Zulümler ve Fetihler | 2. Kısım
Not: Bu yazı “Zulümler ve Fetihler” başlıklı yazı dizisinin ikinci yazısıdır. Serinin ilk yazısına buradan erişebilirsiniz.
Üçüncüsü: Bizler, bize benzeyen veya bizden olduğunu düşündüğümüz insanlar bir savaşta öldüklerinde onlara “şehit”, onların kazandıkları savaşa da “fetih” demeye eğilim duyarız. Amerika’nın Irak veya Afganistan işgalinde, Mısır-İsrail savaşında, Rus-Çeçen harbinde ve benzeri savaşlarda tuttuğumuz taraf Müslümanlar olduğu için bunun böyle olması da bir parça doğal sayılabilir.
Ancak İslami bir tabir olarak “şehadet” kelimesi Allah için yaşayan, Allah için savaşan ve Allah için ölen kişiler için Kur’an’ın kullandığı bir tabirdir.1
Diğer yandan Efendimiz’e (sas); (kahramanlık) olsun diye veya hamiyet (kavmiyet veya aile mensubiyeti) için veya gösteriş amacıyla savaşan kimseler hakkında sorulmuş ve “Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” denildiğinde Efendimiz “Kim, Allah’ın kelamı yücelsin diye mukatele ederse (savaşırsa), o Allah yolundadır.” cevabını vermiştir.2
Yine Efendimiz (sas) “Asabiyeye (ırkçılığa) çağıran bizden değildir. Irkçılık için savaşan bizden değildir. Irkçılık üzere, asabiye uğruna ölen bizden değildir.”3 buyurur.
Efendimiz (sas) Uhud savaşında müminlerin safında savaşan ve ciddi fayda da sağlayan Kuzman isminde birisinin cehennemlik olduğunu söylemiş, Kuzman savaşta ağır yaralanınca Efendimiz’in bu beyanından haberi olmayan bir sahabinin Kuzman’a “Müjdeler olsun sana!” diyerek şehadet veya cenneti hatırlatması üzerine Kuzman “Ne müjdesi? Ben ancak kavmimin şerefi için savaştım. Yoksa savaşmazdım.” deyince mesele anlaşılmıştır.4
Uhud gibi bir varoluş savaşında dahi müminlerin safında öldüğü hâlde şehit olmayan hatta cehennemlik olduğu Efendimiz (sas) tarafından bildirilen birisi var ise Müslümanların savaştığı her savaşta ölen her Müslümanın şehit olmaması mümkündür.
Benzeri bir durum fetih kavramı için de geçerlidir. İslam’da nasıl ki şehitlik için esas olan bir müminin yani Allah için yaşayan birinin Allah yolunda savaşırken ölmüş veya öldürülmüş olmasıdır. Aynı şekilde bir savaş sonucu ele geçirilen bir yer yahut kazanılan bir zafer için “fetih” denilmesi de o savaşa katılanların Allah için yaşayan müminler olması ve yapılan savaşıta Allah yolunda cihad etmiş olma motivasyonunun varlığına bağlıdır. Kendilerine Müslüman diyen yahut Müslüman olarak tanınan insanların dini yaşayıp yaşamadıklarına bakmadan kazandıkları her savaşa fetih demek pek doğru olmayabilir.
Bizler Protestan bir ordunun bir yerdeki yine Katolik zulmünü ortadan kaldırmak için yaptıkları ve kazandıkları savaşa fetih demediğimiz gibi o savaşta ölen askerlere de şehit demeyiz. Aynı şey Katolik bir ordunun bir yerdeki Protestan zulmünü ortadan kaldırmak için yaptığı savaş için de geçerlidir. Benzer şekilde tarih boyunca isimleri Müslüman olup, kendilerini Müslüman olarak tanımlayan insanların oluşturduğu ordular bir yerlerde savaş kazanmış, bir başka ülkenin topraklarını ele geçirmiş olabilir. Ancak bunu yapmaktaki temel amaçları o bölgenin halkını köleleştirmek, o toprakların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirmek, ganimet elde etmek olabilir. Bu amaçlarla savaşan ve isimleri de Müslüman olan, yani İslam kültür alanına ve geleneğine dahil ancak Kur’an ve sünnette bahsedildiği haliyle belirli bir manevi kaliteye sahip olmayan insanlar da olmuştur. Bu insanların kazandıkları savaşlar da tarih kitaplarına “fetih” olarak geçmiş olabilir. Ancak o savaşlarda ganimet, kavmiyetçilik, kişisel şan ve şeref gibi motivasyonlarla savaşıp ölenler hakikatte şehit sayılmayacağı gibi söz konusu zaferleri hakikatte fetih saymak da pek mümkün değildir.
Şu meselenin altını tekrar çizmeliyiz: İslam’ın ve imanın tarif ve emrettiği bazı güzel ahlak prensipleri ile kulluk kaideleri vardır. Bu kaideler ve prensipler ciddi bir oranda, örneğin yüzde yetmiş oranında temsil edilip gösterilebilirse orada hakikaten İslam’dan bahsedebiliriz. “Bugün dünyada 1.8 milyar Müslüman vardır.” iddiasının doğruluğu ne kadar geçerlidir bilemiyoruz. Çünkü böyle bir iddia anne babaları Müslüman olduğu için Müslüman olanları da hesaba katmaktadır. Bunun sonucunda Kur’an ve sünnetteki tanımlarla mevcut Müslümanların veya Müslüman olduğu iddiasındaki insanların yaşadıkları ve yaptıkları arasında çelişkiler görülmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü tanımlar birbirine uymayacaktır.
Bu bağlamda herhangi bir Emevi kralı veya Abbasi sultanı bir yerde zulmetmiş, bir bölgeyi zulmen ele geçirmiş olabilir. O bölgede İslam’ın izin vermediği şeyler yapmış da olabilir. Çocukları, kadınları ve din adamlarını öldürmüş, oranın halkına “İslam’ı kabul etmezseniz hepinizi öldürürüm.” demiş olabilir. Bunların örnekleri vardır ve hiçbirisi İslami değildir. Efendimiz (sas) veya Kur’an da böyle bir şey tavsiye etmemiştir. İsimleri veya unvanları Müslüman olan insanların her yaptıkları İslam’dan kaynaklanmaz. Bunu söylemekle onları tekfir etmiş olmayız veya onların Müslüman olmadıklarını iddia ediyor değiliz. Ancak içinde İslami unsurların da olduğu bir geleneğe mensup olmakla gerçekten Müslüman veya mümin olmak birbirinden farklı şeylerdir.
Dördüncüsü: Doğruluk ve yalan veya iman ve küfür arasında çok ciddi bir mesafe vardır. Efendimiz’in (sas) dönemine “Asr-ı Saadet” denmesinin asıl nedeni o dönemde maddi refahın artması, art arda savaşlar kazanılması değildir. İman ve Kur’an hakikatlerinin en mükemmel haliyle hayata yansıtılabilmiş olmasıdır. Dolayısıyla o dönemde Kur’an ve sünnetin tanımladığı hâliyle iman ve küfrün, sevaplar ve günahların, güzellikler ve çirkinliklerin, adalet ve zulmün arasında çok büyük bir mesafe oluşmuştur.
Zamanla bu mesafe kapanmış, adalet ve zulüm, günahlar ve sevaplar, güzellikler ve çirkinlikler birbirleriyle adeta iç içe girmiştir. Bu nedenle zalim bir Emevi sultanının ordusunda bazı sahabiler bulunabildiği gibi sultanın dünyevi motivasyonuyla hazırlanan bir orduda uhrevi niyetlerle cihad edenler de yer alabilmiştir.
Bu durumda o savaşlara katılanların çoğunluğu veya önemli bir kısmı sahabe, tabiin veya maneviyat açısından asr-ı saadetteki motivasyonlara sahip hakiki müminler ise, o sultanın ahlaksızlıkları veya zulümleri o insanları ilgilendirmez. Bir sultanın amacı toprak fethetmek, ganimet kazanmak olabilir. Ancak o sultanın ordusunda niyetleri gerçekten Allah rızası olan, Allah Teala’nın mukaddes ismini dünyanın her yerine taşımak isteyen, Kur’an’ı ve Efendimiz’i (sas) insanlara öğretmek niyetindeki insanlar da olabilir. Meselenin aslı bu olduğu için yani Allah Teala asıl bu amaçlara ve bu amaçtaki insanlara kıymet verdiği için bu niyetteki insanlar o ordunun yüzde onunu bile oluştursa fethedilen yerlerde bu insanlar vesilesiyle iman ve güzel ahlaka dair açılımlar yaşanacaksa ve pek çok açıdan farklı zulümler ortadan kalkacaksa Allah Teala bu ordunun da önünü açabilir. Bu nedenle meseleleri tek boyutlu bir şekilde ele almamak gerekir.
Beşincisi: Taraflardan herhangi birisinin İslam’ı veya güzel ahlakı yeterince temsil etmediği durumlarda işin sonucu dünyevi becerilere kalacaktır. İki futbol takımı arasındaki rekabette kimin başarılı olacağı tarafların iman gücüne göre belirlenmez. Hangi takımın oyuncuları futbol açısından daha yeterliyse o kazanacaktır. Bir savaşta da imanın önemli bir değişken oluşturmadığı durumlarda iyi savaşan, askeri daha sabırlı davranan veya daha stratejik hareket eden kazanacaktır.
Dünya, dünyadır ve dünyevi kanunlarla çalışır. Ukba da ukbadır ve uhrevi kanunlarla çalışır. Dünyadaki savaşlarda veya futbol maçlarında her kazanan imanlı veya güzel ahlaklı olmak zorunda değildir. Güzel ahlak sahibi her mümin veya Müslüman da her zaman dünyevi olarak bir şeyleri kazanmak zorunda değildir. Bu iki gerçeği bir arada düşündüğümüz zaman Emevilerin bütün zulümlerine rağmen savaşlar kazanmasının nedeni veya hikmeti anlaşılacaktır.
İmanın ve İslam’ın getirdiği güzellikler arasında Allah Teala’nın müminlere ekstra yardımlarda ve lütuflarda bulunması da vardır. Ancak bunlar genellikle ehadî tecellilerdir, yani özel ve istisnai durumlardır.
Meseleye düz baktığımız vakit bir insanın bir konuda hedefe ulaşması için o konu haricinde ikinci bir derdinin olması bile önünde küçük bir engeldir. Örneğin para kazanmaya çalışan bir insan aynı zamanda ahlaklı ve dürüst olmak, ibadetlerini yerine getirmek, işçilerinin hakkına girmemek gibi kaygılar taşımıyorsa o insanın bu kaygıları taşıyan bir insana göre daha fazla para kazanması mümkündür. Ancak iman ve güzel ahlak sahibi olmak, Allah’ın rızasını ve cenneti kazanmak için çalışmak, dünyevi olarak bazı şeyleri kaybetmeyi göze almak demektir. Nasıl ki Allah Teala’nın emrine uymak için tesettüre riayet eden bir kadına daha az bakılacak ve daha az iltifat edilecektir. Benzer şekilde ahireti düşünen insan da bazı açılardan dünyevi meselelerde geri kalabilecektir. Bunları mutlak kaideler olarak veya her zaman böyle olacağı için söylemiyoruz. Ancak düz bir mantıkla bakılınca bile uhrevi motivasyonlarla dünyevi sonuçlar arasında bir paralellik kurulamayacağı açıktır.
Allah Teala’dan bizi razı olacağı, zulmetmeyen ve zulme uğramayan kullarından eylemesini diler ve dileniriz.
1 ) Bakara, 154; Nisa, 69; Âl-i İmran, 169; Muhammed, 4-6
2 ) Buhari, Cihad, 15; Müslim, İmaret, 149; Tirmizi, Fezailu’l-Cihad, 16; Ebu Davud, Cihad, 26; Nesai, Cihad, 21; İbn Mace, Cihad, 13
3 ) Müslim, İmare, 53; Ebu Davud, Edeb, 121; İbn Mace, Fiten, 7
4 ) Buhari, Cihad, 77