8 dk.
19 Ocak 2024
Zulümler ve Fetihler | 1. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Zulümler ve Fetihler | 1. Kısım

Soru: Emevilerin ve Abbasilerin ciddi zulümler işlediklerini biliyoruz. Onların zamanında yaşayıp da zulme uğramayan büyük alim yok gibi. Buna rağmen bu hanedanların döneminde İslam devletinin çok büyümesi, önemli fetihler yapması nasıl izah edilebilir? Bunca iç karışıklık ve adaletsizliğe rağmen o dönemde devlet nasıl büyümeye devam etmiş, nasıl fetihler yapılmış ve dünyada hakimiyet kurulabilmiş?

 

Cevap: Öncelikle sorudaki bazı kavram kargaşalarını düzeltmek gerekiyor:
 

Birincisi: İslam, bir din olarak Allah Teala tarafından Peygamber Efendimiz’e (sas) vahyedilmiş, Efendimiz tarafından da bizlere farklı bir yaşama yolu olarak tarif ve tebliğ edilmiştir. Bu hâliyle İslam başka bir şeydir, insan topluluklarının gelenekten din adına bir şeyler görmeleri, dinin bazı temel ritüellerini kısmen yerine getirmeleri, haramlardan kısmen kaçınmaları fakat bütün bunlara rağmen aslında dinin ruhundan uzaklaşmış olmaları başka bir şeydir ve bunlar İslam’ın tam olarak bizzat kendisi değildir.

 

Diğer yandan Efendimiz'in (sas) “Benden sonra hilafet otuz senedir, sonra ısırıcı saltanat (veya ısırıcı melikler/krallar) halini alacaktır.”1 hadisi de hilafetin başka saltanatın başka olduğunu açıkça anlatmaktadır. Zaten ümmetin umumu tarafından da kabul edildiği hâliyle dört raşit halife ve sonrasında altı aylık kısa bir süreliğine hilafet vazifesi yapan Hz. Hasan’ın (ra) dönemini toplayınca otuz sene bitmiş olmaktadır. Daha sonra Hz. Hasan (ra) Hz. Muaviye’ye iktidarı devretmiş ve böylece hilafet devri biterek krallık/sultanlık dönemi başlamıştır. Hz. Hasan’dan sonrakiler umumen halife değil krallardan herhangi bir kral veya sultanlardan herhangi bir sultandır. Hz. Hasan’dan (ra) sonra Emeviler, Abbasiler, Fatımiler veya Osmanlılar her ne kadar “halife” tabirini kullansalar da bu tabir artık raşit halifeler ve Hz. Hasan (r.anhüm) dönemindeki aslî anlamıyla değil sadece mecazi bir kullanımdır veya politik bir alışkanlığın ürünüdür. Çünkü daha Hz. Muaviye’den itibaren bazı sahabiler Muaviye’ye bile “emirü’l müminin” veya “halife” dememişler, bu tabirlerden bilinçli olarak kaçınmışlar, ona en fazla “melik” sıfatını uygun görmüşlerdir.2

 

İkincisi: Şu dünya hayatında iyiler ve kötüler kadar iyilikler ve kötülükler de bir arada yaşamaktadır. Bu bir realitedir. Bunun bir realite olması meşru olduğu anlamına gelmez. Realite ve meşruluk farklı şeylerdir. Dolayısıyla insan davranışları sonucu ortaya çıkan kötülükleri dünya hayatının birer gerçeği olarak görmek onları meşru görmek değildir. Kötülere ve kötülüklere karşı elbette farklı şekil ve tonlarda mücadele edilecektir, edilmelidir. Bu ayrı bir husustur. Diğer yandan fakirlik, farklı yoğunlukta savaşlar, açlıklar da devam edecektir. Bugün Amerika gibi zengin ve büyük ülkelerde dahi insülin alacak paraya ulaşamadığı için ölenler yahut soğuktan ölen evsizler gibi fakirler bulunmaktadır. Bu duruma neredeyse her ülkede rastlamak mümkündür. Buna karşı elbette vakıflar kurulacak, fakir insanlara eğitim ve maddiyat desteği sağlanmaya çalışılacaktır. Ancak bir yandan fakirliğe karşı bu mücadele devam ederken fakirlik de devam edecektir. Sosyalist literatürün öngördüğü şekliyle sınıf ayrımları hatta sınıflar ortadan kalksa dahi fakirlik devam edecektir, çünkü tarihsel tecrübenin biz insanlara öğrettiği gerçek budur.

 

Aynı şekilde İslam’ı maddi ve manevi cephesiyle bir bütün olarak yaşayan, İslam’ın güzelliklerini hem iman hem ibadet hem ahlak alanında hayatlarına yansıtabilmiş küçük veya büyük gruplar da olacaktır, İslam’ı bir gelenek formatında yaşayan, ibadetlerini az çok yerine getirse de diningüzel ahlak boyutunu hayatına yansıtamayan insanlar ve gruplar da olacaktır. Dolayısıyla Emevi, Abbasi, Selçuklu, Fatımi, Eyyubi, Osmanlı gibi devletlerde zulümlerle fetihlerin, iyiliklerle kötülüklerin, güzelliklerle çirkinliklerin bir arada olması bizi şaşırtmamalıdır. O dönemin insanları ile bu dönemin insanları arasında maddi koşullar dışında bir fark aranmamalıdır. İnsanın nefsi, iradesi, iç dünyası dünyanın her yerinde ve bütün zamanlarda benzer niteliklere sahiptir ve benzer şekilde işlemektedir. Demek ki Yezid döneminde yaşayanlarla Abbasi sultanı Mansur döneminde yaşayanlar, Sultan Alparslan zamanında yaşayanlarla Kanuni döneminde yaşayanlar yahut Sultan Abdulhamid döneminde yaşayanlarla Cumhuriyet döneminde yaşayanlar birbirlerinden pek de farklı mahiyette insanlar değildir. Aynı mahiyetteki, aynı nefis ve iradeye, aynı içsel süreçlere veya aynı psikolojik özelliklere sahip insanların oluşturduğu bu dünya hayatının akışı içinde her zaman farklı adaletsizlikler, farklı zulümler de olmuştur, olmaktadır ve olmaya da devam edecektir. Buna karşılık elbette adaletin tesisi için yahut rahatça zulmedilememesi adına ıslah eksenli çalışmalar da yapılmıştır, yapılmaktadır ve yapılmaya da devam edecektir.

 

Sonuç olarak, fakirliğin her zaman devam etmesi gibi zulüm de her zaman farklı yoğunluklarda ve farklı biçimlerde devam edecektir. Kur’an’ın pek çok ayetinin işaret olarak bahsettiği bir gerçek de şudur ki: Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva’nın (a.s) nefsani bir temayül konusunda hata etmeleri, şeytanın kibir ile hata etmesi ve Hz. Adem’in (as) iki oğlundan birisinin haset/kıskançlık konusunda hata etmesi göstermektedir ki bu üç özellik insan doğasının önemli bir realitesidir. Nefsani temayül, kibir ve haset var oldukça bunlardan kaynaklanan günahlar da var olacak, bu günahlar var oldukça bireysel veya toplumsal çapta, mikro veya makro düzeyde zulümler de yaşanacaktır. Bunların içinden nefsani temayül tevbe etmesi ve telafisi en kolay olanıdır. Kibir ise tevbesi ve telafisi en zor, en çetin olanıdır çünkü doğrudan imanın aslına bir engel oluşturmaktadır. Haset ise bütün bir insanlık tarihi için oldukça belirleyici bir duygu olmuştur. Çünkü insan gruplarının birer tarım toplumu oluşturmalarından sanayi devrimine ondan da günümüze kadar bütün sınıf çatışmalarının temel motivasyonlarından birini oluşturmuştur denilebilir. Bireyler arasındaki miras kavgaları ile devletler arasındaki toprak ve egemenlik çatışmalarını yahut aynı devlet içindeki saltanat veya iktidar kavgalarını da aynı motivasyonun etkilediğini söylemek mümkündür.

 

Madem ki herhangi bir gayrimüslim ülkenin kralı ile herhangi bir Abbasi sultanının psikolojik mahiyetleri arasında fark yoktur. O hâlde her ikisinin de kibir, haset ve nefsani temayüllerine uydukça işledikleri zulümler arasında mahiyet itibariyle bir fark olmayacaktır. Benzeri paralellikleri her coğrafyadan ve her zamandan insanlar yahut krallar, devlet başkanları arasında kurmak mümkündür.

 

Emeviler ve Abbasiler döneminde ehl-i beyt mensuplarına yahut İslam alimlerine yapılan zulümlerin siyasi arka planları olduğuna dair pek çok kayıt bulmamız da mümkündür. Hatta bu zulümlerde meselenin kişisel görüş ayrılıklarından çok sultanların kendi egemenliklerine karşı tehdit algısı veya hissi geliştirmeleriyle ilgili olduğu söylenebilir. Örneğin hem Emevi hem Abbasi devlet adamlarının İmam-ı Azam (ra) hazretlerine zulmetmelerinin asıl nedeni İmam Azam’ın fıkhî görüşleri yahut hüküm çıkarma yolları değildir. Onun pek çok konuda devlet adamlarından bilinçli bir şekilde uzak durması, hiçbir devlet görevine sıcak bakmaması ve Emevilerle Abbasilere karşı ayaklanan yahut ayaklanma potansiyeli gösteren ehl-i beyt gruplarıyla yakın olmasıdır. Yahut Abbasi sultanları Memun, Mutasım ve Vasık dönemlerinde resmi politika olarak benimsenen ve uygulanan, Mütevekkil döneminde de kademeli olarak vazgeçilen Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın mahluk olması) görüşü aslında ilmî bir görüş olmaktan çok Memun’un Hıristiyanlara karşı sadece askeri sahada değil kültürel ve ilmî sahada da üstünlük kurma çabalarının bir yansıması, iç politikada ise farklı düşünce ekolleri arasındaki görüş ayrılıklarının devlet otoritesine zarar vermemelerini sağlama amaçlıdır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak sonuçta bu tip tarihsel arka planlar yapılanların zulüm olduğu gerçeğini elbette değiştirmemektedir. Bu politikaların siyasi arka planları onların temelinde haset, kibir yahut nefsani temayüllere uyma gibi motivasyonların olduğu gerçeğini de değiştirmez.

 

Son tahlilde İslam tarihinde hem dışarıda fetihlerin devam ettiği hem içeride zulümlerin işlenebildiği dönemler olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edebilir. Bu durum fetihlerin yahut dış politikayla ilgili başarıların mahiyetini de içerideki zulmün mahiyetini de değiştirmez. 


 



 

1 ) Ebu Davud, Sünnet, 8; Tirmizi, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 272; V, 220, 221

2 ) Ayrıntılı bilgi için bkz; 1) İslam Tarihinin Tartışılan Figürü Hz. Muaviye 

2) Hasani ve Hüseyni Meşrepler