Allah bazı ayetlerde niçin insanlara hakaret ediyor? | 2. Parça
Not: Bu yazı "Allah bazı ayetlerde niçin insanlara hakaret ediyor?" serisinin ikinci yazısıdır. Serinin ilk yazısına buradan erişebilirsiniz.
Sapkınlık ve Dall
Şimdi ayetteki “dall-(e)dall” kelimesine gelelim.
“Dall” kelimesi sözlüklerde “Hüda” kavramının zıddı olarak geçer. Hüda ise hidayet, doğru yolu bulmak, o yoldan gitmek ve istenilen sonuca ulaşmaktır. Örneğin çölde bir yerden bir yere gideceksinizdir. Bir rehber eşliğinde veya yolu bilerek gidiyorsanız, sonuçta da istediğiniz yere ulaşmışsanız hidayet üzeresiniz yani doğru yol üzerindesiniz demektir. Hedefe ulaştırmayacak diğer yollar ve durumlar ise “dall” durumlarıdır.
Bu kelimenin de “sapık, sapkın” şeklinde kullanımı ve öyle çevrilmesi doğru bir tercih değildir. Geçmişte “dall” kelimesine sapık anlamı verilmiş olabilir ve o dönemde kelime hakaret anlamında kullanılmıyor da olabilir. Ancak günümüzde sapıklık kavramı ve “sapık” kelimesi ciddi bir hakaret anlamı içermektedir.
Mesele sadece kelimenin hakaret anlamı içermesi de değildir. “Sapık” şeklinde bir çeviri Kur’an’da farklı ayetlerdeki “dall” kelimesinin kullanımına da uygun değildir. Örneğin Efendimiz’e (sav) hitaben de bu kelime kullanılır. Allah Teala, Efendimiz’e (sav) hitaben “Ve vecedeke dâllen fehedâ” “Rabbin seni dall iken bulup hidayete ulaştırmadı mı?”1 buyurur. Bu durumda Efendimiz (sav) için o hakaret çağrışımı yapan kelimeyi kullanmak zaten yanlış hem büyük bir yanlış olacaktır. Çünkü ayette kastedilen “Sen hakikate ulaştıracak bir yol arayışında idin de Rabbin seni bu arayıştan ve o yola uzak kalmaktan kurtarıp doğru istikamete yönlendirdi.” şeklinde bir manadır.
Dolayısıyla “Hâdi” yani hidayete ermiş olan, gideceği yolu bilen, seçtiği yolun gereklerine tabi olan, o yolda yürüyüp istediği doğru hedefe ulaşmış olan demektir. Bu durumda o yolu hiç bilmeyen, o yola girmemiş kişilere “dall” denilebileceği gibi o yoldan çıkan, o yolu terk eden, o yolu hiç seçmeyen kişilere de “dall” denilir.
Örnek verelim. Bediüzzaman 1. Dünya Savaşından sonra bir arayış içine girer. Bunu da kendisi şu şekilde ifade eder: “"Kırk elli sene evvel, Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikatü'l-hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi… Sonra, hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı, câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbânî de ona gaybî bir tarzda 'Tevhid-i kıble et' demiş. Yani, 'Yalnız bir üstadın arkasından git' O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki: 'Üstad-ı hakikî Kur'ân'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur" diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu mânevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti… Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'ân'ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş.”2
Yani Bediüzzaman hazretleri de kendi seviyesi içerisinde bir çeşit “dall” durumu yaşamış sonra da “hakikate bir yol bulmuş” dediği durumlarda hidayetle tanışabilmiş, yani hangi yola gireceğini, nasıl bir usul takip edeceğini, neye göre ve nasıl davranacağını anlamıştır.
Şah-ı Nakşibend hazretlerinin hayatının bir döneminde de Kur’an’daki anlamıyla bir “dall” durumu vardır. Hazret de kendi dönemindeki musiki, raks gibi tasavvufi uygulamaları manevi gelişim yolu olarak kabul etmemiş ancak nasıl bir yol üzere gideceğini de tam bilememiş, böyle bir “dall” içinde iken bir takım manevi deneyimler sonucu kalp zikri ve diğer esaslardan oluşan bir yol bulabilmiş, dolayısıyla hidayete erdirilmiştir.
İmam Gazali de gençliğinin bir döneminde hakikat yolunu aradığını, o dönemdeki grupların hangisinin hak olduğunu bilemediğini, konuyu araştırdığını, hatta bir ara bunalıma dahi düştüğünü, sonunda Allah Teala’nın kendisini bu dertten kurtarıp hidayete ulaştırdığını söyler.
Bu bağlamda Efendimiz de (sav) nübüvvetinden önce bir arayış içindedir. O dönemde hakikate ulaştıracak haniflik gibi yollardaki bazı eksiklikleri görüyordur ancak bir yol olması gerektiğini de düşünüyordur. Bu yolu tam manasıyla bilip seçemiyordur. Buna da “dall” denilir.
Dolayısıyla “dall” kelimesi yolunu bilememiş, bulamamış, ilerleyemeyen, seçemeyen anlamlarında kullanılabilir.
Bu durumda da ayetin meali “Onlar heva ve heveslerine uyma bakımından sizin evcil kedileriniz veya koyunlarınız gibidir. Hatta hakikate ulaştıracak bir yol bulamama, seçememe, o yolda olmama açısından durumları daha kötüdür, kaybolmuş gibidirler.” şeklinde olmalıdır.
Siz evcil hayvanlarınızdan özel bir vefa beklemezsiniz. Onlardan yumuşak huyluluk, hâlden anlama, tevazu, empati, manevi terakki anlamında kendini geliştirme gibi şeyler beklemezsiniz. Ancak karşılıklı ilişkiniz, sevginiz ve şefkatiniz devam eder. Dünya hayatı içinde de sizin durumunuz, vahiy olmadan, vahyin getirdiği iman prensiplerinin ortaya koyduğu hedefler ve çalışmalar olmadan onlara benzeyecektir. Yine bir şekilde yaşarsınız fakat yaşantınız o sevimli kedilerin ve koyunların hayatı gibi olacaktır. Onlar yiyeceklerini yedikten sonra bütün ihtiyaçları karşılanmış gibi mutlu olurlar. Fakat sizin latifelerinize ve mahiyetinize uygun olan bu değildir. Bu manada onların bazı açılardan sizden daha rahat gibi gözükmesine de imrenmeyin. Sizin bir aklınız var. Geçmişin pişmanlıkları geleceğin kaygıları sizi her taraftan kuşatmıştır. Karnınızı doyurmakla, barınmakla, üremekle her ihtiyacınız karşılanmış olmaz. Vahye kulak vermezseniz hâliniz maddi açıdan, biyolojik açıdan o evcil hayvanlar gibi olacaktır hatta şaşkınlık, yol bilmeme açısından ve sahip olduğunuz manevi donanımlar nedeniyle manevi olarak daha kötü bir durumda olacaksınız.
Çevirilerdeki Tercihler ve Ciddi Bir Hatırlatma
Kur’an “Onların, Allah'ın dışında, yalvardıkları, değer verdikleri şeyler konusunda yakışıksız sözler söylemeyin. Sonra onlar da bilgisizlikleri sebebiyle sınırı aşıp Allah hakkında ileri geri konuşmasınlar.”3 buyurur.
Şuuru açılmamış, duygusal ve zihinsel kabiliyetlerinin en alt seviyelerinde bulunan, duygu ve düşünceleri henüz mekanik seviyede olan insanlar arasında başkalarının söz ve hareketlerinin, hatta duygu ve düşüncelerinin ayna görüntülerini tekrar etme temayülü vardır.
Mesela bir insanla konuşurken “Sen burada sesini yükselterek biraz kabalık ettin. Bunu bırakır mısın?” dediğinizde o da size “Sen de falanca yerde kabalık etmiştin.” diyebilir.
Hatta bir hadis-i şerifte “Kişinin kendi anne babasına sövmesi, kötü söz söylemesi (veya lanet etmesi) en büyük günahlardandır.” Buyrulur. Sahabi efendilerimiz “Ya Rasulallah! İnsan kendi anne babasına hiç söver mi?” deyince de Efendimiz (sav): “Evet. Tutar, birinin babasına söver, o da onun babasına söver. Birinin annesine söver, o da onun annesine söver” buyurur.4
Bir tartışmada veya konuşmada haklı olup olmamak başka bir şeydir. Ancak siz tartışma sırasında böyle bir kapı açarsanız karşı taraf da o kapıdan içerir girer ve sizin yaptığınızı size yapar.
İnsanlar arasında bazı dokunulmazlıklar meselesi de önemlidir. Siyer kitaplarında nakledilen bir olay vardır. Medine’ye hicretten sonra bazı müşrikler Efendimiz’in (sav) akrabalarının mezarlarının açılarak kemiklerinin çıkarılmasını, kırılıp ezilmesini teklif ederler. Kemikler acı çekmez, bunu herkes gibi müşrikler de bilir. Bu uygulama yaşayan kişiyi, ölünün hâlen yaşayan bir yakınını incitmek içindir. Ancak orada aklı başında olan bazı müşrikler bu teklife karşı çıkarlar ve “Hayır, bunu yapmayın. Çünkü siz bunu yaptığınız için onlar da bizim akrabalarımızın mezarlarına aynısını yaparlar.” diyerek konuyu kapatırlar. Böyle bir şeyi müşrikler yapsaydı Efendimiz (sav) misilleme olarak aynısını yapmazdı. Onun böyle bir çirkinliğe tevessül etmeyeceğinden eminiz. Ancak öyle bir kapı açılınca başkalarının da bunu yapabileceği düşüncesi müşrik de olsa, Efendimiz (sav) gibi bir Nebiyi inkar etse de başka meselelerde sağlıklı düşünebilen her insanın aklına gelebilecek bir realitedir.
Bir insanın saygı gösterdiği şeyin değeri o kişinin değerine bağlıdır. Bu aynen şunun gibidir: Kültür konularıyla ilgili birçok ülkenin kültür bakanlarının katıldığı uluslararası bir toplantı yapıldığını düşünün. Katılan ülkelerin kültür bakanlarına gösterilecek saygı ve itibar o ülkenin büyüklüğü, kültüre katkısı gibi değişkenlere bağlı olacaktır. Yani bir kişinin değer verdiğine değer verme manası o kişinin kendisine değer verme anlamını taşır. Yoksa silsilede kopukluk oluşur. Evet, karşılaştığımız bir insanın anne babasına sövmemeliyiz çünkü o insan üzülür. Ama o insan yüzünden anne babasına sövmeyeceksek o insana da sövmemeliyiz, kötü sözler söylememeliyiz. Bu açık ve anlaşılır bir durumdur.
Diğer taraftan bir başka ayette “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Cahiller onlara sataşırsa, “selâm!” der geçerler.”5 Buyrulur. Burada “selam” deyip geçmek illaki selam vermek, selam kelimelerini kullanmak değildir. Cahiller güruhuna onlarla aynı seviyede karşılık vermemektir esas olan. Onlarla irtibatı sadece selam vermek ile sınırlı tutmaktır.
Bu iki ayeti yan yana getirip düşünelim ve Firavun'a giderken Hz. Musa’ya (as) emredilen “Ona kavl-i leyyin ile, yumuşak bir tarzda hitap edin”6 ayetini de ekleyelim.
Bu üçünü birleştirince Kur’an’ın herhangi bir insana, kişiye, gruba “Sizler hayvan gibisiniz, hatta daha sapıksınız.” gibi ibareler kullanması kendisiyle çelişmesi olacaktır. Bu nedenle Kur’an’daki bu ayeti okuyanların veya muhatapların hakaret olarak algılayacakları bir şekilde tercüme etmek makul değildir. Böyle çeviriler aynen temizlik malzemesi satan ancak kendileri ve dükkanları kir içinde olan insanlar gibi bir durum ortaya çıkarır.
Başka ayetlerin çevirilerinde de “hakaret” tarzında anlaşılabilecek durumlar buna kıyas edilebilir.
1 Duha, 7
2 Mesnevi-i Nuriye, Mukaddeme, 1. Nokta
3 En’âm, 108
4 Buhari, Edep, 4; Müslim, İman, 146; Tirmizi, Birr, 4; Ebu Davud, Edep, 120
5 Furkan, 63
6 Taha, 44