Yeryüzünün varisi inananlar olacaksa Müslümanlar niçin bu halde? | Tek Parça
Soru: Kur'an-ı Kerim'de yeryüzü mirasının inanan mümin kullara bırakılacağı söyleniyor. Fakat günümüzde baktığımız zaman özellikle birkaç asırdır müminler çok geri durumdalar ve dünyayı yöneten süper güçler Müslüman değiller. Bu durumda yeryüzü mirasının süper güçlere kaldığını, dolayısıyla onların Kur'an-ı Kerim'de Allah’ın vadettiği zümreye dahil olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa farklı bir yorum mu yapmamız gerekir?
Cevap: Ayet-i kerimede “Andolsun Zikir'den (Tevrat’tan) sonra Zebur'da da: “Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır.” diye yazmıştık.”1 buyrulmaktadır. Dolayısıyla anahtar kavramlar “miras” ve “salih kul” kavramları olmalıdır. O hâlde öncelikle “miras” ve “salihler” kavramları üzerinde durulması gerekmektedir.
Birincisi: Gerçek Miras ve Hayırlı Murisler
Yeryüzünün miras kalması meselesi klasik tefsirlerimizde genellikle dünyaya hâkim olma, dünyanın genel yönetimini elinde bulundurma şeklinde anlaşılmıştır. Ancak konunun hakimiyet meselesine indirgenmesi, sadece dünyayı yönetmekten ibaret olarak ele alınması pek makul değildir. Üstelik miras kelimesi “kök” ve “temel” anlamlarına geldiği gibi “birinin diğerinden devraldığı eski durum” anlamına da gelir ki burada mirasın veya mirasçının hiç değişmemesi söz konusu değildir.
Örneğin bir anne baba çocuklarına ciddi bir maddi birikim miras bırakır ancak muris olan çocuk veya çocuklar o mirası har vurup harman savurabilir. Yahut kendisine miras kalan tarlayı ekip biçmez, çorak bir arazi hâlinde bırakabilir. Bu durumda o çocukların iyi birer varis olamadıkları anlaşılır. Yahut salih ve saliha bir anne babanın çocuğu günahkar, facir bir insan olabilir ve bu durumda da anne babasının dindar mirasını zayi etmiş olur. Veya kaliteli, ilim ve hikmet dolu ve iman hakikatlerini anlatan güzel kitaplar onları anlamayacak, hayata geçiremeyecek, onların üzerine bir sistem inşa edemeyecek kişilerin elinde kalsa yine o güzellikler, miras alanların elinde heder oldu diye bakılır.
İnsanlar veya milletler de bir şekilde dünya hakimiyetini kazanıp sonra tabiatı mahvedebilirler, insanlara zulmedebilirler, sömürge sistemleri kurup başka ülkeleri sömürebilirler, “yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için”2 çalışabilirler. Bunların Müslüman veya gayrimüslim olup olmamaları da önemli değildir. Bunlar için de “Yeryüzü onlara miras kaldı.” demek tam doğru olmayacaktır. Çünkü mirasın hakkını vermek yerine onu ziyan etmektedirler.
İkincisi: İmtihan Süreçlerini Veraset Kazanımı Olarak Düşünmemek
Allah Teala bizi her hâlimizle imtihan edecektir. Servet ve güç gibi hoşumuza giden şeylerle de fakirlik ve hastalık gibi hoşumuza gitmeyen şeylerle de imtihan edecektir. Her farklı durum yeni bir imtihan demektir. Her imtihan için de olması gereken doğru davranışlar kümesi vardır. Örneğin fakirlikte sabretmek ve dilenmemek ama gerçek ihtiyaç varsa yardımı kabul etmek; zenginlikte ise zekatını veya sadakasını vermek ve serveti doğru yerlere kullanmak gerekir.
Bu durum bireyler için böyle olduğu gibi toplumlar, devletler, ülkeler ve imparatorluklar için de böyledir. Her seviyenin, her durumun kendine göre imtihanı vardır. Bu manada Allah Teala’nın imtihan olarak birilerine güç vermesi birilerini de zayıf bırakması durumlarına bakarak “Her şey bitti.” denilemez.
Zaten ayette de “Eğer size bir yara dokundu ise o kavme de benzeri bir yara dokunmuştur. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehitler/şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.”3 buyrulur.
Ayrıca Hz. Enes’in (ra) naklettiği şu hadise de konumuz açısından manidardır: Efendimiz’in (sas) Adbâ adlı devesi bazen yarışlara katılır ve genellikle birinci gelirdi. Bir gün binek devesine binip gelen bir bedevi yarışta Adbâ’yı geçince bu durum Müslümanların hoşuna gitmedi. Efendimiz (sas) bu durumu fark edince ashabına “Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak Allah’ın değişmez kanunudur.”4 buyurdu.
Bu bağlamda Hz. Musa’nın (as) “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında zinet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! (Onlara bu nimetleri), insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler diye mi (verdin)?”5 şeklindeki beyanı da güzel bir örnektir. Demek ki Allah Teala müminlerin hoşuna gitse de gitmese de salih olmayan kullarına da dünyevi iktidar, güç ve servet verebilmektedir. Zaten Firavun’a verilen bu imkanlar Hz. Musa (as) ve Ona inananlar açısından her şeyin bittiğini, Firavun’un yeryüzüne vâris olduğunu göstermemektedir.
Efendimiz (sas) döneminde de müminlerin Mekke’deki hâllerine bakarak “Bunlar yeryüzüne varis olacak değillerdir.” denilemeyeceği gibi o insanların Uhud, Hendek veya Huneyn’de yaşadığı muvakkat bozgunların ilk anlarına bakılarak da “Allah böyle vaat etmişti ama şimdi müminler yeniliyor, müşrikler arza varis oluyorlar.” denilemez.
Tabii bu noktada “muvakkat” kavramının insanlar tarafından farklı anlaşılmaya müsait olduğu da unutulmamalıdır. İnsanlar “muvakkat” veya “geçici” gibi kavramları genellikle kısa süre olarak düşünmektedirler ancak “muvakkat” denilince bu 6 aylık bir süreç de olabilir 6 yıllık 60 yıllık veya 100 yıllık bir süre de olabilir. “İnsan pek acelecidir…”6 ancak zamanın Rabbi de Allah’tır ve insanın aceleciliği meselelerin hakikatini belirleyecek bir özellik değildir.
Üçüncüsü: Batı Dünyası, Müslüman Ülkeler ve Yeryüzü Mirasçılığı
Batı Dünyasının özellikle sanayi devriminden bu yana bütün dünya üzerindeki yaklaşık 300 yıllık bir hakimiyetinden söz edilebilir. Tabii bu zaman dilimleri meseleyi nerede başlattığınıza göre değişebilecektir. Ancak en az 300 yıllık bir Batı üstünlüğünden bahsetmemiz mümkündür. Bu üstünlük de ekonomik, askeri ve bilimsel üstünlükle başlamış zamanla kültürel üstünlüğe yani baskın kültürün de Batı kültürü olmasına kadar evrilmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen yeryüzüne Allah’ın salih kullarının değil Batılıların sahip olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü bu durum yukarıda açıklanan birinci madde kapsamında veraset ile açıklanamayacağı gibi ikinci madde kapsamında düşünülünce de meselenin bittiğini göstermemektedir.
Diğer yandan halklarının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde onlarca yıldır totaliter yönetimlerin işbaşında oldukları görülmektedir. Ancak bu süreçlere de o ülkelere diktatörlerin varis olduğu şeklinde değil o ülke insanlarının imtihanı olarak bakılmalıdır. Allah Teala bazen bazı kullarını başka kullarına imtihan için musallat edebilir. Bu durum aynen mikropların insanlara musallat olmaları gibidir.
Özetleyecek olursak;
- Ayette yeryüzü kendilerine miras bırakılacak kişiler salih kullar olarak adlandırılmıştır. Ellerine geçen güç ve imkanları salih ameller istikametinde kullanmayanlara mirasçı denilemez.
- İmtihan süreçleri biten, sonlanan süreçler değildir. Salih kullar bazen baskı ve zulüm altında kalabilir. Bu durum zalimlerin ve baskıcıların mirasçılar olduğu anlamına gelmeyeceği gibi zulüm altındakilerin hiçbir zaman yeryüzüne veya lokal bir şekilde mirasçı olamayacakları anlamına da gelmemektedir.
- Batı dünyasının birkaç yüz yıllık üstünlüğüne veya Müslüman ülkelerdeki İslam’la bağdaşmayan totaliter yönetimlere bakarak da salih kulların kendi ülkelerine veya yeryüzüne mirasçı olamayacakları söylenemez.
Bu üç madde şimdilik giriş maddeleri olarak değerlendirilmelidir. Gelecek yazıda meselenin asıl noktalarına temas edilecektir.
Salih Kullar ve Salâhat: Gayrimüslim Salihler
Söz konusu ayette yeryüzünün salih kullara miras kalacağı beyan buyurulmuştur. Bu çerçevede “salih kul” kavramı daha çok ilahi emirlere ve yasaklara riayet eden insan anlamına gelse de sözlük anlamı itibariyle salih kelimesi; “faydalı, iyi, doğru ve güzel olan, işe yarar, her türlü bozukluk ve yanlışlıktan arınmış; barışçı, uyumlu” anlamlarına gelir.(7) Dolayısıyla salih kelimesinde yaptığı işi mahiyeti itibariyle sağlam ve derli toplu yapmak anlamları da bulunmaktadır.
Konuyu paratonerin icadından sonra yaşanan gelişmelerle örneklemek mümkündür. Benjamin Franklin 18. yüzyılda paratoneri icat eder ancak bu durum kilise tarafından tepkiyle karşılanır. Çünkü kilise yıldırımların Tanrının bir cezası olduğunu düşünür ancak paratoner yıldırımlardan sakınmak içindir. Kilise uzun yıllar paratoner kullanmaz ancak kilise dışında pek çok kurum paratoner kullanmaya başlar. İlerleyen yıllarda çanları çalmakla görevli onlarca kilise çalışanı yıldırım düşmesi sonucu hayatını kaybeder. Ancak örneğin bir kasabanın batakhanesi paratonerle korunduğu için böyle bir felakete uğramaz.
Bu örnekte o batakhane sahipleri veya çalışanlarının salih kullar olduğunu söyleyemeyiz. Ancak yıldırım veya elektriğin zarar vermesine karşılık işyerini paratonerle koruma fiilinin salih bir amel olduğunu söyleyebiliriz.
Bu çerçevede bir bilgisayar programcısı bir kumar sitesi programlasa, bunun için uygun kütüphaneleri kullansa, veri tabanını koruma adına gerekli tedbirleri alsa, sunucu güvenliğini sağlasa, yani kodlama açısından yapılması gereken her şeyi tam ve doğru yapsa yaptığı işlemler salih bir işlem sayılır. Ancak elbette kumar tamamen şeytan işi bir pisliktir. En hafif hâliyle zaman ve para israfıdır. Daha ağır durumlarda ise ailelerin yıkılmasına ve intiharlara neden olmaktadır. Ancak o programcının kumar sitesi yapması değil bir siteyi yaparken gerekenleri tam ve doğru olarak yapması, yaptığı işi salih bir şekilde yaptığı anlamına gelir. Bir başka bilgisayar programcısı ise bir Kur’an meali sitesi hazırlasa ancak uygun kütüphaneleri kullanmasa, veri tabanı güvenliğini yeterince sağlamasa, sonunda da yaptığı site çökse, o kişinin yaptığı iş salih bir iş olduğu halde işi yapma aşamasındaki teknik ihmaller nedeniyle yaptığı işi salih bir şekilde yapmadığı söylenebilir. Bu durumda internet sanki kumar sitesi yapan kişiye miras kalmış gibi görünür ve öyle düşünülebilir.
Yine iki işadamından birisi kazandığı parayı sefahate ve harama harcıyor, diğeri ise tamamen tasadduk ediyor olsun. Kazandığını harama harcayan kişi salih bir insan değildir. Bu doğrudur ancak bu iki işadamından ilki yatırımlarını güvenli bir şekilde yapıyor, muhasebe kayıtlarını tam ve doğru tutuyor, kazandığının bir kısmını rezerv olarak ayırıyor ve para güvenliğini sağlama adına tüm teknik gereklilikleri yerine getiriyordur. Buna karşın kazandığını tasadduk eden işadamı doğru düzgün muhasebe kaydı bile yapmıyor, şirketlerinin iç denetimini sağlamıyor, kazandığı parayı ölçüsüzce ve hesap kitap yapmadan harcıyorsa bir ekonomik kriz esnasında salih olmayan işadamı küçülmeye gitse de ekonomik varlığını devam ettirecek, diğer salih işadamı iflas edecektir. Burada da kendisi salih olmayan işadamının yaptığı ticari işlemler salih, kendisi salih olan işadamının yaptığı ticari işlemler salih olmadığı için iş hayatında birincisi ayakta kalacak ikincisi kalamayacaktır. Burada da ticaretin salih olmayan işadamına miras kaldığı, ticaret alemine onun varis kılındığı düşünülebilir ancak hakikatte mesele bir imtihan sürecinin devam eden bir aşamasıdır, bir şeylerin miras kalıp kalmaması değildir.
Sonuç olarak ayette “Yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır!” buyrulmuştur. Mümin, Müslüman veya ibadet eden, namaz kılan, oruç tutan kullar değil salih kulların varis olacağının beyan edilmesi önemlidir. Salih amel en temelde faydalı, iyi, doğru ve güzel, işe yarar, bozukluk ve yanlışlıklardan arındırılmış, uyumlu işler demektir. Biz Müslümanlar için en önemli mesele ahireti kazanmak olduğundan bir insanın salahat adına salih amel olarak yapacağı en önemli amelin de ahiret adına dindar kalması olduğuna inanırız. Dolayısıyla amellerimizi ahiretimiz adına fayda verecek, ahiretimiz adına doğru ve güzel, işe yarar bir şekilde yapmaya çalışırız. Bunlar da en temelde ibadetlerdir. Bu mana doğrudur. Ancak formel ibadetler dışında dünya hayatı adına da işe yarar, doğru, faydalı ve sağlam işler yapmak da salih ameldir. Salih kişiler aynı zamanda dünya adına da faydalı, doğru ve sağlam işler yapanlardır. O halde yeryüzü mirasının dünya adına da faydalı, doğru ve sağlam işler yapanlara kalmış olması doğru kabul edilse dahi ayetle çelişen bir durum olmasa gerektir.
Bu çerçevede örneğin mücahit olmak isteyen, cihat etmek için hazırlanan ve şehit olmak isteyen insanlar olduğunu düşünelim. Bununla birlikte bu insanlar askeri eğitim almasalar, modern silahları kullanmasalar ve kullanmasını da bilmeseler. Hatta askerî itaat kavramına bile pek aşina olmasalar. Bu insanların savaşacakları kişiler ise askerlik adına teorik ve pratik eğitimleri tam, kullandıkları silahlar modernize edilmiş, savaşırken de harp sanatının gereklerine göre savaşan insanlar olsa. Bu durumda “savaş” kavramıyla ilgili salahat mücahitler grubunda değil karşı grupta demektir ve bu çerçevede salih olan kişiler de karşı gruptakilerdir. Zaten tarih boyunca Müslümanların kaybettikleri savaşlar ve ilerlemelerinin durması bu “salahat” kavramının yitirilmesi veya gereğinin yapılmaması nedeniyledir denilebilir.
Dolayısıyla her meselede o meselenin bağlı olduğu kanunlara riayet edenlerin aynı zamanda salih davranmış olacakları göz önünde bulundurulmalıdır. Bu durumda herhangi bir konuda kazananların kanunlara riayet nedeniyle kazandıkları, kanunlara veya sebeplere tam riayet etmenin de salih bir amel sayılacağı açıktır. Bu durumda örneğin İslam dünyasının bilimsel ve teknolojik olarak geri kalmışlığının asıl nedeninin bilim ve teknoloji kavramlarıyla ilgili salih bir amel ortaya koyamaması, ekonomik veya askeri alanlardaki geri kalmışlığının asıl nedeninin de yine o alanlardaki kanunlara riayet etmemenin, dolayısıyla yine salih bir amel ortaya koyamamanın sonucu olduğu anlaşılacaktır.
Müslümanlar ve Salahat: Her Müslüman Salih Kul mudur?
İnsanlar genellikle anne babalarından gördüğü hâliyle “La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah” cümlesini söyledikten sonra kendiliklerinden salih ve ahlaklı insanlar olduklarını var saymaktadırlar. Ancak bu varsayım doğru değildir.
Türkiye, Mısır, Pakistan gibi ülkelerin adli istatistikleri ile gayrimüslim ülkelerden örneğin Danimarka veya Almanya’nın adli istatistikleri karşılaştırılsa; karşılıksız çek yazma, dolandırıcılık, güveni kötüye kullanma, bedelsiz senet yazma, irtikap, hırsızlık gibi suçların Müslüman ülkelerde daha fazla işlendiği anlaşılacaktır. Diğer yandan hukuki ve ticari işlemlerde sözleşme hazırlamak gibi toplumsal düzen açısından olmazsa olmaz hususlara da gayrimüslim ülkelerde daha fazla riayet edildiği bilinmektedir.
Bu durum önemlidir çünkü Kur’an’ın en uzun ayeti olan ve “Ey İnananlar! Birbirinize belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız.”(8) diye başlayan ayeti, insanlar arasındaki hukuki işlemlerin mutlaka bir sözleşmeye veya yazılı bir metne bağlanmasını emretmektedir. Buna ister noterlik kurumu ister yazılı kültür diyebilirsiniz ancak ne denilirse denilsin toplumsal güvenin sağlanması adına kişiler arasında hukuki bir sonuç doğuracak işlemlerin yazıyla belirlenmesi, sözleşme ve imza altına alınması son derece önemlidir. Dolayısıyla hem insanlığın yararına olması hem de Kur’an’da özellikle emredilmesi itibariyle bu salih bir ameldir. Bu ameli işleyenler ister Müslüman ister gayrimüslim olsun salih bir amel işlemiş olmaktadırlar. Yazılı sözleşmelere ve karşılıklı anlaşmaların yazıya dökülmesine ihtiyaç duymayan, bunu ihmal eden, “Bizim sözümüz senettir.”, “Garantisi benim.”, “Üç-beş günden bir şey olmaz.” gibi kalıplarla ticaret ahlakını alt üst eden söylemler ve işlemler ise elbette salih değil fasit amellerdir ve böyle davrananlar da Müslüman olsalar dahi fasit bir amel işlemiş olmaktadırlar.
Sonuç olarak bizler Müslüman olma iddiasına sığınarak ve İslam’ın bazı emirlerini yerine getirmekle; ilgili ayetteki “Salih kullar” ibaresini üzerimize alma, o ibarenin bizi kastettiğini söyleme hakkına sahip değiliz. “La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah” demek salahatin, salih olmanın bir parçasıdır. Ahiret noktasında insanın Rabbiyle sahih bir şekilde irtibatını sağlamak adına en önemli parçasıdır. Ancak dünya noktasında salahatin, salih olmanın başka parçaları ve noktaları da bulunmaktadır. Dünyalık işleri kendi kıymetine uygun, sağlam, doğru ve tam yapmak dünya açısından salahatin, salih olmanın belki en önemli parçasıdır denilebilir.
İslam Dünyasının En Önemli Sorunu
İslam dünyasının veya Müslümanların en önemli sorunlarından biri “Müslüman olma” iddiasının kendi başına her şeye yeteceğini, her sorunun üstesinden geleceğini, bu iddianın beraberinde ahlaklı ve salih bir insan olmayı da beraberinde getireceğini zannetmektir denilebilir.
Bunun nedeni şudur: Sigara tiryakisi bir insan sigaranın zararlı olduğunu biliyorsa sigarayı azaltmanın veya bırakmanın yollarını arayabilir ve o zararlardan bir şekilde kurtulabilir. Ancak sigaranın zararlarına inanmayan, onun zararlı olduğunu kabul etmeyen bir insanın sigaradan kurtulma şansı ve olanağı yoktur. Yanlış bir şey yapan iki kişiden birisi yaptığı yanlışı kabul ediyor diğeri kabul etmiyorsa kabul etmeyenin durumu daha kötüdür. Bu durum dünyevi meselelerde de uhrevi meselelerde de geçerlidir.
Bu durum Müslümanların kendi iç dünyaları ve özellikle ibadetleri için de geçerlidir. Örneğin her oruç tutan Müslümanın hakikaten oruç tuttuğunu, Kur’an ve sünnetin istediği tarzdaki oruç ibadetini hakkıyla yerine getirdiğini söylemek zordur. Evet, oruç tuttuğunu düşünen insan imsaktan iftara kadar aç ve susuz kalmaktadır ancak diğer yandan yalan da söyleyebilmekte, gıybet de yapababilmektedir ve insanlara açlık stresiyle kaba davranabilmektedir. Sadece zenginlerin veya kendisi gibi olanların davet edildiği iftar sofralarını gösterişli şölenlere dönüştürebilmektedir. Böylece Ramazan’ın kutsiyetine gölge düşmektedir. Yahut kurban bayramları et bayramı hâline getirilmekte, kesilen hayvanın etinin bir kısmı yakınlarına verilmekte ancak gerçekten ihtiyacı olanlar hiç düşünülmeyebilmektedir. Kısacası formel olarak yerine getirilmekle hakkı verildiği düşünülen ibadetler için de durum böyledir ve örnekte olduğu şekliyle sadece imsaktan iftara kadar aç ve susuz kalmak orucun salahati için yeterli olmadığı gibi sadece uygun bir hayvanı boğazlamak da kurbanın salahati için yeterli değildir. Dolayısıyla Müslümanların kendi ibadetlerinde yahut ibadet saydıkları amellerde bile tam bir salahatin olduğunu söylemek her zaman mümkün değildir.
Bu nedenle “Yeryüzü salih kullarıma miras kalacaktır!” ayetine bakıldığında yeryüzünün neden müminlere kalmadığı soruluyorsa “Demek ki mümin veya Müslüman olduğu iddiasındaki insanlar salih kullar değillermiş.” demek daha doğru bir cevap olacaktır.
Kültürümüzde Salahat & Hakikatte Salahat
Efendimiz (sas) bir hadislerinde; “İman yetmiş küsur şubedir (mertebedir veya özelliktir.) En yükseği, “La ilahe illallah” demek, en aşağısı ise eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.”(9) buyurur.
Hadisteki insanlara eziyet veren şeyleri yoldan bizzat kendi elleriyle kaldırmak kastedilmiştir. Yere çöp atmamak, atanı uyarmak veya yerdeki bir çöpü yahut taş parçasını görüp de “Ne pis insanlar var, bunları yollara atıyorlar.” diye kınamak değil ancak o şeyi bizzat elleriyle kaldırıp atmak…
Bu durumun konumuzla ilgisine gelince: Bizim kültürümüzde salahat veya salih amel deyince meseleye kendinden başlama anlayışı pek yoktur. İnsanlar, özellikle de toplumu ıslah vazifesiyle resmi veya gayri resmi görevli olanlar ve kendilerini bu konuyla görevli hissedenler kendilerinden önce başkalarını düzeltmeye çalışırlar. Böyle bir kültürde salahat deyince başkalarını uyarmak, onları düzeltmeye çalışmak, insanların dini konulardaki eksikliklerinden şikâyet etmek anlaşılır.
Efendimiz’in (sas) bu konuya getirdiği bakış açısı ise başkalarındaki eksiklikleri giderme noktasında şikâyet, kınama gibi durumlara girmeden o eksiklikleri bizzat kendi elleriyle tamamlamaya çalışmak, başkalarının yıktıklarını kendi elleriyle yapmaya çalışmak yahut herkesin kendi etrafını temizlemesidir. Çünkü salih bir kul olmak başkası üzerinden tanımlanacak, başkalarına kıyasla anlaşılacak bir kavram olmaktan çok öncelikle ve bizzat kendi üzerinde çalışmak, kendi eksikliklerine odaklanıp onları tamamlamak için çabalamaktır.
Sonuç: Mesele aslında varis olmaktan çok imtihan ile ilgilidir ve yeryüzüne mirasçı olma meselesi de imtihanın bir parçasıdır.
Diğer yandan günümüzde Müslümanlar tam manasıyla salih kullar değillerdir ki yeryüzü onlara miras kalsın!
Bu durumda Müslümanlar veya müminler imanlarının ve bir iddia düzeyinde kalan teslimiyetlerinin (İslamlarının) yanında salih bir kul olduklarında, yani ahiretle ilgili meselelerde olduğu kadar dünyayla ilgili meselelerde de salih davrandıklarında, işlerini tam, doğru ve sağlam yaptıklarında ancak böyle bir mirasçılık bekleyebilirler.
1 ) Enbiya, 105
2 ) Bakara, 205
3 ) Âl-i İmran, 140
4 ) Buhari, Cihad, 59; Ebu Davud, Edeb, 8; Nesai, Hayl, 14
5 ) Yunus, 88
6 ) İsrâ, 11
7 ) TDV, DİA, Salih maddesi
8 ) Bakara, 282
9 ) Buhari, İman, 3; Müslim, İman, 58