21 dk.
27 Ağustos 2024
Zülkarneyn ve Ye'cûc-Me'cûcler | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Zülkarneyn ve Ye'cûc-Me'cûcler | Tek Parça

Soru: Zülkarneyn’in Gog ve Magog halkını bir yere hapsettiği iddiası İslam kaynaklarında geçiyor. Ancak dünyanın her tarafını gezmiş bilim insanları öyle bir halk bulamıyorlar. Bu meseleye nasıl yaklaşmamız lazım?

 

Cevap: Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi adına öncelikle Kur’an’da Zülkarneyn kıssasının nasıl ele alındığına bir bakalım.

 

Kur’an’da Zülkarneyn kıssası Kehf suresi 83-97 ayetlerinde anlatılmaktadır. Bu on beş ayetteki ifadeler oldukça veciz, beliğ ve tarihsel açıdan müphemdir. Dolayısıyla Kur'an'da Zülkarneyn kıssaasından bilimsel manada tarihi bir veri çıkarmak neredeyse imkânsızdır. Bu ayetleri kısaca özetleyecek olursak: Zülkarneyn (as), Allah Teala tarafından kendisine verilen güç ve imkânlar ile önce batıya sonra doğuya (güneşin battığı ve doğduğu yerlere) seferler düzenlemiş, batı istikametinde karşılaştığı halka tebliğde bulunmuş, doğu istikametindeki halka ise Ye'cûc ve Me'cûc (Gog ve Magog) olarak anılan bozguncu, saldırgan bir kavme karşı yardım etmiştir. Bu yardım da o kavim ile yardımcı olduğu halk arasında bir set yapmaktır. Demir kütleler ve erimiş bakır gibi madenlerin kullanıldığı ve Ye'cûc-Me'cûc kavminin aşamadığı belirtilen bu seddin yapımı bitince Zülkarneyn (as) insanlara “Bu, Rabbimin bir rahmeti ve lütfudur. Şu kadar ki Rabbimin tayin buyurduğu zaman gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır ve mutlaka gerçekleşir.” demiştir.1

 

Kehf suresinde bir de Hz. Musa (as) ile Hızır (as) ismiyle meşhur olmuş bir zatın yolculuklarından bahsedilir. Bu çerçevede Zülkarneyn (as) kıssasına Hz. Musa (as) ve Hz. Hızır (as) kıssasına yaklaştığımız gibi yaklaşmamız gerekir.

 

Bu noktada Hz. Musa (as) ve Hz. Hızır (as) kıssasını özet hâliyle hatırlayalım:

 

Hz. Musa (as) kendisine “İnsanların en alimi kimdir?” diye sorulunca “Benim!” şeklinde cevap vermiştir. Bunun üzerine kendisinden daha alim bir zatın bulunduğu ona vahyen bildirilmiştir. Hz. Musa da bu zat ile görüşmek için dua etmiş, kendisine bazı işaretler ve yönler gösterilerek bu buluşma gerçekleşmiştir. Hz. Musa, Hz. Hızır’ın ilminden öğrenmek için Hz. Hızır'a beraber yolculuk yapmayı teklif eder. Hz. Hızır ise “Doğrusu sen benim beraberimde asla sabredemezsin. İçyüzünü bilemeyeceğin şeyler yapıyorum. Ben Allah’ın bana öğrettiği senin bilmediğin ilme sahibim.” der. Hz. Musa kendisinin sabırlı olacağını söyleyince beraber yolculuğa çıkarlar. Deniz kıyısından bir gemiye gemicilerin Hz. Hızır’ı tanımaları nedeniyle ücretsiz binerler. Yolculuğun bir yerinde Hz. Hızır eline bir balta alarak gemi tahtalarından birini söker ve gemiye zarar verir. Gemi hasarlı bir hâle gelmiştir. Hz. Musa bu durumu kınayarak konuşunca Hz. Hızır “Sen beraberimde asla sabredemezsin demedim mi?” der. Hz. Musa unuttuğunu söyleyerek özür diler ve yolculuk devam eder. Karaya çıktıklarında Hz. Hızır kendi aralarında oyun oynayan çocuklardan birini öldürür. Hz. Musa buna da itiraz edince Hz. Hızır tekrar “Ben sana beraberimde asla sabredemezsin demedim mi?” karşılığını verir ancak yolculuk yine devam eder. Bir beldeye varırlar ve belde ahalisinden yemek isterler ancak kimse onları misafir etmez. Daha sonra o beldede Hz. Hızır yıkılmak üzere olan bir duvarı tamir eder. Hz. Musa “Bunlar bizlere yemek yedirmeyen bir kavimdir. Sen ise onların yıkılmaya yüz tutmuş olan duvarını doğrulttun. İstesen bu işe karşı bir ücret alırdın.” der. Hz. Hızır “Bu üçüncü itirazındır. İşte bu, benimle senin ayrılışımızdır. Sana üzerinde sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim.” der ve yaptıklarının sebebini anlatır. Gemiyi hasarlı hâle getirmesinin nedenini şöyle açıklar: “O gemi geçimlerini denizden sağlayan bazı fakirlere aittir. İstedim ki o gemide bir kusur meydana getireyim. Çünkü önlerinde her sağlam gemiyi gasp eden zalim bir kral vardı. Öldürdüğüm gence gelince: O çocuğun ebeveyni mümin idi fakat o çocuğun ileride onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk. Bu nedenle onlara bu çocuğa bedel daha hayırlı, merhametli ve itaatkar bir çocuk vermesini diledik. Duvar ise o beldedeki iki yetim çocuğa aitti. Altında da o çocuklara ait bir hazine vardı. Babaları ise salih bir zattı. Rabbin diledi ki çocuklar büyüyünce Rabbinden bir nimet olarak kendilerine ait o hazineyi çıkarsınlar. Ben yaptıklarımı kendi görüşümle yapmadım. İşte tahammül edemediğin meselelerin iç yüzü budur!”2

 

Kehf Suresindeki Kıssaların Sembolik Yönleri

 

Kehf suresinde anlatılan kıssalarda ve diğer hakikatlerde sembolik özellikler daha fazla öne çıkmaktadır. Bu özellik, surede anlatılan kıssaların realiteleri yoktur anlamına gelmez. Ancak Kur’an’ın belagatinin ve özellikle de Kehf suresindeki anlatımların en önemli esaslarından biri de anlatılanların sembolik üslubudur. Bu üslubu görmezden gelerek bütün manayı ifadelerin zahirinde aramak bizi kuru bir şekilciliğe ve literalizme götürür. Ancak karşı uçta da zahiri manayı göz ardı ederek her şeyi sembollere ve gizemlere havale etmek yersiz manalara kapı açabilecektir. Bu nedenle Kur’an’ı dengeli okumaya, dengeli anlamaya ve dengeli düşünmeye her zaman dikkat edilmelidir. Bu bağlamda Kur’an’daki kıssalar içinde sembolik özelliği en baskın olan kıssa Zülkarneyn kıssasıdır diyebiliriz.

 

Bu nedenle Kehf suresinde mistik veya manevi diyebileceğimiz işaretlere bol miktarda rastlayabiliriz. Dolayısıyla bu suredeki her ifadenin reel, somut, nesnel, tarihsel veya fiziksel karşılığını içinde yaşadığımız dünyada bire bir aramaya çalışmak doğru olmayacaktır.

 

Örneğin Zülkarneyn’in “Doğunun en doğusuna/güneşin doğduğu yere gitti.” veya “Batının en batısına/güneşin battığı yere gitti.” şeklindeki ifadeler “Acaba buralar nerelerdir? Afrika'da olabilir mi, yoksa Asya’daki şu bölge midir?” diye düşünmemiz için inmemiştir. 

 

Benzer bir duruma Yasin Suresi’nde de rastlarız. O mübarek surede bir beldeye Allah’ın elçiler gönderdiği anlatılır ve o elçilerin belde halkıyla yaşadığı diyaloglar, olaylar bize aktarılır.3 Burada da asıl mesele o beldenin Antakya mı yoksa başka bir yer mi olduğunu düşünüp tartışmak değildir. Kur’an’ın dikkat çekmek istediği konu, aktarmak istediği ana mesaj çok başkadır. Dolayısıyla o beldenin ismi önemsizdir ki Kur’an o beldenin adını vermemiştir.

 

Benzer şekilde Zülkarneyn’in kim olduğu, gittiği yerlerin nereler olduğu, inşa ettiği setin nerede bulunduğu gibi konularda insanların zihinlerini tatmin edecek, kesin, net, somut bir açıklama yoktur ve olmayacaktır. İnsanlık binlerce yıl daha yaşasa yine de bu konuda bir ilerleme sağlanamayacaktır. Çünkü Kur’an’ın ve Zülkarneyn kıssasının asıl amacı tarihsel bilgi vermek değildir.

 

Zülkarneyn’in Tarihsel Kişiliği: Zülkarneyn Büyük İskender mi?

 

Kur’an’ın asıl amacı olmasa da Zülkarneyn’in gerçekte kim olduğu tarih boyunca farklı kesimlerce tartışılmıştır. Bazı Müslüman alimler de Zülkarneyn’in tarihsel kimliği üzerinde durmuşlar ve bu minvalde pek çok isim öne sürmüşlerdir. Üzerinde en çok tartışılan isim ise Makedonya Kralı Büyük İskender olmuştur.

 

Tefsir tarihine bakıldığında klasik tefsirlerimizin çoğunda Zülkarneyn’in Büyük İskender olduğunda ısrar edilmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi Vehb bin Münebbih gibi tabiin döneminin önemli bir isminin konuyla ilgili rivayetidir. Bu rivayet bir hadis değil, Vehb’in kendi anlatımıdır. Tefsirlerde bu tip rivayetlerin kontrolüne yeterince önem verilmediğinden Zülkarneyn’in Büyük İskender olduğu yönündeki kanaat tefsirlerimize kadar girebilmiştir. İbn Kesir, İbn Teymiye, İbn Cevzi, Bediüzzaman gibi bazı isimler bu fikre karşı çıksalar da çoğunluğun kanaati Zülkarneyn’in Büyük İskender olduğu şeklindedir. Bazı alimler de Büyük İskender’in müşrik/putperest olduğundan bahisle Zülkarneyn’in Makedonyalı Büyük İskender değil Yemenli bir hükümdar olduğunu, bu hükümdarın da Zülkarneyn lakabıyla anıldığını iddia etmişlerdir. Ancak ister Makedonya Kralı Büyük İskender olsun ister Yemen hükümdarı bir başka İskender olsun bu iki zatın da Zülkarneyn (as) olduğuna dair elimizde iddialardan başka hiçbir delil yoktur.

 

Diğer yandan Pers kralı Darius veya Büyük Koreş’in (Kirus) de Zülkarneyn olabileceği iddia edilmiştir. Ancak bu iddiayı da güçlendirecek hiçbir delil yoktur.

 

Zülkarneyn Kıssası ve Benzeri Konulara Bakış Açısı

 

İnsanlar soyut, aşkın ve yüksek hakikatleri zihinlerinde somutlaştırmak için uğraşırken hakkında kesin bilgi sahibi olamayacakları teorileri de aynı anda kesinleştirmeye çalışıp bazı hatalara düşebilmektedirler. Ne yazık ki o hataya sadece kendileri düşmüş olmuyorlar. Böylece sonradan gelen insanlar için de aynı hata yayılarak güçlenebiliyor. Bu hatalara düşmemek için bazı ilkeleri iyi bilmemiz gerekir:

 

Birinci İlke: Öncelikle bilinmelidir ki; bir şeyin varlığını bilmek ile o şeyin mahiyetini, iç yüzünü bilmek farklıdır. Örneğin bir masanın varlığı ile mahiyeti farklı şeylerdir. Bir odanın ortasında duran bir masanın varlığı sabittir. Ancak o masanın metal mi ahşap mı olduğu, ahşap ise hangi ağaç türünden yapıldığı onun mahiyetiyle ilgilidir. Her ikisinin bilgisi de farklı bilgi türleridir ve masanın varlığını bilmek ile mahiyetini bilmek birbirinden farklıdır. Yahut “Etraflarında kendi hizmetlerine sunulmuş, sedef içinde saklı inci gibi Gılmanlar dolaşır.”(4) ayetinde ifade edilen Gılman Kur’an’da geçtiği için varlığı sabit bir varlıktır. Cennet ehline hizmet etmekle görevli gençlerdir. Ancak bunların mahiyetleri hakkında bir bilgi verilmemiştir.

 

İkinci İlke: Bir hüküm veya bir önerme birden fazla hüküm veya önermeyi kendi içinde ve aynı anda taşır. Yani bir önerme/hüküm cümlesi birden fazla terimle yapılır ve her bir terim genel önerme/hüküm içinde ayrı birer alt hüküm/önerme oluştururlar. Aynı hükmün/önermenin içindeki diğer hükümlerin/önermelerin bir kısmı kesin/zaruri, bir kısmı da teorik/varsayımsal veya sübjektiftir. Varsayımsal veya sübjektif olan alt önermelerde görüş ayrılıkları, yorum farklılıkları bulunabilir. Örneğin masanın ceviz ağacından yapılmış ahşap bir masa olduğu kesin olabilir ancak o masanın şekli, yemek için mi üzerinde çalışma yapmak için mi olduğu konuları sübjektif ve tartışmalı konular olabilir. Yahut yine Gılman kavramının varlığı zaruri/kesin iken bunların cennet hizmetçileri mi yoksa müminlerin ve kafirlerin dünyada iken buluğ çağına girmeden ölen çocukları mı olup olmadığı belli değildir. Meselenin bu yönü de zaruri değil teorik ve sübjektif yorumlara açıktır.

 

Üçüncü İlke: Bir kişinin sorusuna her zaman doğrudan ve tek boyutlu cevaplar verilmeyebilir. Bazen soru yanlış olabilir, bazen soruyu soranın niyeti farklıdır, bazen de soru soranın seviyesine, mizacına, niyetine göre çok boyutlu ve farklı cevaplar vermek gerekebilir. Bazen de cevap soruyla ilgisiz görülür çünkü soru soran kişi sorduğu konunun kendisi için asıl önemli ve faydalı olan kısımlarına yönlendirilmek istenmiştir.

 

Kur’an, müşriklerin ve ehl-i kitabın pek çok sorularına cevap vermiştir. Kasıtlı yöneltilen soruları da cevapsız bırakmamıştır. Bununla birlikte kasıtlı sorulan soruları soru sahiplerinin beklentileri dışında cevaplandırmıştır ki onların asıl niyetlerinin bilindiği kendilerine belli edilsin.

 

Efendimiz’e (sas) Zülkarneyn, ruh ve Ashab-ı Kehf hakkında soranların da niyeti bu konular hakkında gerçekten bilgi veya ders almak değildir. Bu sorular Efendimiz’e (sas) kötü niyetli sorulmuş sorulardır. Amaç Efendimiz’i (sas) zor durumda bırakmaktır. Ancak bu soruları soranlar inen ayetlerle hiç ummadıkları cevaplarla karşılaşmış ve hayal kırıklığına uğramışlardır.

 

Sonuç olarak: Bir soruya verilen cevap soruyla her bakımdan, tam uyumlu olmak zorunda değildir. Örneğin; halkının çoğu okuma yazma dahi bilmeyen, tarla anlaşmazlığı, kan davası, gruplaşma, kız çocuklarının okula gönderilmemesi gibi pek çok sorunun olduğu bir köy okuluna yeni gelen bir öğretmen varsayalım. Köyün muhtarı okuma yazma bilen, ortaokul seviyesinde bir eğitim almış, köylü üzerinde otoriter tavırlar sergileyen ve öğretmeni de daha baştan pasifize etmek isteyen birisidir. Muhtar, yeni gelen öğretmenin bilgisini sınamak için ona “Söyle bakalım! Muhtarın görevleri nelerdir?” diye bir soru sorar. Aslında bir muhtarın resmi görevleri kanunlarda açıkça belirtilmiştir ve öğretmen de bu görevleri bilmektedir. Ancak öğretmen; “Muhtarın görevleri köyde huzuru, birliği ve dirliği sağlamak, insanlara karşı adaletli davranmak, zayıfları ezmemek, imkânlarını köylünün menfaati için kullanmaktır.” şeklinde bir cevap verir. Bu cevap doğrudur ancak soruyla uyumlu değildir.

 

Benzer şekilde Zülkarneyn (as) kıssasıyla ilgili Efendimiz’e (sas) sorulan sorunun da niyeti farklıdır ancak Efendimiz (sas) vahiy yoluyla o kötü niyetli soruya karşı meselenin özünü, hakikatini, insanlara asıl lazım olan yönlerini açıklayan gerekli cevabı vermiştir. 

 

Tefsircilerimizin büyük bir çoğunluğu hem cevabın soruyla tam uyumlu olması gerektiğini düşünmüş, hem cevaptaki varlık ve mahiyet bilgisine dair ayrımı pek yapmamış, hem de cevaptaki zaruri bilgi ile sübjektif yorumları birbirine karıştırarak birini diğerinin yerine geçirebilmiştir. 

 

Bu nedenle tefsirlerimizde Zülkarneyn (as) kıssası ile ilgili meselenin aslından olmayan pek çok gereksiz detaya, İsrailiyat türünden anlatımlara yer verilmiştir.

 

Bu bağlamda yukarıdaki ilkeleri konumuza uyarlayalım: 

 

Birinci ilke açısından, Zülkarneyn’in (as) varlığı sabittir. Böyle bir zat vardır, yaşamıştır. Ancak kim olduğu, ne zaman ve nerede yaşadığı, dünyanın doğusunda ve batısında tam olarak nerelere gittiği bu zatın varlığı değil mahiyetiyle ilgili durumlardır. Zülkarneyn’in mahiyeti hakkında ise net ve zaruri bilgimiz yoktur. Önemli olan verdiği mesajdır. Bu mesaj da zaten ilgili ayetlerde açıktır.

 

İkinci ilke açısından, Zülkarneyn (as) Allah Teala tarafından güç, iktidar, ilim, iman ve hikmetin yanında çeşitli imkânlarla da donatılmış bir şahıstır. Onun irşat ve girişimleriyle iki dağ arasında zalim kavimlerin saldırılarına karşı bir set yapılmıştır. Yecüc ve Mecüc de iki zalim ve bozguncu kavimdir. İlahi emir geldiği zaman inşa edilen bu set harap olacaktır. İlgili ayetlerden çıkarılabilecek zaruri-kesin bilgiler bunlardır. Fakat bu bilgiler dışındaki yorumlar, tahminler, sübjektif değerlendirmeler kesin bilgi değildir. Bazı noktalarda kişilerin bakış açısına, eğitim düzeyine, mizaçlarına göre kabul edebilecekleri yorumlar bulunabilir. Ancak bu da o yorumların kesin ve zaruri bilgi olduğunu göstermez.

 

Üçüncü ilke açısından, (ki bu ilke Kur’an’ın üslubuyla da ilgilidir) Zülkarneyn’in (as) kıssasının asıl lazım olan yönleri Kur’an’da anlatılmıştır. Gerisi olsa da olur olmasa da olur türünden bilgilerdir.

 

Sosyolojik Bir Realite ve Farklılaşan Anlatımlar

 

Sahabe efendilerimiz kasten yalan söylemez. Ancak bunun yanında bir sahabi bir meseleyi anlatırken, örneğin dünyanın yaratılışına ve tarihine dair bir konuyu konuşurken Efendimiz’den (sas) duyduğu bir cümlenin yanına kendi aile büyüklerinden yahut başkalarından duyduğu hususları da ekleyebilir. Bazen böyle anlatımların hepsi hadis olarak kabul edilebilir. Hadislere ilave edilen sahabi sözleri gibi cümleler daha sonra ciddi alimler tarafından tespit edilerek hadislerden ayıklanmıştır ancak tefsirciler bu gibi anlatımlarda hadisçiler kadar dikkatli davranmamış ve anlatıların hepsini bir bütün hâlinde tefsir kitaplarına alabilmişlerdir.

 

Efendimiz’in (sas) yaşadığı dönemde Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn gibi meseleler Yahudiler veya Hristiyanlar tarafından insanlara anlatıldığı için bilinen konulardır. Yani insanlar Zülkarneyn ismine yabancı değillerdir. Bu anlatılara abartılar, eklemeler, zenginleştirmeler de yapılmıştır. 

 

Diğer yandan Vehb bin Münebbih gibi tabiin alimleri yahut Kabu’l Ahbar gibi ehl-i kitap arasında da alim sayılan ve sonradan Müslüman olan zatların da bu İsrailiyat rivayetlerinin yayılmasında bir payı vardır. Bu zatlar, özellikle Kabu’l Ahbar, Müslüman olmadan önceki bilgi birikimini Müslüman olduktan sonra da elbette kullanmaya devam etmiştir. Ancak anlattıkları bir doğruluk kriterinden her zaman geçirilmemiş, kitaplara alınmış ve kritik edilmeden gelecek nesillere aktarılmıştır.

 

Bugün tefsir, fıkıh, hadis gibi alanlarda yerleşmiş kurallar vardır ve bu ilim dallarının metodolojisi bellidir. Ancak bu zatlar tefsire, hadise dair bir şeyler anlatırken tefsir veya hadis ilmi anlatıyor değillerdir. Genellikle kendilerine sorulan sorulara kendi bilgileri çerçevesinde cevap vermişlerdir. Bu cevapların kritiği çok sonraları yapılmıştır. Bu süreçte de İsrailiyat rivayetleri yahut hadisten olmayan bazı ekleme anlatılar bir takım dini kitaplarda kendine yer bulabilmiştir.

 

Zülkarneyn ve Yecüc Mecüc Kimlerdir?

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi Kur’an Zülkarneyn diye bir zatın var olduğundan, ona imkan ve kuvvet verildiğinden, Zülkarneyn’in farklı yerlere seferler yaptığından, bir grup insanın ona “Bizi Yecüc Mecüc’ten kurtaracak bir set yapar mısın?” dediğinden bahseder. Bu bilgiler ayetlerden kesin olarak anlaşılacak bilgilerdir. 

 

Ancak bu noktada Yecüc ve Mecüc kavminin tarihte yaşamış belirli bir kavmin adı olup olmadığı ayetlerden çıkarılacak zorunlu bir sonuç değildir. Yecüc ve Mecüc bir cinsin adıdır. Dolayısıyla Yecüc ve Mecüc etrafına zarar veren, yıkıcı ve bozguncu toplulukların bir tasviri belki ortak adıdır denilebilir. Kur’an geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu özellikteki toplulukların, grupların çıkacağını haber vermiştir.

 

“Yecüc ve Mecüc kimdir? Moğollar mıdır Türkler midir Çinliler midir yoksa başka bir kavim midir?” gibi tartışmalar hakikate hizmet etmez. Bunlar Kur’an’ın asıl mesajını arka planda bırakacak tartışmalardır. 

 

Her dönemin Yecüc ve Mecüc’leri olabilir. Örneğin “Dünyanın en güçlü devleti!” deyince ne anlaşıldığını bir düşünelim. Bu devlet bir dönem Romadır bir dönem Abbasilerdir bir dönem Osmanlıdır bir dönem ABD’dir. Bu devletlerin hiçbirisi “Dünyanın en güçlü devleti” sıfatını kazandıktan sonra bu sıfatı dünyanın sonuna kadar taşıyacak değildir. Yecüc-Mecüc ifadesini de aynen bu şekilde “Dünyanın en güçlü devleti!” ifadesi gibi anlamamız gerekir.

 

Zülkarneyn’in kim olduğunu ve yaptığı işin mahiyetini daha somut bir şekilde kavramamıza yardımcı olması için bir örnek vermek istiyoruz. 1954 yapımı “Yedi Samuray” sinema tarihinin efsaneleri arasına adını yazdırmış epik bir Japon filmidir. 16. yüzyıl Japonya’sında haydutlar tarafından köyleri yağmalanan çaresiz köylüler kendilerini koruması için bazı samuraylarla anlaşırlar. Bu samuraylar, karın tokluğuna köylülere kendilerini savunmayı öğretirler ve haydutlara karşı hep birlikte ciddi bir mücadeleye girişirler. Zülkarneyn’in yaptıklarını da tabiri caizse Yedi Samuray’daki samurayların yaptıklarına benzetebiliriz. Burada önemli olan şey ezilmekte olan bir gruba yapılan yardımdır. O grubun ve karşısındaki haydutların, her tarafı tahrip eden kişilerin kimler olduğu, hangi coğrafyada yaşadıkları değil... 

 

Yecüc-Mecüc mü Gog-Magog mu?

 

Zülkarneyn kıssasındaki kavimle ilgili soruda Gog-Magog denilmiş olsa da biz özellikle Yecüc, Mecüc demeyi tercih ettik. Peki doğrusu hangisidir ve niçin bu tercihte bulunduk?

 

G harfinin İngilizce’de Türkçe’den farklı olarak C diye okunabileceğini, yani Gog ve Magog’un zamanla Yecüc-Mecüc şekline dönüşmüş olabileceğini ifade edebiliriz. Fenike alfabesinin 3. Harfi olan gama veya gimel veya cim, bazı geleneklerde g bazılarında c diye okunur. Mesela G harfi İngilizce’de Türkçe’den farklı olarak C diye okunmaktadır. Başka bir örnek vermemiz gerekirse, Kuran'da günah diye bir kelime yoktur cünah vardır. Konumuza dönecek olursak, Gog ve Magog bu okunuş farklılığından dolayı bizim dilimizde Yecüc ve Mecüc olarak kullanılmaktadır. 

 

Konuya aşina olmayanlar için Gog-Magog’un Yecüc-Mecüc’e dönüşmüş olması ikna edici bir fikir olarak görünmeyebilir fakat farklı diller arasında asırlar geçtikçe aynı ifadede bu şekilde farklılıkların oluşması son derece normal ve sık rastlanan bir durumdur. Örneğin Tarık bin Ziyad’ın 711 yılında ordusuyla ilk adım attığı yer olmasından dolayı İslam kaynaklarında “Cebelü Tarık”, yani “Tarık’ın Dağı” olarak anılmaya başlayan bölgenin ismi İtalyancaya Gibilterra, diğer Avrupa dillerine ise Gibraltar olarak geçmiştir.

 

Konuyla ilgili bir diğer iddiaya göre Peygamber Efendimiz (sas) Yecüc-Mecüc ibaresini yaptığı yolculuklar esnasında Yahudilerden duymuş ve biraz yanlış anlamıştı. Fakat biz Müslümanlar olarak bunun aksine şu görüşe sahibiz: İki bilgiden daha önce ifade edilenin doğru olması gerekmez. Bu konuda da yanlış olan daha eski kayıttır, Allah Resulü (sas) bize doğru olanı bildirmiştir. Zaten Kur'an defaatle daha önce indirilenleri tashih etmek ve doğrulamak için indirildiğini ifade buyurmaktadır.

 

İnsanların soyutu somuta indirgeme çabasının olumsuz sonuçları olabileceğinden Zülkarneyn kıssasına değinirken bahsetmiştik. Benzer bir yanlışa dönemin Yahudi bilginlerinin de düşüp, bizim bazı alimlerimizin “Zülkarneyn Büyük İskender’dir.” demelerine benzer bir hataya düşmüş olmaları mümkündür.

 

Bizim bu noktadaki pozisyonumuz açıktır. Bize göre Kur’an’ın bildirdikleri mutlak olarak doğrudur. Bu bağlamda Gog-Magog yerine Yecüc-Mecüc demeyi bilinçli olarak tercih ediyoruz. Çünkü Kur’an Yecüc-Mecüc demektedir.

 

Tekrar edelim, Yecüc-Mecüc ifadesi özel bir kavmi/grubu anlatmamaktadır. Bir deyim, bir sıfat olarak düşünülebilir. Bu nedenle bugün Yecüc Mecüc’ün kim olduğu, nerede yaşadığı gibi bilgileri araştırmakla bulabileceğimiz bir şey yoktur. Her devirde, dünyanın düzeninde her ortaya çıkması gerektiğinde Yecüc-Mecüc farklı bir kavim, topluluk veya grup olarak ortaya çıkacaktır.

 

Bir örnekle konuyu detaylandıralım. Mehdi ve Deccal konusunda geçmiş ulemanın şöyle bir izahı var ki bu konunun anlaşılması açısından da faydalı olabilecektir: Mutlak bir mehdi yahut deccal vardır. Bir de her çağa veya her ülkeye bakan daha küçük mehdiler yahut deccaller vardır. Yecüc Mecüc için de Kur’an’da kıyamete yakın o kavmin sedleri yıkıp geçeceğinden bahsediliyor. Farklı zamanlarda yaşamış olan zararlı grupların en büyüğü, en çok zarar verecek olanı kıyamete yakın gelecek Yecüc-Mecüc’tür gibi bir mana anlaşılabilir. Kur’an’ın ondan o şekilde bahsetmiş olması, “the” diye bahsetmiş olması diğerlerinin olmadığı anlamına gelmez, tıpkı Efendimiz’in (sas) son peygamber olmasının daha önce bir peygamber gönderilmediği manasına gelmeyeceği gibi...

 

Tüm Dünyayı Kasıp Kavuracak Kavim

 

İnsanların aklına “Kur’an’da Yecüc-Mecüc’ün tüm dünyayı kasıp kavuracağından bahsediliyor. Böyle tek bir kavim, bütün dünyayı sarsacak kadar nasıl zulüm işleyebilir? Tüm dünyayı ayağa kaldıracak kadar insanı nasıl yok edebilir?” gibi sorular gelebilir. Bu konuda tarihe göz gezdirmek bizim için faydalı olacaktır.

 

Birkaç sene önce tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs daha önceki asırlarda neredeydi? Vakti zamanın meşhur veba virüsü şimdi nerede? Veya Moğollar şimdi nerede? Sanki 50-100 sene (onların neslinden gelen devletlerin de yaptıklarını düşünürsek 300 sene) dünyayı tahrip etmek gibi bir vazifeleri varmış, vazifelerini yapmış ve yok olmuş gitmiş gibiler. Tıpkı çekirgeler gibi çok azken bir anda yayılmış ve sonra geri gitmişlerdir. Afetler de böyledir. Normalde yok gibidirler, hayatınıza hiçbir etkileri yoktur, ciddi emareleri de olmayabilir. Bununla birlikte bir anda gelirler, hayatınızı alt-üst ederler ve çeker giderler. 

 

Bu arada şunu da eklemeliyiz ki, Moğol ordularının tamamı Moğollardan oluşmuyordu. Ama bu meseleyi değiştirmez. Allah’ın hikmeti bu dünyanın yıkılmasını iktiza ettiğinde, toplumların altlarının üstlerine gelmesi gerektiğinde veya insanlar bunu hak edince Cenab-ı Allah artık bir sebep yaratır. Orada var olan, belki daha önce görmediğimiz veya fark etmediğimiz birileri o vesileyi oluştururlar. Ya hızla çoğalırlar, çekirge örneğindeki gibi tahribatı kendileri oluştururlar veya o mevzuda sadece bir ateş oluşturup yangının yayılmasına sebep olurlar ve yine aynı sonuç ortaya çıkar. 

 

Sonuç

 

Bugün en ciddi batılı kaynaklarda bile “Kur’an’da direkt böyle bir bilgi bulunmasa da Müslümanlara göre Zülkarneyn Büyük İskender’dir.” şeklinde ifadeler mevcuttur. Çünkü Taberi tefsirinde bu yorum geçiyor, Razi tefsirinde bu yorum geçiyor. Müslümanlar bu mesele üzerine felsefe ve yorum yapmışlar. Hatta “Büyük İskender Hz. İsa’dan ders almış mümin biridir.” gibi yorumlar tabiri caizse akmış gitmiştir. İkinci olarak, esasında çok da anlaşılması zor olmayan “Yecüc-Mecüc’ün bir sınıf veya cins olması” konusu karıştırılmış, bu kavmin kim olduğu ve Zülkarneyn’in seddinin nerede olduğuna dair yararsız tartışmalar literatürü doldurmuştur. Buna karşın her meseleyi somutlaştırmaya çalışmak geçmişte yaşamış bazı Müslümanlara hatalar yaptırmış, bu durum Zülkarneyn ve Yecüc-Mecüc gibi konularda da kendini göstermiştir. Elbette ki her şeyin en doğrusunu Rabbimiz bilir.

 

Bize düşen ise Zülkarneyn (as) gibi sembolik yönleri ağır basan kıssalarda objektif bilgi ile sübjektif yorumları ayırt edebilmek, Kur’an’ın bu kıssalardaki ana mesajına odaklanmaktır.

 

Yüce Allah’tan bize Kur’an’ı en güzel ve kendi murat ettiği biçimde anlamamızı ve anladıklarımızı hayatımıza uygulamamızı nasip etmesini diler ve dileniriz.
 


 

1 Kehf, 83-97

2 Kehf, 60-82; Buhari, Tefsir (Kehf), 4

3 Yasin, 13-30

4 Tur, 24