allah’ım! Öyle zannediyorum ki bizimle onlar arasında artık yapılacak harp kalmamıştır. Eğer Kureyş ile başka bir harbimiz daha kaldı ise Senin yolunda onlarla cihad etmem için beni hayatta bırak. Eğer aramızda yapılacak harp kalmamış ise bu yaramı deş de bu yüzden bana şehitlik nasip et!”(9) olmuştur ve bu duası kabul edilmiştir. O da Allah Rasulü’nün davasının galibiyeti, İslam’ın muzaffer olması için ömrünü adamış ancak Mekke’nin fethini, Müminlerin dünyevi olarak tam muzafferiyetini göremeden şehit olmuştur. Ancak "Onun bu şehadetiyle bir kaybı vardır, dünya gözüyle müşriklerin, zalimlerin sonunu göremediği için kendisine yazık olmuştur." denilemez.

 

Kazanmanın Temel Şartı

 

Her mücadele bir açıdan rakiple olan sabır yarışı gibidir. İster üniversiteye giriş sınavları olsun ister bir malın piyasaya pazarlanması olsun bu rekabet ve sabır yarışı neredeyse her alanda geçerlidir. Dünya şartlarında kaynaklar kısıtlı olduğu için her zaman bir rekabet var olacaktır ve her rekabet esasında sabır müsabakası demektir. Bu sabır müsabakasında rakiplerden daha sabırlı olmak, yani ister çalışmaya karşı ister olumsuz şartlara ve haberlere karşı ister o sürecin getirdiği problemlere karşı rekabet edilenlerden daha sabırlı olmak kazanmanın temel şartıdır.

 

Bir ayette; “Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.”(10) buyrulduktan sonra gelen ayette; “Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.”(11) buyrulur. 

 

Her iki ayetteki oranlar dikkat çekicidir. Allah Teala önce bire on şeklinde bir orandan, sonra da bire iki şeklinde bir orandan bahsetmiştir.

 

Demek ki imanın, tevhidin, teslim ve tevekkülün müminin kalbine ve zihnine verdiği kalite o kavramlara sahip olmayanlara göre en az bire iki oranında daha fazladır. Bu kavramlar müminde tam yerleştiği zaman ise bu oran bire on şeklinde olmaktadır. İman, mümini her zaman ve her durumda en az bire iki oranında yüceltmektedir denilebilir. Tabii ki bu imanın kelimenin tam manasını ifade eden iman olduğu, yani sadece dille “İnandım!” deyip geçmek değil, aklın ve kalbin bütün şubeleriyle gerçekleştirilen bir tasdik olduğu açıktır.

 

Hayır Yarışında Sabır

 

Ayet-i kerimede ifade edilir ki; “Herkesin yöneldiği bir kıblesi, hedefi, gayesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayırda, hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”(12)

 

Müminler “sabırda yarışma” kavramı bağlamında hayırlı amellerde bulunma, faydalı işler yapma meselesini de kendi aralarında bir sabır yarışına dönüştürebilirler.

 

Aslında imanı kendisini güzel ahlak sahibi yapabilmiş bahtiyar müminler bu kavrama doğal olarak sahiptirler. Örneğin birisinin canını sıkacak bir hadise olmuştur ancak o kişi bu hadiseyi sırf canları sıkılmasın, moralleri bozulmasına diye anne babasına, eşine dostuna anlatmaktan vazgeçebilir. Böylece anlatmaktan vazgeçtiği kişinin moralinin bozulmamasına yardımcı olmuş olur ki bu da bir sadaka sevabı kazandıracaktır. Çünkü müminin tebessümü bile bir sadaka ise(13) bir yakınına şefkat göstererek canını sıkmamak için olumsuz bir hadiseyi anlatmaktan vazgeçmesi daha büyük bir sadaka sevabı kazandırsa gerektir. Bu durumu bir kişi için değil iki kişi yahut on, yirmi kişi için yapsanız daha da büyük sevap olacaktır. Demek ki mümin, sabrederek içinde tuttuğu olumsuz bir hadiseyi çevresine anlatmaktan vazgeçince hem sabır sevabı hem sadaka sevabı kazanmış olmaktadır Allah’ın lütfu ile…

 

Sahabe efendilerimiz de Efendimiz’in (sas) teşviki ile kendi aralarında hayırda yarışırlardı. Tebük seferine çıkılacağında Efendimiz (sas) ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için sahabe efendilerimizi infak seferberliğine çağırmıştı ki o dönemde Medine’de ciddi bir kıtlık hakimdi. Buna rağmen sahabe mümkün olduğunca infakta bulundular. Hz. Osman (ra) tam donanımlı 300 deve, 1000 dinar para infak etmiş, ailesi de bütün kıymetli mücevherlerini hibe etmişti. Efendimiz de (sas) Hz. Osman’ı “Bundan sonra Osman’a yapacağı hiçbir şey zarar vermez.”(14) buyurarak müjdelemişti. Hz. Ömer (ra) malının yarısını getirmiş ve bu şekilde bu sefer Hz. Ebu Bekir’i (ra) geçeceğini düşünmüştü. Sonra Hz. Ebu Bekir’in (ra) malının tamamını getirdiğini görmüştü. Efendimiz de Hz. Ebu Bekir’e “Ailene ne bıraktın?” diye sormuş Hz. Sıddık (ra) da “Allah ve Rasulünü bıraktım.”(15) cevabını vermişti ki bu cevap Hz. Ebu Bekir’e imanda ve sadakatte yetişilemeyeceği gibi emre itaat ve infakta da yetişilemeyeceğinin göstergesi olmuştu. 

 

Bunlar az ya da çok mal varlığı olan sahabilerdi. Diğer yandan Ebu Akîl (ra) bir gece boyunca sırtında su taşıyarak hamallık yapmış, karşılığında yaklaşık altı kg hurma kazanmış, bunun yarısını ailesine nafaka olarak ayırmış, kalan üç kilosunu ise infak havuzuna koyması için Efendimiz’e (sas) götürmüştü. Efendimiz de onun bu tasaddukunu alıp kabul etmiş ve dua buyurmuştu. Üstelik böyle yapan sadece Ebu Akîl de değildi, Ukbe bin Amr’ın (ra) beyanına göre pek çok sahabi sırtlarında yük taşıyarak karşılığında bir şeyler kazanmışlar ve kazançlarını götürüp infak etmişlerdi. Münafıklar, nicelik olarak çok tasaddukta bulunanlara “Gösteriş yapıyor.”, az miktarda tasadduk edenler için ise “Allah’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur.” diyorlardı. Bu da bir çeşit psikolojik rekabet sayılırdı ki “Sadaka hususunda müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir ve onlar için acı verici bir azap vardır.”(16) ayeti müminlere ciddi bir müşevvik olmuştu.(17)

 

Hakkı ve Sabrı Tavsiye

 

Asr suresindeki “hakkı tavsiye etmek” meselesi genellikle biliniyor kabul edilir ancak “sabrı tavsiye etmek” ibaresi bazen eksik anlaşılabilmektedir.

 

Hakkı, hakikati öğrendikten sonra bu hakikatleri hayatımızda uygulamaya koyarken de, bir şeyin daha doğrusunu yapma çabası içindeyken de bir eğriyi bırakmaya gayret ederken de aynı zamanda sabretmek gerekir. Çünkü bunlar sabrı gerektirmektedir. Örneğin namazı daha güzel kılmak, namaza daha çok vakit ayırmak demek bir insanın fuzuli alışkanlıklarına daha az zaman ayırması demektir. Bu da en azından başlangıç için sabır gerektirebilir. 

 

Aynı şekilde bir hakikati hayata geçirme aşamasında başımıza sırf bu yüzden bazı imtihanlar da gelebilir. Bu da kendine göre bir sabır istemektedir.

 

Bu noktada da Âl-i İmran suresi 200. ayetinde geçen “isbirû” ifadesi “sabredin” demek olduğu gibi hemen arkasından gelen kelime “ve-sâbirû” bir işteşlik ifade etmektedir. Buradaki işteşlik “Karşılıklı olarak sabredin.” anlamından ziyade baştaki “Ey iman edenler!” hitabına da uygun olarak “Müminlerle birlikte sabredin, adeta sabırdaş olun!” manasında anlaşılmalıdır.

 

Demek ki sabrın topluca, bir grup tarafından paylaşılmasından, ortaklaşa yerine getirilmesinden doğan bir fayda vardır ki Kur’an bu manada müminlerden birbirlerine sabrı tavsiye etmelerini istemektedir.

 

Allah Teala’dan bize bahşettiği sabır kuvvetini yerli yerinde harcamamızı, israf etmememizi, sabır yarışında düşmanları geçmemizi nasip etmesini diler ve dileniriz!

 


 

1 ) Vakıdi, c. 1, s. 214

2 ) Âl-i İmran, 140
3 ) Âl-i İmran, 200

4 ) Âl-i İmran, 140

5 ) 23. Söz, 1. Mebhas, Üçüncü Nokta

6 ) Üçüncü Söz

7 ) Kamer, 10
8 ) Buhari, Cihad, 9; Müslim, İmare, 147

9 ) Buhari, Megazi, 30

10 ) Enfal, 65

11 ) Enfal, 66

12 ) Bakara, 148

13 ) Müslim, Birr, 144; Tirmizi, Birr, 36

14 ) Tirmizi, Menakıb, 18

15 ) Tirmizi, Menakıb, 16

16 ) Tevbe, 79

17 ) Buhari, Zekat, 10