24 dk.
15 Ekim 2023
Allah rızka kefil midir? | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Allah rızka kefil midir? | Tek Parça

Soru: Allah rızka kefil midir?

 

Cevap: Allah Teala rızka hem kefildir hem değildir.

 

Bu konuda üzerinde konuştuğumuz seviyeye göre her iki önerme de doğrudur.

 

Meselenin farklı seviyelerde farklı boyutlarının olması nedeniyle konuyu maddeler hâlinde ele alacağız. Ancak bu mesele öncelikle eşya ve hadiseleri mekanik zihinle, yani sebepler dairesi içinde veya neden-sonuç ilişkisine göre değerlendiren bir bakış açısına göre cevaplanacak daha sonra farklı bir seviyede ele alınacaktır. Bu nedenle “buraya kadar” dediğimiz kısma kadarki yazılanların mekanik bakış açısı esas alınarak cevaplandığı, daha sonraki yazılanların ise farklı bir seviyede değerlendirildiği yazı boyunca unutulmamalıdır.

 

Birincisi: Olaylara ve olgulara mekanik bir zihinle baktığımız durumlar için geçerli olmak üzere denilebilir ki; Allah Teala’nın rızıklar için verdiği bir garanti yoktur.

 

Bu dünya hayatı belli kanunlar çerçevesinde kurulmuştur ve o kanunlara göre işlemektedir. Cansız varlıkların tabi oldukları kanunlar varken, canlı varlıkların da tabi oldukları kanunlar vardır. Her iki varlık türü birbiriyle irtibatlı olduğu gibi her iki tür için geçerli kanunlar da birbirleriyle irtibatlıdır. Örneğin, cep telefonumuzun şarjı bitince o telefonun çalışmaması beklenir. Arabamızın yakıtı bitince de o arabanın çalışmayacağını düşünürüz. Çünkü cansız varlıklar için geçerli olan kanunlara göre yeterli enerji girişi olmadan hareket ve işlev olmayacaktır. Benzer şekilde bir canlı varlığa yeterli enerji (rızık) girişi olmamışsa o canlının da hareket etmesini ve kendi işlevlerini yerine getirmesini bekleyemeyiz. Çünkü enerji-rızık girişi olmamışsa o canlının solunum, sindirim gibi sistemleri çalışmayacak, kalbi atmayacaktır. 

 

Bir arabanın yakıt göstergesi sıfır olunca aslında o arabada birkaç kilometre götürecek kadar yakıt kalmıştır ve gösterge sıfır olsa dahi o araç az bir miktar daha yol gidebilir. Bir hayvan veya insan da bir süre hiç yemek yemese, vücuduna sıfır enerji girişi olsa bile o hayvan veya insanın bedeninde önceden depolanmış yağ, vitamin ve benzeri maddeler nedeniyle birkaç gün veya hafta boyunca yaşaması mümkündür. Ancak sonuçta bizler insan olarak biyolojik ve fiziksel kanunlara tabi varlıklarız ve cansız varlıklar için geçerli olan enerji girişi kavramı bizim için beslenme olarak ifade edilir. Beslenmek ile hayatta kalmak arasındaki ilişki de biyolojik ve fiziksel bir ilişkidir.

 

Meselenin bu yönüne bakılınca Allah Teala’nın koyduğu kanunlarla işleyen biyolojik hayatta Cenab-ı Allah'ın doğrudan, kendi koyduğu kanunların dışında bir müdahalesinin olmadığını söylemek mümkündür.1 Dolayısıyla yine bu bağlamda, Allah Teala’nın rızık konusunda verdiği bir kefalet yoktur.

 

İçinde yaşadığımız maddi, fiziksel, biyolojik hayat kendisi için takdir olunan kanunlara göre devam etmektedir ve edecektir. Bu kanunlara göre baktığımızda meselenin farklı yönlerini görmek mümkündür.

 

Örneğin, bir hadis-i şerifte ifade buyurulduğu üzere bir kadın bir kediyi hapsedebilmekte, onun yeme ve içmesine de izin vermemekte, sonunda kedinin ölümüne sebep olabilmektedir.2 Olasılıklar dahilinde aynı şeyi bir insan başka bir insana yapabilir ve bu durumda yaptığı şey bir cinayet suçunu oluşturur. Bir insanı alıkoyup bir odaya hapsedip ve aç bırakıp ölümüne neden olan bir insan mahkeme savunmasında “Allah rızka kefildir. Öldüren ben değilim.” demekle ne beşerî hukuktan ne de ilahi hukuktan kurtulamaz.

 

Bu yönüyle de Allah Teala’nın aç bırakılan kedinin veya insanın rızkına kefil olduğunu söyleyemeyiz. Eğer rızka kefil olmak veya bütün canlıların rızıklarını garantilemek bu manada ilahi bir kanun olsaydı Allah Teala’nın o kedinin de insanın da açlıktan ölmesine izin vermemesi gerekecekti.

 

İkincisi: Rızık Kavramının Geniş Anlamı

 

Rızık kavramını sadece yiyecek ve içecekler için değil geniş manasıyla ele aldığımızda bir garanti veya kefalet mekanizmasının olmadığını görürüz. Bilindiği üzere rızık kelimesi günlük dilde yiyecek ve içecek maddeleri için kullanılsa da aslında kendisinden faydalanılan her şey rızık kavramına dahildir. Örneğin gençlik, zeka, iyi bir eğitim, iyi bir komşu ve arkadaş, iyi bir eş, bir konuda bilgi ve beceri sahibi olmak, sağlık ve afiyet, oksijen ve temiz hava gibi nimetler de birer rızıktır. Dolayısıyla bu nimetlerin de kendilerine göre sadakaları olmalıdır. Efendimiz (sas) “Yapılan hayırdan hiçbir şeyi küçük görme. Kardeşini güler yüzle karşılaman bile olsa…”3 buyururken de, “Kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.”4 buyururken de insanın sahip olduğu her türlü nimet ve rızıktan başkasını da faydalandırmasının sadaka sevabı kazandıracağına işaret buyurmuştur.

 

Bu bağlamda örneğin zengin bir insanın kendi servetinden sadaka vermesi, sıhhatli bir insanın bedensel gücü olmayanların işlerini ve hizmetlerini yapması, matematik bilen bir insanın bir öğrenciye matematik dersi vermesi de birer sadakadır. Hatta “Tebessüm sadakadır.” ibaresinden neşeli insanların negatif veya depresif olmaya meyilli insanların yüzlerini güldürmesinin, onlara neşe saçmasının bir nevi sadaka olduğunu anlıyoruz. Burada zenginlik, sağlık ve bilgi birer rızık olduğu gibi neşeli bir mizaca veya pozitif hislere sahip olmanın da birer rızık olduğu görülecektir. 

 

“Onlar (müttakiler) gayba iman ederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler.”5 veya “Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarf edenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.”6 gibi ayetlerin kapsamına bu fiiller de girmektedir. 

 

Bu manasıyla, eğer bir insan din kardeşine tebessüm edebilecekken tebessümünü ondan esirgiyorsa, birilerine bir şeyler öğretip anlatma imkanı varken bunu yapmıyorsa, bedenen ihtiyacı olan birisinin örneğin evindeki bulaşıkları yıkayarak ona yardımcı olabilecekken bu yardımda bulunmuyorsa, bu durumda bu insan kendisine rızık olarak verileni başkalarından esirgemiş, dolayısıyla onların rızıklarını engellemiş duruma düşecektir. Bu manada ihtiyacı olanların bu tür rızıkları da garantilenmiş değildir. Çünkü açıkça görmekteyiz ki insanlar bu tip sadakaları her zaman, her yerde mükemmelen vermemektedir.

 

Üçüncüsü: Kıtlık ve Kuraklıklarda İnsan ve Çevre Faktörü

 

Dünya tarihinde miladi 536 senesi volkanik kış olarak tarihe geçmiştir. Bu tarihte volkanik bir patlamadan dolayı açığa çıkan kül bulutları atmosfere yayılmış, güneş ışınları kül bulutlarını aşarak dünyaya ulaşamamış ve 18 ay boyunca Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın bir bölümünde gündüzleri aynen gece gibi karanlık geçmiştir. Bu süre boyunca ekinler de yetişmemiş, üstelik Çin’de yaz mevsiminde kar yağmıştır. Asya, Akdeniz coğrafyası ve Orta Amerika’da büyük bir kıtlık yaşanmıştır.

 

Yine Japonya’da “Kanki kıtlığı” adı verilen bir dönem yaşanmıştır. Japonya’da miladi 1230-1231 yıllarında yaşanan bu kıtlığa da volkanik patlamaların neden olduğu soğuk hava şartları etkili olmuş, kıtlıktan dolayı toplu ölümler yaşanmıştır.

 

Efendimiz (sas) döneminde de Medine’de tabiat şartları nedeniyle kıtlık vakaları yaşanmıştır. Enes bin Malik’in (ra) rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz bir Cuma günü hutbe verince bir bedevi ayağa kalkıp “Ey Allah’ın Rasulü! Beygir sürüleri ve koyunlarımız helak oldu, çocuklarımız aç kaldı. Yağmur yağması için dua eder misin?” demiş, Efendimiz de bunun üzerine dua etmiştir.7

 

Ayrıca Hz. Ömer (ra) döneminde Remade Yılı adı verilen bir kıtlık dönemi yaşanmış, bu dönemde yağmursuzluk nedeniyle topraklar kurumuş, ekinler yetişmemiş, hayvanlar telef olmuş, insanlar aç kalmıştır. Medine’de ekonomik durgunluk yaşanmış, ticaret bitme noktasına gelmiştir. Hatta bir şeyler yiyebilmek için toprağı eşerek toprak altında yaşayan sürüngenleri çıkarıp yemek zorunda kalan insanlar olmuştur.8

 

Bunun yanında insanlık tarihinde kıtlıklar savaşlarla veya benzeri olaylarla yakından ilişkili olmuştur. 1980’lerde Afrika’nın belli bir bölgesinde yaşanan yoğun kıtlığın bölgedeki çatışmalar nedeniyle etkisinin arttığı bilinmektedir. Hatta 2021 yılında da bir UNICEF açıklamasında Etiyopya’nın Tigray bölgesindeki çatışmaların kıtlık tehdidini artırdığı, en az 33.000 çocuğun bu nedenle ölüm riski altında olduğu bildirilmiştir.9

 

Yine 1930’lu yıllarda Stalin Rusyasında Ukraynalıların “Holodomor” adını verdikleri bir dönem yaşanmıştır. Holodomor Ukrayna dilinde “açlıktan ölmek” anlamına gelir. 1932’de Stalin Ukrayna’da tüm hayvanlara ve tahıllara el koymuş, bu el koymanın ardından milyonlarca Ukraynalı yaşamını yitirmiştir.

 

Demek ki çevresel faktörler kadar hatta sonuçları itibariyle ondan daha etkili olmak üzere insan faktörü de kıtlıklara, açlıklara ve açlık nedeniyle ölümlere neden olabilmektedir. Diğer yandan ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerine ulaşamayan, o sistemlerden yeterince faydalanamayan fakirlerin varlığı da bilinmektedir.

 

Bu tip örnekler önemlidir. Çünkü geleneğimizde “Allah rızka mutlak olarak kefildir. Bu nedenle kimse açlıktan veya rızıksızlıktan ölmez.” anlayışı öne çıkmaktadır. Ancak bu anlayış dünya hayatının akışına, realitesine uygun düşmemektedir. Çünkü gözlemler bu anlayışı doğrulamamaktadır. Bu durumda da sanki Kur’an ve hadis yanlış bir iddiada bulunmuş gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.

Dördüncüsü: İmtihan Sırrı ve Rızık Garantisi
 

Allah Teala’nın kimsenin rızıksızlıktan ölmeyeceğine dair bir taahhüdü, garantisi olmuş olsaydı bu durum imtihan sırrına ters olurdu.

 

Örneğin, Efendimiz’in (sas) komuta ettiği Uhud ve Huneyn savaşlarında Müslümanlar kısmi ve muvakkat yenilgiler yaşamışlardır. Pek çok peygamber kavminin gadrine, zulmüne uğramıştır. Hz. Yahya (as) ve Hz. Zekeriya (as) şehit edilmişlerdir. Hz. Musa (as) yıllarca adeta bir sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmış, Hz. Yusuf (as) senelerce hapis yatmıştır. Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali (ra) gibi Efendimiz’in (sas) en seçkin sahabileri düşmanları tarafından şehit edilmişlerdir. Çünkü dünya bir imtihan dünyasıdır ve Allah Teala’nın icraatı, sünnetullahı bunu gerektirmektedir. Yani bütün bu olumsuz gibi görünen meseleler imtihan sırrıyla veya dünyanın bir imtihan dünyası olmasıyla açıklanmaktadır.

 

Dünya hayatındaki imtihan, teklif veya imtihan sırrı adını verdiğimiz bir sistem dahilinde işlemektedir. Dünya mucizeler dünyası değil imtihan dünyasıdır. Allah Teala’nın kullarını rızıklandırdığı açıktır ancak bu rızıklandırma sürekli, her zaman ve her yerde mucizevi bir şekilde gerçekleşmemektedir. Hatta bazen rızıklandırma kesilmekte ve insanlar ölebilmektedir. Eğer rızıksızlıktan ölüm olmasaydı bu durum adeta bir mucize olacaktı çünkü kıtlıklar, kuraklıklar ve benzeri olumsuzlukların yiyecek maddelerine ulaşmaya engel bir etkisi olmayacaktı. Bu da dünya hayatının işleyişindeki kanunlara aykırı bir durum yani bir mucize olacaktı.

 

Yaşadığımız biyolojik ve fiziksel hayat, biyolojinin ve fiziğin kanunlarına bağlıdır. Aynı zamanda insanların oluşturduğu sosyal hayat da bu kanunlara bağlıdır. Örneğin 300-400 yıl önce yaşayan bir insan doktor olmak için önce bir mahalle hekiminin yıllarca çıraklığını yapacak, sonra kabiliyeti varsa belli bir yaşa gelince insanlar ondan şifa talep etmeye geleceklerdi. O doktora gelen insanların bir kısmı ona para verecek, bir kısmı da ekmek, buğday, un, tavuk, yumurta gibi gıda maddeleri getirecek, o doktor da rızkını o şekilde kazanacaktı. Ancak günümüzde doktor olabilmek için önce belirli sınavları kazanmak, sonra yıllar süren tıp eğitimini bitirmek gerekmektedir. Dolayısıyla günümüzde rızka ulaşmak için hayatın içinde var olan yollar değişmiştir ve bizlerin bu toplumsal veya fiziksel kanunlardan kaçma şansımız bulunmamaktadır.

 

Rızık Kefaletiyle İlgili Ayetler

 

Kur’an’da; “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.”(10) 

 

Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah'tır. O, her şeyi işitir ve bilir.”(11) gibi ayetler rızkı yaratanın Allah olduğunu zaten açıkça bildirmektedir. Zaten aksini düşünmek de imkansızdır.

 

Diğer yandan bu ayetler yağmuru yağdıranın Allah olduğunu bildiren ayetler(12) gibi anlaşılmalıdır. Yağmuru yağdıran şüphesiz Allah’tır. Ancak farklı zamanlarda farklı bölgelerde yağmursuzluk nedeniyle kuraklıklar da yaşanmıştır ve yaşanacaktır.

 

Yağmuru Allah Teala’nın yağdırdığını bildiren ayetlerden Allah Teala’nın yağmuru her zaman, her yere, o yerde yaşayanların ihtiyaçları ve istekleri kadar yağdırdığını anlamayız. Ancak yağmur yağdığı zaman yağmuru yağdıranın Allah olduğunu bilir ve buna iman ederiz. 

 

Aynı şekilde; “Rızkınızı veren Allah’tır.”, “Hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.” ayetlerinden de “Herkesin her zaman alıştığı ve istediği kadar rızkını gönderir, kimse aç kalmaz, besin yetersizliği yaşamaz, herkes her zaman ve her şartta muhakkak rızka ulaşır.” şeklinde anlamamız yanlış olacaktır. Ancak “Allah Teala canlıların rızıklanabilecekleri besin maddelerini yaratmış, o besin maddelerine ulaşma yollarını göstermiş veya ilham etmiştir. İnsanlar ve tüm canlılar rızıklarına ulaşmak için bu mekanizmayı kullanmalıdırlar.” şeklinde anlamak daha doğru olacaktır.

 

Diğer yandan yine Kur’an’da “Görmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine bol bol vermekte, dilediğininkini de daraltmaktadır. Şüphesiz imanlı bir kavim için bunda ibretler vardır.”(13) buyrularak rızık için esas olanın insanların arzu ve tüketim alışkanlıkları değil, Allah Teala’nın iradesi olduğu, bu iradenin de rızık hakkında bazen bollaştırmak bazen de daraltmak şeklinde tecelli ettiği beyan edilmektedir.

 

İki Uçlu Zihinler ve Düşünce Sorunları

 

Genellikle gençler veya genç ateistler yahut dine uzak olanlar, sair gayrimüslimler veya dine, dini kavramlara ve söylemlere şüpheyle yaklaşanlar meselenin yüzeysel görüntüleri üzerinden konuya yaklaşmaktadırlar.

 

Örneğin “Her çocuk rızkıyla doğar.” anlayışıyla hareket ederek çocuklarının beslenmesi veya eğitimi için hiçbir sorumluluk almayıp hazırlık yapmayan insanların bu anlamsız hareketleri yukarıda zikredilen kesimler tarafından elbette tenkit edilecektir.

 

Bu anlayışı sadece dine uzak insanlar değil akl-ı selim sahibi dindarlar da tenkit etmeli ve bu çarpık tevekkül anlayışını düzeltmek için elinden geleni yapmalıdırlar. Çevrelerinde gördükleri bu gibi söylemlere karşı meselenin aslını, hakikatini anlatmalıdırlar. Zaten tebliğ veya emr-i bil maruf bir yönüyle budur.

 

Sonuç

 

Buraya kadar anlatılanlar mekanik zihinler için bir cevap idi. Yani hesap kitap yapabilen, eşya ve hadiseleri sebep sonuç ilişkisi içinde değerlendiren zihinlere hitap etmeye çalıştık. Diğer bir ifadeyle bu anlatılanlar meselenin bizim fiziksel ve biyolojik dünyamıza bakan yönüyle ilgilidir. Bizim dünyamız da kanunlara tabidir. Bu kanunlar Müslümanlar için geçerli olduğu gibi ateistler, deistler veya gayrimüslimler için de geçerlidir. Tüm insanlar için geçerli olduğu gibi rızka veya enerji girişine ihtiyacı olan tüm canlılar hatta cansızlar için de geçerlidir.

 

Bu bağlamda insanlar rızka ulaşmak ve rızkı elde edebilmek için çaba göstermeli, var olan kanunlara (tabiat kanunlarına) riayet etmeli, sosyal hayatın işleyen sistemi içinde bir pozisyon almalıdır ki rızka ulaşılabilsin.


Yazının bu kısmında Allah Teala’nın rızka kefil olması meselesinin farklı bir boyutuna değineceğiz. Bu kısımda da konuyu maddeler halinde anlatacağız.

 

Allah Teala’nın rızka kefil olması veya her çocuğun kendi rızkıyla doğduğu düşüncesi büsbütün temelsiz değildir. Şöyle ki;

 

 Hud suresinde “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (müstekarrını da) emaneten konulacakları yeri de (müstevda’) O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.”(14)

 

Bu ayette geçen dabbe kelimesi hareketli, canlı varlıklardır. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar olarak anlaşılabilir.

ala’(A)llâhi Ruzquhâ: Rızıkları Allah’ın üzerinedir.

ve ya’lemu: (Allah) bilmektedir

Müstekarrahâ ve Mustevde’ahâ: Onların müstekarrını ve mustevdea’ını… Yani müstekarrını da, yani sabit oldukları yerleri de, mustevdea’ını da, yani emaneten, geçici olarak kaldıkları yerleri de Allah bilmektedir. Osmanlı Türkçesinde de “müstekar” kelimesi “sabit ikametgah”, “müstevdi” kelimesi ise “bir şeyi emanet bırakan kişi” anlamına gelmektedir.

 

Burada müstekarr ve müstevdea şeklinde bir ikileme söz konusudur. Bu tür ikilemelere başka ayetlerde de rastlanır. Örneğin “Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”(15) ayetinde yaş (Ratbin) ve kuru (Yâbisin) ibareleri de bu cinstendir. Yaş ve kuru bu ayette “her şey” anlamında kullanılmıştır.

 

Bazı çok okunan meallerde “müstekarr” kelimesi için kabir, müstevdea kelimesi için de dünya hayatı gibi yorum içerikli anlamlar verilmiştir ki bu anlamlar dar bir bakış açısının ürünüdür.

 

Daha geniş çerçeveden bakıldığında bir insanın sabit bir yerde kaldığını da hareketli veya göçebe ise o hâlini de Allah’ın bildiğini anlarız. İnsanların mizaçlarında sabit olan özellikleri de değişken hususları da Allah’ın bildiğini anlarız. Zaten sabit ikametgâh sahibi olmak da göçebelik de yahut mizaç olarak var olan sabit ve değişken özellikler de insan rızkı üzerinde etkili olan hususlardır. Allah Teala bizim her halimizi bildiği gibi bunları da bilmektedir. Dolayısıyla Levh-i Mahfuz’da veya apaçık kitapta yazılı olan sadece rızkın miktarı değildir. Rızık üzerinde etkili olan faktörler de yazılıdır.

 

Bir diğer ayet “Vekeeyyin min dâbbetin lâ tahmilu rizkaha(A)llâhu yerzukuhâ ve-iyyâkum(c) vehuve-ssemî’u-l’alîm”(16) “Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah'tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” ayetidir.

 

Bu ayetteki “Lâ tahmilû” (Taşımıyorlar-Taşıyamıyorlar) ibaresi önemlidir. Gerçekten de insan dışında pek çok canlı rızıklarını yanlarında taşıyamamaktadır. Biz insanların hayvanlara ve bitkilere göre rızık konusundaki avantajımız rızkımızı taşıyabilmemizdir. Bu taşımayı ister gıda maddelerinin ulusal ve uluslararası ölçekte nakliyesi, ister bir çocuğun beslenme çantasına konulup yanında götürebilmesinin sağlanması, ister yolculuğa çıkarken veya işe-okula giderken yanımız aldığımız ve acıkınca yiyebileceğimiz besin maddeleri şeklinde anlayalım, sonuç fark etmemektedir. İnsanlar rızıklarını bir şekilde depo edebilmekte ve taşıyabilmektedir. Ancak pek çok canlının böyle bir avantajı yoktur. Örneğin vahşi hayvanlar her acıktıklarında yeni bir rızık bulmak, o rızkın peşinde koşmak, onu avlamak ve yemek zorundadır.

 

Konuyla bağlantılı bir başka ayet İsra suresinin “Fakirliğe düşme endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin! Onların da sizin de rızkını veren Biziz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur!”(17) ayetidir.

 

Bu ayet sadece cahiliye döneminde kız çocuklarını toprağa gömen insanlarla ilgili değildir. Dünya tarihinde “infanticide” olarak kavramsallaşmış, yaygın bir uygulama olarak görülen “bebek öldürme” ameliyesine Antik Roma, Fenike, Antik Çin ve Japonya, Eski Ortadoğu, Eski Avrupa gibi pek çok kültürde ve coğrafyada rastlamak mümkündür. Bundaki amaç da ekonomik kaynakların zayıf veya engelli çocuklar için harcanmasını engellemektir.

 

Yukarıdaki ayetin devamında “Onları da sizi de biz rızıklandırırız.” buyrulmaktadır.

 

Bu ayetlere bakılınca Allah Teala tarafından tekeffül edilmiş, yani kefil olunmuş, garanti sağlanmış bir rızıktan bahsedilemez mi?

 

Başından beri meselenin iki farklı boyutu, iki farklı makamı olduğunu söylemiştik. O hâlde tekrar edelim;

 

Birincisi: Bizler sebepler dünyasında yaşıyoruz ve bu dünyada biyolojinin, fiziğin, kimyanın, iktisadın, sosyolojinin kendine göre olan kanunları iç içe işlemektedir. Dünyada hayat bu şekilde akmaktadır. Bu bahsedilen hayatın akışı içinde ve insanların anladığı şekliyle rızıklar için bir garanti yoktur. Burada “insanların anladığı şekil” ise; “Ben ne kadar çalışırsam çalışayım rızkım ezelde takdir edilmiştir, onu geçemem. Çalışsam da çalışmasam da rızkım beni bulur.” veya “Her doğan çocuk rızkıyla doğar, çocuğun beslenmesi, eğitimi vb. ihtiyaçları için özel olarak çalışmaya, hazırlıklar yapmaya gerek yoktur.” anlayışıdır. Hayır, böyle bir dünya yoktur. İnsanlar, Allah Teala’nın yarattığı rızıklarını elde edebilmek için çalışmalı, ürün yetiştirmeli, elde ettikleri ürünleri çeşitli işlemlerden geçirmeli, depolamalı, nakletmeli, uzun süre muhafaza etmenin koşullarını aramalı ve benzeri çalışmaları yerine getirmelidirler. Kur’an Hz. Yusuf’un (as) kıssasını anlattığı yerde bunu nazara vermiştir. Yani Hz. Yusuf (as) kendisine anlatılan rüyanın karşılığında “7 yıl bolluk olacak sonra 7 yıl kıtlık olacak. Ama Allah rızka kefildir. Bir şey yapmanız gerekmez. Oturun bekleyin.” dememiştir. Aksine, ilk 7 sene ürünleri ekip biçmeye devam etmelerini ancak yiyecekleri kısmın haricinde kalan ekinleri başaklarında bırakıp depolamalarını söylemiştir.(18)

 

İkincisi: Rızık endişesi ile ilgilidir. Meselenin odak noktası da burasıdır. İnsanın psikolojik varlığıyla biyolojik varlığı iç içedir. İnsanın ruhu yani psikolojisi biyolojisinin yani bedeninin içine hapsedilmiş gibidir ve insan dünya hayatını bu şekilde yaşamak zorundadır. İnsan, halife kılınması itibariyle bu özellikler onun emrine verilmiş, aralarında sıkı bir bağlantı kurulmuştur ki bu nokta itibariyle çok önemli bir husus vardır:

 

Hayvanlar aleminin tamamen hayatı koruma, yeme-içme, barınma ve üreme üzerine döndüğü açıktır. İnsan da biyolojik yönüyle hayvanlar sınıfına dahildir. Bu nedenle insanın şuuru, kalbinin veya zihninin bâtını dışındaki varlığı yani biyolojik yönü itibariyle hayatının aynı şekilde hayatı koruma, beslenme, barınma ve üreme üzerine döndüğü görülecektir. Yani insan iç dünyasını, manevi donanımlarını ihmal edip bırakırsa onun dünyadaki bütün derdi rızık kazanmak, servet edinmek, iyi bir ev, iyi bir iş ve iyi bir eş sahibi olmak, bütün melekelerini bu noktalara harcamak ve bu dertlerle ilgilenmekten ibaret olacaktır. Bütün bunları kısaca “rızık endişesi” adı altında toplayabiliriz.

 

İnsanın kalbine, ruhuna, manevi potansiyellerine bakan yönü itibariyle bu dertlerden kurtulabilmesi, bunun için de Allah’a müteveccih bir insan olmaya yönelmesi gerekmektedir ki manevi terakkisi mümkün olabilsin. Bu manevi terakki için insanın rızık endişesini aşması gerekmektedir. En azından bu endişeyi bir endişe olmaktan çıkarması gerekir. Aksi hâlde dünya hayatının içinde boğulup kalacaktır. Dünya hayatı kendine bakan yönü itibariyle bir bataklık, bir balçık gibidir. İnsan da bu endişelerden kurtulmadıkça ayakları bataklığa saplanmış insanın bir türlü ondan çıkamaması gibi dünya hayatından kurtulup kendi maneviyat ufkuna doğru adım atamayacaktır.

 

Dolayısıyla yukarıda mealleri verilen Hud, En’âm, Ankebut ve İsra surelerindeki ayetlerin ortak mesajı şudur: Ey insanlar! Hayat devam etmektedir. Etrafınıza bakın! Kuşlar, böcekler, balıklar, aslanlar gibi pek çok hayvan türünün rızıklarını yanlarında taşıyamadıklarını, saklayıp depolayamadıklarını göreceksiniz. Ancak onlar yaşamaya devam ediyorlar çünkü onların kanunları o şekilde işlemektedir. Siz de sizinle ilgili genel kanunlara tabi olduğunuzda rızkınızı bir şekilde kazanacaksınız. Belki hayvanlardan daha çok çalışmanız, daha çok eğitim almanız gerekecek, belki gününüzün 8-10 saatini harcayacaksınız. Ancak sonuçta kendi hayatınızın akışı içinde rızkınıza kavuşacaksınız. Evlilik, kariyer gibi meseleler de kendi akışları içinde zaten olup gidecek ve aşırı abes bir şeyler yapmazsanız dünya hayatınızın akışı kendi içinde devam edecektir. O hâlde hayatın sizden istediği şeyleri yapın, sizin hayatınız için konulan kanunlara uyun. Ancak asla kaygı çekmeyin. Hele bu kaygıyı kalbinizin bâtınına asla ulaştırmayın ve bu meseleyi ciddi bir zihinsel mesele hâline getirmeyin. Sizin rızık endişesi çekmeniz ve bu endişeyi hayatınızın merkezine koymanız aynen "Yer çekimi bir gün sona erebilir mi? Diğer gezegenler dünyamıza çarpabilir mi?” diye düşünüp yemeden içmeden kesilen adamın hâli gibidir. O gezegenler ve kanunlar kendilerini yaratıp takdir edenin kontrolünde hayatlarına devam etmektedir. Siz de sadece kanunlara uyup çalışın ve rızkınıza ulaşın. Bunu hayati bir endişe haline getirip ahireti unutmayın. Aksi hâlde dünya denilen bataklıkta çırpınıp duracak, sizden beklenen maneviyat ufkuna yükselemeyeceksiniz!

 

Dolayısıyla mesele mümkünse rızık endişesini hiç taşımamak, yani sebepler ve kanunlar planında rızık için çalışmakla birlikte meseleyi bir endişe hâline getirmemektir.

 

Evet! İnsan, rızıkla ilgili meseleleri asli derdi yapmamalı, maddi daralma anlarında yukarıdaki ayetleri hatırına getirip tekrar etmeli, “Ben dünyaya bunun için gelmedim.” demelidir.

 

Rızık ve Namaz (Salat) İlişkisi

 

Taha suresinde “Ehline (Ailene ve ümmetine) salatı (namazı) emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir.”(19) buyrulur.

 

Ayette geçen “ehline” kelimesi bazı meallerde “ailene” olarak çevrilse de Efendimiz’in (sas) ehli sadece ailesi değil, başta ashabı ve Ona inanan bütün müminlerdir. Bizim için ise kendimiz, ailemiz ve yakın çevremiz başta olmak üzere iş ve okul arkadaşlarımıza kadar uzanan bir çevreyi ifade eder.

 

“Emretme” ise sadece askeri bir emir verir gibi “Namaz kılın!” demekten ibaret değildir. Namazın hakikatini anlatmaktan nasıl kılınacağını öğretmeye, namaz kılınması için gerekli şartların hazırlanmasına, insanları namaza teşvik etmeye, namazı sevdirmeye kadar geniş bir anlam içeriğine sahiptir.

 

“Sabırla devam etmek” olarak çevrilen “Vestabir” emri ise kendini zorlamaya işaret eder. Ki her insan belirli seviyelerde namaz kılmak için irade göstermek, kendini zorlamak, özellikle de namaza istikrarlı bir şekilde devam etmek için zorlanmak zorunda olabilir. Namaz sevabının yanında bu sebatın, kararlılığın ve kendini zorlamanın da kendine göre nefisle mücadele sevabı olacaktır. Çünkü namaz kılmaya sabır ve sebatla devam eden bir insan belki her seferinde nefsi ve şeytanıyla cihad etmekte ve her mücadelesinin, çatışmasının sonunda galip gelip o vaktin namazını kılabilmektedir.

 

Namaz, namazın emri ve teşviki ile namaza devam etmenin devamında “Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz.” buyrulması da güçlü bir şekilde şuna işaret etmektedir ki:

 

İnsanın bu dünyadaki varlığı esasen salattır ve salat olmalıdır. Yani namaz ve dua ile yaratıcısına yönelmek, kalp, ruh, akıl, hissiyat gibi manevi donanımlarını Allah Teala’ya hasretmek, Ona odaklamak, Ona yoğunlaştırmak, Ona müteveccih olmaktır. Büyük bir holding patronunun bir yedek parça fabrikasına atadığı müdür o fabrikada bizzat temizlik yapmaz, yemeği pişirmez, çalışanları evlerinden tek tek alıp işyerine getirmez. O müdürün görevi fabrikanın düzenini sağlamak ve devam ettirmektir. İnsan da bu dünyada halife sıfatına mazhar kılınmış bir varlık olduğu için diğer hayvanlar gibi ömrünü hayatta kalma, barınma, beslenme ve üreme ekseninde harcayıp tüketmemelidir. Rızık endişesi ile bocalayıp durmamalı, asıl vazifesine bakmalıdır.

 

Ancak bu da insanın rızkı için hiç çalışmaması gerektiği, kendisinin sadece namaz kılıp dua ve zikirle meşgul olması, rızkının her gün kapısına bırakılacağı gibi anlamlara gelmez. İnsan hem endişe haline getirmeden rızkı için çalışacak ancak rızkının peşinde kaybolup gitmeyecek hem de kulluk şuurunu yitirmeyecektir. Rızık endişesini değil kulluğunu öne alacaktır. Fiziğin ve metafiziğin, madde ve mananın iç içe olduğu bu dünya hayatında imtihan bunu gerektirmektedir.

 

O hâlde Allah Teala’nın metafizik açıdan rızka kefil olduğu söylenebilir. Ancak bu kefalet bizim sebepler dünyasının şartlarına göre hareket etmemize mani olacak bir kefalet değildir. Mesele, bu kefalete güvenip yani Allah’a tevekkül edip rızık peşinde koşturmayı hayatın asıl gayesi ve meşguliyeti haline getirmemekten ibarettir.

 


 

1 ) Bu, yani Allah Teala’nın herhangi bir şeye müdahale etmediği aslında yanlış bir cümledir ancak kelime ve ifade yetersizliği (dîk-ı elfâz) nedeniyle bu şekilde ifade etmek zorunda kaldık. Evet, Allah Teala her an bir iştedir (Rahman, 29), Onun yaratması süreklidir, O, var olan her şeyi her an yaratmaktadır. Burada kast ettiğimiz ise biyolojinin kanunlarının işlediği alemde (ki o kanunları koyan da Allah’tır) Allah Teala’nın ehadî tecellilerini görmediğimiz zamanlara mahsus bir keyfiyettir. 

2 ) Buhari, Şirb, 9; Müslim, Birr, 151

3 ) Müslim, Birr, 144

4 ) Tirmizi, Birr, 36

5 ) Bakara, 3

6 ) Fatır, 29

7 ) Buhari, Cuma, 34

8 ) İbn Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 2, s. 396

9 ) bkz; https://www.unicef.org/turkiye/bas%C4%B1n-b%C3%BCltenleri/etiyopyan%C4%B1n-tigray-b%C3%B6lgesindeki-%C3%A7at%C4%B1%C5%9Fmalar-k%C4%B1tl%C4%B1k-tehdidini-artt%C4%B1r%C4%B1rken-en-az
10 ) Hud, 6

11)  Ankebut, 60

12 ) Bakara, 22; Nur, 43; Şuara, 28

13 ) Rum, 37

14) Hud, 6

15) En’âm, 59

16) Ankebut, 60

17) İsra, 31

18) Yusuf, 46-47-48

19) Taha, 132