35 dk.
15 Mart 2023
Allah kimlere kıymet verir? | Tek Parça-gorsel
Youtube Banner

Allah kimlere kıymet verir? | Tek Parça

Soru: Allah kimlere kıymet verir? O kıymete sahip olmak için ne yapmamız gerekir?

 

Cevap: Bu konuda pek çok ayet ve hadisten ulaşabildiğimiz manaları beş temel kategoride değerlendireceğiz. Bu şekilde Allah Teala’nın kıymet verdiği kişileri veya özellikleri şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:

 

-Müslümanlar,

-Müminler,

-Cihad edenler,

-Duada istenilen kıvamı yakalamış olanlar,

-Kâinatta geçerli olan kanunlara riayet edenler

 

Bir insanın Müslüman olmasının ilk adımı dünyadaki “imtihan” adı verilen genel işleyişi kabul etmesidir. Bu yüzden öncelikle imtihan kavramına değinilecek, ardından bu beş kategori ayrıntılarıyla açıklanacaktır.

 

İmtihan Sistemi ve İşleyişi Kabul Etme

 

Kur’an’da “O (Allah) ki, hanginizin yapıp ettikleriyle güzeli ortaya koyacağını, kimin güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”1

 

Demek ki hayat da ölüm de imtihan ve tecrübedir. Tabii ki buradaki imtihan, talebelerinin bir imtihanda nasıl bir sonuç alacaklarını önceden bilmeyen bir öğretmenin yaptığı imtihan gibi değildir. Allah Teala, kullarının imtihanda hangi sonucu alacaklarını önceden elbette bilmektedir. Dolayısıyla söz konusu imtihan Allah Teala’nın ilminden ziyade kulların durumuyla ilgilidir. Kulların tabi olduğu imtihan bir askeri okula hazırlanma sürecindeki çok yönlü imtihanlara benzetilebilir. Askeri okullara alınacak adaylar fiziki yeterlilik açısından koşu, mekik, barfiks, durarak uzun atlama, basketbol topu fırlatma gibi konularda teste tabi tutulurlar. Daha sonra kişilik testi, psikomotor test gibi testlerden geçerler. Bu testlerin herhangi bir aşamasında başarısız olunursa o test tekrarlanır ve ikinci başarısızlık durumunda kesin sonuca varılır. Bu arada askeri öğrenciler veya öğrenci adayları her testte kendi kabiliyetlerini hem başkalarına gösterirler hem de  kendileri keşfetmiş, anlamış olurlar. Yine bu arada askeri okuldaki eğitim sürecinde yeni kabiliyetler de kazanmış olurlar. Bizlerin bu dünyada tabi tutulduğumuz imtihan da bu türden bir imtihana benzetilebilir. Yani bizler dünya hayatında imtihanlar içinde yaşarız. Bir imtihandan diğerine geçerken arada her uğraşımız sonucunda aynen bir çekirdeğin güzel ve verimli bir ağaca dönüşmesi, bir yumurtadan çıkan canlının serpilip gelişmesi gibi dönüşüp değişiriz ve daha güzel bir hâl alırız.

 

Bizler bir çekirdek ektiğimizde o çekirdeğin zamanla meyveye veya ağaca dönüşeceğini biliyoruzdur. Dolayısıyla o çekirdeği ekmemizdeki amaç onun meyve, sebze veya ağaç olup olmayacağını kontrol etmek değildir. Tohumların veya çekirdeklerin ekiminden sonra bakımlarını yapar, sularını ve gerekirse vitaminlerini verir, güneş ve nem durumuna dikkat eder, zamanla ondan istediğimiz verimi dışarıdan müdahalelerin de katkısıyla almaya çalışırız. O tohumları kendi hâline bıraktığımızda çürüyüp yok olup gideceklerini de biliriz.

 

O tohum veya çekirdeklerin iradeleri olsaydı o tohumlardan bir kısmı iradelerini doğru kullanacak, çürüyüp gitmeyecek, meyveye duracak, ağaca dönecekti. Bir kısmı da çürüyüp gidecekti.

 

Aynı şey elmas ve kömür için de geçerlidir. Bu iki maddenin de aslı karbondur. Bazı karbonlar büyük miktarda ısı ve basınç altında gelişerek elmas haline gelirler. Bazı karbon bazlı unsurlar ise aynı miktarda ısı ve basınç altında kalmazlar, farklı reaksiyonlara girerek kömürleşirler. İkisi de karbon bazlı veya karbon zengini olmasına rağmen birisini elmas haline getiren yüksek miktarda ısı ve basınç iken diğerini kömür yapan daha düşük miktarda ısı ve basınçtır.

 

Sonuçta Allah Teala’nın kime değer verip vermediği meselesinin ilk adımı, bizlerin birer imtihana tabi olduğumuz gerçeğidir. 

 

Bu imtihanda hoşumuza giden şeyler olduğu gibi hoşumuza gitmeyen şeyler de olabilmektedir ve olacaktır. Her durum kendi içinde ayrı bir imtihandır. Bir insanın istediği zaman eş bulamaması bir imtihan olduğu gibi istediği zamanda istediği gibi bir eşi kolayca bulup evlenmesi de ayrı bir imtihandır. Parasız kalmak bir imtihan olduğu gibi zengin olmak da bir imtihandır. Kazanmak da kaybetmek de veya kazanan tarafta olmak da kaybeden tarafta olmak da birer imtihandır. Genellikle biz insanlar sadece başımız sıkışınca Allah Teala’yı hatırladığımız için (örneğin yalnız kalınca, maddi sıkıntıya düşünce, boşanınca, yakınımız ölünce, hastalanınca, doğal afetlerden etkilenince, kaza yapınca, sınıfta kalınca ve benzeri durumlarda) sadece bu tip olumsuz durumlara “imtihan” diyebiliriz ve böylesi imtihan anlarında sabretmeyi kendimize telkin ettiğimiz gibi başkalarına da hatırlatabiliriz. Ancak işin hakikati şudur ki: İnsanlar arasında sevilip sayılan birisi iken de zafer kazanmış iken de maddi zenginlik içindeyken de eğitim veya iş hayatında başarılı iken de imtihan içindeyizdir.

 

İslam ve İman veya Müslüman ve Mümin

 

Kur’an ise, bu imtihanın geneline; “Evet! Ben bu planı, bu sistemi kabul ediyorum, buna razıyım ve bu plan çerçevesinde çalışmaya, kendimi daha hayırlı bir istikamette değiştirmek için uğraşmaya hazırım!” diyenlere “Müslüman” demektedir.

 

Daha sonra söz konusu çalışmalarda bir mesafe kat etmiş, temel bakış açıları itibariyle kendisini değiştirmiş kişiler artık rahatlıkla İman dairesi içindedir. O insan adına bazı şeylerden emin olabiliriz çünkü o kendisi emindir ve çevresine emniyet yaymaktadır. Böylesi insanlara da Kur’an ve hadislerde “mümin” denilmektedir.

 

“Kişinin kendisini ilgilendirmeyeni terk etmesi onun İslam’ının güzelliklerindendir.”2 hadisi bilinen bir hadistir. Dikkat edilirse bu hadiste “İmanının” değil “İslam’ının” buyurulmuştur. Çünkü İslam dairesine girmiş bir insan imtihan adı verilen sistemi kabul etmiş, bu sistem içinde çalışmaya razı olmuş, bu planı benimsemiş ve kendisini daha hayırlı bir istikamette değiştirmek için çalışmaya hazır olduğunu beyan etmiş bir insandır. Böyle bir insanın kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi de hazır olduğunu beyan ettiği çalışmanın önemli bir kısmıdır. Çünkü hakikaten “Ben Müslümanım.” iddiasındaki bir insan kendine göre cazibesi olan her şeyin peşine takılıp gidiyorsa iddiasını önemsediği pek söylenemez. Çok ciddi bir meselede, örneğin bir yakınımızın (Allah korusun) trafik kazası geçirdiğini duyduğumuzda bütün dikkatimiz oraya yoğunlaşır. Böyle bir durumda yemek, içmek, uyumak gibi yaşamsal ihtiyaçlar dahi ertelenebilir. Efendimiz (sas) bu çerçevede kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesinin onun İslam’ının, Müslüman oluşunun getirdiği güzelliklerden olduğunu beyan etmiştir. Yani böyle bir insanın bu çerçevedeki gayretlerinin, çalışma azminin güzel yansımaları olacaktır.

 

Efendimiz (sas) çokça namaz, oruç, zekât veya cemaate devam etme gibi kavramları da İslam diye tanımlamıştır. Benzeri ifadelere Kur’an’da da rastlanılabilir. Çünkü bunlar da “Ben bu çerçevede çalışacağım, bu çalışmalar için zamanımdan, fiziksel ve ekonomik gücümden bir şeyler ayıracağım.” demektir.

 

Efendimiz’in (sas) “iman” kavramıyla tanımladığı hususlar da vardır, mesela;

Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiği, istediği, arzu ettiği şeyi kardeşi için de sevip istemedikçe sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz.”3 buyurmuştur ki böyle olamayan birisinin küfrüne hükmetmemek için "İman etmiş olmaz.” ibaresi “Hakiki manada iman etmiş olmaz.” olarak anlaşılmıştır. Kişinin kendisi için sevip istediği şeyi mümin kardeşi için de istemesi ise dünyaya kendisi hangi nazarla bakıyorsa başkaları için de öyle bakmasını gerektirir.

 

Bu bağlamda “İman yetmiş küsur bölümdür. En üstte “La ilahe illallah” sözünü benimsemek, en altta ise insanlara sıkıntı veren bir nesneyi yoldan kaldırmak vardır. Haya da imanın bir parçasıdır.”4 buyrulmuştur ki hadiste bahsedilen yoldaki herhangi bir taşı, çalıyı, herhangi bir nesneyi diğer insanların rahatsız olacakları düşüncesiyle kaldırmak, kendisi için istediği bir şeyi kardeşi veya diğer insanlar için de istemek demektir. Böyle bir insan zaten yola çer çöp atmayacağı gibi insanlara eza vermekten de sakınacaktır. Haya da kendisi için utanç verici olduğunu düşündüğü bir söz veya davranıştan diğer insanları da rahatsız etmemek için kendisini sakındırmaktır.

 

Yine: “Sizden biriniz, beni annesinden, babasından, çoluk çocuğundan ve herkesten çok sevmedikçe gerçek manasıyla iman etmiş olmaz.”5 buyrulmuştur ki Efendimiz’i (sas) sevmek, O'nun getirdiği vahyi, temsil ettiği hakikatleri sevmektir.

 

İlk Adımlar

 

Evet! “Allah kime kıymet verir?” konusundaki ilk kıymet ölçüsü “Evet Ya Rab! Ben senin gönderdiğin Rasulü kabul ettim. Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, nebi olarak Muhammed’den (sas) razı oldum. Bu istikamette çalışmaya başladım.” deyip Müslüman olmak ve Müslüman olduğu iddiasını bu şuurla tamamlamaktır.

 

Bu çalışmalarla bir meyve vermek, çalışmaların sonucunda az çok bir mesafe kat edip kendisini bir miktar değiştirmek ve böylece “mümin” olmak da ikinci değer mertebesi olacaktır.

 

Ayet ve hadisler iman kavramını basit bir mertebeye koymamaktadır. Bizler “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah” diyen veya kelime-i şehadet getiren bir insana ve kendimize günlük dilde “mümin” deriz fakat kelime-i şehadeti kim söylerse o ancak Müslim olup İslam’a giriş adına bir adım atmaktadır. Tabiri caizse İslam’a kaydolmuş olmaktadır. Efendimiz (sas) de, Kur’an da böyle bir insana henüz “mümin” dememektedir. “Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama “Boyun eğdik-Müslüman olduk-Teslim olduk” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah Ğafur ve Rahim’dir.”6 ayetinin işaretiyle ilk seviye İslam olmaktır. Yani teslim olduğunu, kabul ettiğini, benimsediğini, rıza gösterdiğini ve dahil olduğunu beyan etmektir.

 

Nereye Kadar İslam Nereden Sonra İman?

 

“Ben Müslüman oldum. La ilahe illallah Muhammedün Resulullah!” diyen, Amentü olarak bilinen İman esaslarının özetini benimsediğini beyan eden, “Evet! Allah vardır ve bize Muhammed-i Arabi’yi (sas) nebi olarak göndermiştir. Kur’an da Onun kitabıdır. Sahabeden ilk dönem alimlerine, onlardan sonrakilere ve bize kadar uzanan sahih hadisler de Efendimiz’in (sas) bize verdiği haberlerdir.” şeklinde bir kabul ile beraber kabul edilen ayet ve hadislerdeki hususlar üzerine çalışmaya başlamak Müslüman olmanın ilk adımıdır.

 

Kabulle beraber çalışmaya başlamamak da mümkündür. Pek çok insan sadece kabul ettiğini beyan edip işi orada bırakabilir. Ayet ve hadislerdeki hususlar üzerine çalışmaya hiç başlamayabilir. Kur’an kabul beyanı olmasına rağmen tevhid ve şehadet kelimelerini öylesine söyleyip çalışmayı kabul etmeyen kişilere “münafık” demektedir.
 
Küfür ve İslam Arasında: Nifak veya Münafık
 

Tekrar edelim: Tevhid veya Şehadet kelimelerini ister çevresindeki herkes iman ettiği için iman etmiş olsun, ister etrafındaki insanların kendisine verdikleri değeri kaybetmemek için olsun, ister anne babasını öyle gördüğü için olsun söyleyip de kendisi üzerinde çalışmaya razı olmayanlara, böyle bir çalışma yapmayı hiç düşünmeyenlere Kur’an “münafık” demiştir. 

 

Bu bağlamda münafık kavramını adeta bir özel ajan gibi İslam toplumunun içine yerleşmiş, zaten inanmayan, inanmaya hiç niyet etmeyen aksine kâfirler kadar inanmamış olan ancak inanmadığını açıkça dile getirmeyen insanlar olarak anlamak yanlıştır. Böyle bir anlayış meseleyi çizgi film düzeyinde anlamak demektir. Kur’an “münafık” demekle İslam’a girdiğini söyleyip, beyan edip de kendi üzerinde çalışmayı hiç kabul etmeyen insanlara demektedir.

 

Diğer yandan, çalışmaya başladıktan sonra bu çalışmada belli bir seviyeye ulaşmak zaman isteyen bir husustur.

 

Bu anlamda, bir kişi imanda belli alanlarda derinleşmiş, belli alanlarda derinleşmemiş olabilir.

 

Örneğin kendisini fakirlerden, miskinlerden, dilencilerden, engellilerden, çocuklardan, yaşlılardan ve hastalardan daha üstün görmek aslında bir cins kibirdir. Kendi mensup olduğu etnik kökeni başka etnik kökenlerden daha üstün görmek de kibirdir ve ırkçılıktır. Bunların hepsinin bir anda hâllolması zaten mümkün değildir. Bu, bir süreç işidir. Efendimiz (sas) döneminde dahi sahabe efendilerimiz arasında bu tipten küçük örneklere rastlamak mümkündür. Örneğin bir sahabi, Hz. Bilal-i Habeşi (ra) ile aralarında çıkan bir tartışma nedeniyle “Siyah kadının oğlu” gibi bir hitapta bulunmuş, Efendimiz’in (sas) “Sende hala cahiliye alametleri var.” uyarısı üzerine Hz. Bilal’den üstelik de başını onun ayaklarının önüne koyarak özür dilemiştir. Ayrıca Evs ve Hazreç kabilelerinin daha Efendimiz (sas) hayatta iken dahi bir kışkırtma sonucu birbirlerine kılıç çekebilecek hale geldikleri de görülmektedir. Benzeri örnekleri artırmak mümkündür. Örneklerdeki sahabiler ve gruplar kendi hatalarını fark edip itiraf etmişler, pişmanlıklarını da dile getirmişlerdir.

 

Demek ki kimse bir anda terakki etmemektedir. Her insanın terakki süreci boyunca herhangi bir yerde mizacının, zaaflarının farklı baskıları olabilmektedir. Bu tip sürçmeler veya düşüp yeniden kalkmalar normal veya doğal karşılanmalıdır.

 

Bu bağlamda bizler de belki Efendimiz’i (sas) sevmeyi çabuk öğrenebiliriz ancak kendimiz için istediğimiz bir şeyi herkes için de isteme seviyesine daha geç ulaşabiliriz.

 

Belki etnik köken ırkçılığından hızlı kurtulabiliriz ancak grup aidiyetine dayalı bir fanatizmden daha geç kurtulabiliriz.

 

Başkalarının gıybetini yapma günahından erkenden kurtulabiliriz ancak başkalarını içimizden kınama alışkanlığımızdan daha geç kurtulabiliriz.

 

Sırf erkek olduğu için kadınları küçük görme gibi bir abeslikten hızlı kurtulabiliriz ancak ehl-i kitap insanların hepsini aynı derecede kafir olarak görme gibi kötü ve yanlış bir alışkanlıktan daha geç kurtulabiliriz.

 

İnsanların Müslüman olduktan sonra imanın farklı kademelerinde, farklı alanlarında farklı gelişim hızlarını yaşamaları doğaldır. Ancak bu doğallık bir yere kadar normal olsa da bu hataların farkına varıldığında normal veya doğal oldukları gerekçesiyle ciddiye alınmamaları normal kabul edilemez. Bu hataların telafisine ciddiyetle çalışılmalıdır. 

Kur’an bu hayatın bir imtihan, bir gelişim parkuru olarak dizayn edildiğini ifade eder. Bu imtihan meydanında Allah Teala’nın değer verdiği insanlar ise iki kısımdır denilebilir:

 

Birincisi; söz konusu çalışmayı kabul edenler, yani Müslim olanlar,

İkincisi; bu çalışma sonrası meyve alanlar, hakikaten değişenler, yani müminler…

 

Burada Müslim olanları, yani Müslümanları tıp fakültesine hazırlanan, mümin olanları ise hakikaten insanları tedavi etme kabiliyetine sahip olan doktor gibi düşünmek gerekir.

 

Cihad

 

Bu aşamadan sonra çeşitli ayet ve hadislerden anlaşıldığı kadarıyla Allah katında en hayırlı amelin imandan sonra cihad olduğu anlaşılmaktadır.

 

İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.”(7) 

 

Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”(8) 

 

Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?”(9) 

 

İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, işte bunlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah, gafûr ve rahimdir.”(10)

 

Hz. Ebû Hüreyre (ra) naklediyor: 

Allah Rasulü’ne “Hangi amel daha faziletlidir?” diye soruldu. “Allah'a ve Resûlüne inanmak” buyurdu.

“–Sonra hangisi?” denildi.

Allah yolunda cihad etmek” karşılığını verdi.

“–Bundan sonra hangisi?” denilince:

Allah katında makbul olan hactır" buyurdular.(11)

 

Cihad, iman ve İslam hakikatlerinin, Kur’an’ın nurlarının kendimize ve başkalarına, insanlığa ulaşması, gönüllerde ve zihinlerde hâkim olması için kendimiz olarak, yani bizzat bedenimizle, mallarımızla, zamanımızla, sahip olduğumuz maddi manevi tüm birikimlerimizle, paramızla, bilgimizle ve benzeri varlıklarımızla çaba göstermektir.

 

Allah Teala hiçbir şeyi cihada denk tutmamıştır. “İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.”(12)

 

Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.”(13)

 

Demek ki Allah Teala tüm Müslümanlara ve müminlere güzel sonuç vaat etmiştir. Bu ayrı bir husustur. Fakat cihadı veya tebliği tercih edenlere ekstra mükafatlar vaat etmiştir.

 

Dikkat edilmelidir ki: Müslümanlara ve müminlere dünya meselelerinden, dünyevi problemlerden korunmak vaat edilmemiştir. Bu nedenle bir kafir hasta olabileceği gibi bir Müslüman da hasta olabilir. Bir münafık ticaretinde iflas edebileceği gibi bir mümin de iflas edebilir. Ancak Allah Teala cihad edenlere pek çok ekstra vaatlerde bulunmuştur.

 

Bir ayette de “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”(14) buyrulmuştur.

 

Bu ayette sayılanların hepsi dünya hayatı adına çok cazip unsurlardır. Bir insan ailesiyle evinde huzur içinde yaşamak, büyük sorunlar yaşamayacağı bir işe sahip olmak ve böylece mutlu mesut yaşayıp gitmek ister. Bu insan kendi küçük dünyasında yaşayıp giderken belki harama girmeyecek, ibadetlerini de yerine getirecektir. Böyle bir hâl gerçekten de caziptir. Bu durumdaki insanların çoğu cihad için bir zahmete katlanmaya razı olmazlar.

 

Bu ayetten anlaşılan odur ki: Evlerimiz, ailelerimiz, kesada uğramasından korktuğumuz ticaretimiz, yığdığımız mallarımız bize sevimli gelebilir ancak bunlara bir zarar gelmesi, konforunun ve keyfinin bozulması endişesiyle tebliği bırakanlar için Allah Teala’nın “Allah’ın emrini bekleyin.” demesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir ifadedir. Mana olarak Allah Teala’nın sadece mücahitlere, mübelliğlere, Allah’ın dinine hizmet edenlere vaat ettiği bir şeyler vardır. Tebliğ ve cihaddan geri duranlara ise bu vaat geçerli olmayacaktır. Müslümanların dahil olduğu savaşlarda esas niyet İslam’ı insanlara tanıtmak, benimsetmek olduğu sürece Allah Teala onlara ekstradan yardımlarına, inayetlerine devam etmiştir. Bu niyet, bu gaye ortadan kaybolunca, mesele salt toprak kazanma, ganimet elde etme, işgal edilen ülkelerin zenginliklerinden pay alma hâline geldiği vakit de Allah Teala onları bırakmıştır. Tabiri caizse “Ne haliniz varsa görün.” demiştir. Bu insanlar hala Müslüman olarak ölürlerse cennete gideceklerdir, burada bir problem yoktur ancak ekstra nimet vaadi bu insanlar için geçerli değildir. Bir nevi “Kendi halinize bırakılacaksınız.” denilmektedir onlara.

 

Bu aynen şunun gibidir: Bir yerde kıtlık olsa, o yerde Müslümanların cihad düşünceleri olmasa bile düzenli olarak oruç tutulması, zekat verilmesi, oruç ve zekatın hiç uygulanmadığı başka bir topluma göre o kıtlığın zararının daha az görülmesine vesile olacaktır. Cihadın da tercih edilmesi durumunda ise “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.”(15) ayetinin işaretiyle olumsuzluklardan çıkış yolları daha kolay sağlanacaktır.

 

Diğer yandan günümüzde “cihad” denilince akıllara her şeyden önce silahlı mücadele, kan dökme, savaş, şiddet eylemleri gibi sahnelerin gelmesi salgın bir hastalık halini almıştır. Cihad, Allah’ın dininin, Kur’an hakikatlerinin insanların gönlünde ve zihninde hâkim olması için çaba göstermek, kelime kökünde de geçtiği şekliyle bu yolda bir “cehd” içinde olmak, çabalamak demektir. Bu çabalar esnasında yol bazen silaha, savaşa düşebilir. Tarihte yolların savaşa, silaha düştüğü dönemler de olmuştur. Ancak bu şekilde silahlı bir mücadele tarihsel süreçte bile oldukça azdır. Efendimiz’in (sas) 23 senelik nübüvvet macerasında savaşların sayısı da süresi de oldukça kısıtlıdır.

 

Hatta savaşın, silahın söz konusu olduğu vakitlerde bile asıl amaç savaş ve silah olmamıştır. Örneğin Hudeybiye sürecinde nazil olan Fetih suresi ve temel kavram olan “fetih” kavramı halen sadece savaş sonucu ulaşılan zafer şeklinde dar, ufuksuz bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu anlayış tefsirlere de fazlasıyla sirayet etmiştir. Ancak sahabe efendilerimiz bu fetih kavramını böyle anlamamışlardır. Hz. Bera b. Azib (ra) küçük yaşta olduğu için Bedir savaşına katılmasına izin verilmeyen ancak 15 yaşında Uhud savaşına katılan ve sonrasında Efendimiz’le (sas) neredeyse bütün harplere iştirak eden, Hz. Ali (ra) döneminde de Hz. Ali’nin yanında bütün harplere katılan mücahit bir sahabidir. Hz. Bera aynı zamanda Allah Teala’nın hepsinden razı olduğunu Kur’an’da beyan buyurduğu(16) Hudeybiye ashabındandır. İşte bu sahabi Fetih suresi hakkında “Siz fetih deyince Mekke'nin fethini anlıyorsunuz. Evet Mekke'nin fethi bir fetihtir. Ancak biz, fetih deyince, Hudeybiye günündeki Rıdvan biatını anlardık.”(17) Çünkü Rıdvan biatı Allah Teala’nın razı olduğunu bizzat bildirdiği bir biattır ve ardından müminlere ganimetlerin yanında sekinenin de bahşedildiğinin bildirildiği mühim bir dönüm noktasıdır. Ayrıca Hudeybiye antlaşmasından sonra oluşan barış ortamında civar kabilelerdeki insanlar savaş ortamında olduğundan çok daha fazla ve yoğun bir şekilde İslam’a dahil olmuşlar, iman etmişlerdir. Sahabenin anladığı asıl fetih, asıl cihad budur.

 

Evet yollar bazen istisnai de olsa savaşa düşebilir. Aynen bazen gurbete, bazen hapse, bazen farklı zahmetlere düştüğü gibi. Ancak bunların hepsi ikincil mevzudur. Esas mesele Allah'ın dinini, Kur’an’ın hakikatlerini yaymak, sevdirmek, benimsetmek, anlatmak ve savunmaktır.

 

Dua

 

Duanız olmasa ne değeriniz olsun ki.”(18) ayetinin de açık işaretiyle dua ediyor olmak, Allah’ın fertlere ve gruplara değer vermesinin yollarından birisidir.

 

Evet! Bu konuda isteyen istediğini düşünebilir. İsteyen “Bu işler İnşallahla, Maşallahla olmaz.” desin, isteyen “Bir köşeye çekilip Arapça bir şeyler mırıldanmakla bir şey olmaz.” desin, isteyen duayı küçümsesin… Allah Teala doğrudan “Duanız olmasa Allah sizi ne yapsın?” demektedir.

 

Bu noktada bazı meallerde ve tefsirlerde dua kavramının ibadet, iman ve kulluk şeklinde açıklanmaya çalışıldığı görülmektedir. Ancak dua, duadır. Duanın ne olduğu ve ne demek olduğu bilinmektedir. Duanın, iman ve ibadetten ayrı tutulması zaten mümkün değildir. Dolayısıyla bu tip açıklamaların kavlî bir şekilde, Allah Teala’ya gönülden yönelerek ister ayet ve hadislerdeki kelime ve cümlelerle ister kendi duygu ve düşüncelerinin kelimelere dökülmesi anlamında ifadelerle dua etme amelini gölgede bırakması çok da anlamlı değildir.

 

Ayette Allah Teala’nın kullarıyla neden ilgilendiğinin, onlara niçin değer verdiğinin cevabı “dua” kavramıyla ifade edilmiştir. Demek ki Allah’a gönülden yönelerek, kendi acziyetinin ve yetersizliğinin farkında olarak, Allah Teala’nın da isteme, talep etme, dilenme makamında olduğunu bilerek dua etmek Allah Teala’nın özel ilgisini celp etmektedir ve bu şekilde dua eden kullarına ayrı bir değer vermesinin hem nedenini hem sonucunu oluşturmaktadır.
 

Farklı Bir Değer Göstergesi: Kanunlara Uymak veya Çalışmak

 

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”(19) ve “Kim zerre miktar hayır yapsa bile onun karşılığını görecektir.”(20) ayetleri çerçevesinde bir insan dünyadaki kurallara uyar, kainattaki kanunlar çerçevesinde çalışırsa bunun karşılığını görecektir. Bu da Allah Teala’nın kullarına dair olan bir cins değer verme sistemidir. Ancak bu değer sistemi içinde farklı seviyeler vardır. Bir ülkenin padişahının kanunlara uyan insanlara bir iltifatı, bir kıymet vermesi vardır. Bu, umumi bir kıymet vermedir. Genel bir iltifatı ifade eder. Ancak o padişahın özel emirlerini yerine getirenlere ayrı bir kıymet vermesi olacaktır. Herhangi bir nedenle bazı insanları bazı yerlere sevk etmiş, bir işle görevlendirmişse o insanlara ayrı bir değer verecektir. Padişah özel işlerini, özel kalem görevlerini yerine getirenlere ayrı bir değer verecektir. Aynen öyle de Allah Teala dünya üzerinde yaşayan kullarından O'nun dünyaya dair koyduğu maddi kanunlara uyanlara genel bir kıymet vermesi söz konusudur. Ayrıca Allah'ın mümin kullarına özel fermanı gibi değerlendirilebilecek olan tebliğ, irşad veya cihad vazifesini yerine getiren kullarına daha özel bir değer vermesi de söz konusudur.

 

Değer Verme ve İmtihanlar

 

Allah Teala’nın farklı zamanlarda, farklı şekillerde verdiği farklı hükümler vardır. O imtihan edince hakikaten çok güzel imtihan eder.

 

İster 2. Dünya Savaşında Almanya’daki Yahudileri ve Çingeneleri, ister Japon işgali altındaki Çin halkını, ister yakın zamandaki Suriye, Irak, Afganistan halklarını, ister halen imtihanları ağır bir şekilde devam eden Doğu Türkistan halkını düşünün… Onlar da bizim gibi insandırlar ve onlar da Allah’ın kullarıdır.

 

Diğer yandan imtihanların çift taraflı yıpratıcı bir etkisi de şu şekilde olmaktadır: Kötü haberlere karşı aşırı üzülüp iyi haberlere karşı aşırı düşkünlük göstermek… Her kötü haberde dünya başımıza yıkılmış gibi hissediyoruz. Her iyi haberde de dünyalar bize bahşedilmiş, imtihan bitmiş gibi sevinebiliyoruz. Bu aşırı gerginlikler ve rahatlamalar sırasında içimiz de dışımız da, biyolojimiz de psikolojimiz de ciddi hasarlar almış oluyor.

 

Bu imtihan sürecine eğer İslam ve iman çerçevesinde yakalanmış isek aslında bir problemimiz de yok demektir. Çünkü yaşadığımız tüm sıkıntılar ibadet, tüm maddi kayıplarımız sadaka sayılmaktadır. Çekilen acılar geçmiş günahların kefareti olmaktadır. Bunların hepsi ayet ve sahih hadislerle sabittir. Bu açıdan her türlü kâr içindeyiz demektir.

 

Bu yaşananları eğer tebliğ odaklı yaşamış isek, imana ve İslam’a ait güzellikleri tanıtma gayesi ile çalışır iken bu imtihanlara yakalanmış isek ve niyetimizi değiştirmemişsek o zaman emin olabiliriz ki Allah Teala bizden alınanları aynen veya misliyle iade edecektir. Allah Teala’nın muhacir olarak fakir bir şekilde Medine’ye sığındıktan sonra o kullarına açtığı yeni kapıların bir benzerinin bizlere de açılacağını ümit edebiliriz.

 

Yine duada belirli bir kıvamı yakalayabilmişsek maddi ve manevi kayıplarımız fazlasıyla telafi edilecektir. “…Biz tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra olmak üzere onun (Eyyub’un) duasını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.”(21) ayetinin işaretiyle Allah Teala, imtihanları sabır ve şükürle karşılayan, kendine ait hakikatlerin tanıtılmasına önem veren, duada da belli bir kıvamı yakalayan insanlara kayıplarını fazlasıyla telafi edeceğini vaat etmektedir. O, vaadinden dönecek değildir.

 

 

Müslüman ve mümin kimdir?

 

Hadisin cevabı şu şekildedir: “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mümin de halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.”(22)

 

Bu konudaki farklı hadisleri de bir araya getirince şu manayı da anlamak mümkündür:

 

Müslüman, elinden ve dilinden insanların salim olduğu, kurtulduğu, karşı tarafın zararına sebep olsa bile bunun telafisini yapan kimsedir. Mümin ise elinden ve dilinden daha baştan zarar gelmeyeceği konusunda bütün insanların emin olduğu kimsedir.

 

Meseleyi ufuk noktasında bir parça daha genişletirsek şu anlamlara ulaşmak mümkündür:

 

Müslüman; “Ben bu yola girdim, bu imtihanı kabul ettim ve bu istikamette çalışmalara başlayacağım.” deyip insanlara zarar vermeyen, zarar vermeme konusunda çalışmalara başlamış insandır.

 

Mümin; iman hakikatlerini, Kur’an’ın nurlarını kalbine, zihnine, ruhuna tam sindirdiği için, bu hakikatleri ikinci tabiatı haline getirdiği, baktığı zaman Allah’ın nuruyla bakan, gördüğünü Allah adına görüp hissettiğini Allah adına hisseden, davranışlarında Allah’a ve Kur’an’a imanın incelikleri fark edilen bir insan olduğu için insanların kendisine bakarak “Bundan bir zarar gelmez.” diye düşündükleri, kendisinden şüphe edilmeyen insandır.

 

Elbette bu dünyada işler yüzde yüz, tam saf bir halde işlemeyecektir. Kimse yüzde yüz iyi olamayabilir. Bir insanın gün içindeki yüz davranışının yüzü de mutlak mükemmel olmayabilir. Bu yüzde yüzlük mükemmellik ancak peygamberlerle temsil edilir. Dolayısıyla bu meselelere de mutlak manada değil genel manada bakmak lazımdır.

 

Böyle bakılınca ve hadisin de işaret ettiği hâliyle, kim bir insana veya gruba bakınca o insandan veya gruptan zarar gelmeyeceğini söylüyorsa o grup veya o insan söz konusu hadis çerçevesinde mümindir.

 

Kendisinden tam olarak emin olunamıyorsa ancak bilinen bir zararı da yoksa o insan veya grup da Müslim’dir.

 

Genel Değer Verme İfadeleri

 

İslam, iman, cihad, dua ve bunlarla birlikte kanunlara riayet, Allah Teala’nın değer verdiği kişi ve grupların özellikleridir denilebilir.

 

Bununla birlikte hadislerde, örneğin “Sizin en hayırlılarınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.”(23) gibi ibareler görmek mümkündür. Bu hadis-i şerife özel olarak Kur’an’ı ister bir Kur’an kursunda ister kendi kendine öğrenmek veya başkalarına öğretmeye çalışmak, Kur’an’ın sadece lafzını değil manalarını ve hakikatlerini de anlatmak, anlatılması için ortamlar hazırlamak, Kur'an'ı anlatanlara yardımcı olmak da zaten cihadın, tebliğin bir parçası veya bir türüdür.

 

Bu hadis örneğinde olduğu gibi farklı ayet ve hadislerde “en hayırlı amel, sizin en hayırlınız, Allah’a en hoş gelen davranış” gibi ibareleri dua veya cihad kavramı altında ele almak mümkündür.

 

Allah Teala’dan bizleri değer verdiği kulları içine dahil etmesini diler ve dileniriz.

Soru: Allah Teala’nın kendi yolunda cihad edenlere vereceği ekstra bir değer olduğundan bahsediyorsunuz. Diğer yandan kainatta ve dünyada geçerli olan kanunlar da var. Bu durumda cihad edenleri dünyada geçerli olan kanunlara uymaktan istisna tutmak gibi ekstra bir lütuf söz konusu olabilir mi?
 

Cevap: Allah Teala mutlakı temsil eder. Mutlak hakikat Allah’tır. Allah Teala’dan bizim yaşadığımız aleme sadece kanunlar gelmektedir. Çünkü biz kuluz ve yaratma kapasitesine sahip değiliz. Madem yaratamıyoruz, o hâlde sınırlıyız demektir.

 

Bu sınırlılığımız da ancak belirli kanunlara riayet, belirli şartları yerine getirme ile bir parça aşılabilecek bir sınırlılıktır. Çünkü istediğimize ancak o kanunlara riayet ve gerekli şartları yerine getirmekle ulaşabilmekteyiz. Dolayısıyla kanunların varlığı ve kanunlara riayet esastır.

 

Diğer yandan: Yerel bir ceza mahkemesi bir suçlunun 3 sene ile cezalandırılmasına karar verse, Yargıtay bu cezayı az bulup 5 sene olarak düzeltse, mahkumun başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi verilen cezada Anayasaya bir aykırılık tespit etse ve yerel mahkeme de bunu dikkate alsa, en sonunda yasa koyucu olan Meclis genel bir af çıkarsa ve suçlu tahliye olsa, davası da düşürülse, bu işlemlerin hiçbirisine kanunsuz diyemeyiz. Her seviyede bir kanun başka bir kanunun hükmünü bozarak değiştirmektedir ancak bunların hepsi yine kanunla olmaktadır.

 

Benzer şekilde, Allah Teala cihadı, tebliği kendilerine iş edinenleri, cihad ve tebliği tercih edenleri bu dünyanın kanunlarından bir nebze istisna tutacağını işaret etmektedir. Fakat bu kanunların hepsinden muaf tutulduklarını söylememektedir. Hatta bazen cihad ve tebliği tercih edenlerin dünyanın gidişatında hakim olan genel kanunlardan bir derece muaf olmaları, onların bazı özel kanunlara daha fazla tâbi olmalarını da beraberinde getirebilmektedir.

 

Örneğin, Uhud Harbinde Efendimiz’in (sas) kesin emrine rağmen basit bir içtihat hatası veya emre itaatle ilgili küçücük bir kusur nedeniyle yerleştirildikleri tepeyi terk eden sahabe efendilerimizin bu terk edişi nedeniyle 70 sahabi şehit düşmüş, Müslümanların kesin galibiyeti bir anda beraberliğe dönmüştür. Oradaki sahabenin hepsi cihadı seçmiş insanlardır. Ancak bir kanundan bir nebze muaf olmaları başka bir kanunla kayıtlı olmadıkları anlamına gelmemektedir.

 

Benzer şekilde kendisine bir şekilde tebliğ kapısı açılmış, insanlara iman ve Kur’an hakikatlerini anlatma fırsatı verilmiş bazı kimselerin gün gelip de ticaretinin zarara uğramaması, konforunun bozulmaması, başının dünyevi bir belaya girmemesi beklenemez. Buna ek olarak bu kişiler tembellik etmeleri gibi nedenlerle tebliğ vazifelerini keyfî bir şekilde aksatırlar veya terk ederlerse kısa süre içinde çok ciddi dünyevi zahmetlerle de karşılaşacaklardır. Bu farklı tecrübeler ve örneklerle bilinen bir hakikattir.

 

Bununla birlikte bir tebliğ insanı örneğin maişetini karşılamak için tebliğ insanı olmayan bir başkasına göre daha az çalışıp daha fazla kazanabilir. Bu yönüyle dünyanın işleyişinde hâkim olan kanunlardan örneğin “Ne kadar emek o kadar kazanç.” kanunundan bir nebze muaf tutulduğu söylenebilir. Ancak aynı insanın tebliğ vazifesinde ihmali veya derecesine göre ihaneti durumunda “Kurb-u sultan, âteş-i sûzân – Sultana yakın olmak yakıcı ateştir.” kanununun daha sıkı işlemeye başlayacağı da söylenebilir.

 

Bu arada tebliğ adına ortaya çıkan fırsatların tebliği seçen insanların iradeleri dışında ortadan kalkması da mümkündür. Ancak bu konu kişinin kendi kalbini kontrol etmesi ile de ilgilidir. Örneğin bir insan tebliğ konusundaki fırsatları bazen tembelliği nedeniyle değerlendirmekten kaçınır da kendisini aslında öyle bir fırsatın hiç olmadığı yönünde kandırabilir. Ayrıca tebliğ fırsatı kavramının bu işi tercih edenlerin bakış açılarına göre de değişebilmesi mümkündür. Kendini kandırmak gibi durumlar dışında, birisine fırsat gibi görünen bir husus bir başkasına fırsat gibi görünmeyebilir. Kalbin ayarı bozulmadıkça bunda bir mahsur olmadığı da söylenebilir.

 

Ancak tembellik, tenperverlik, gereksiz korku ve çekingenlik gibi kişinin kendi evhamları nedeniyle büyüttüğü meseleler yüzünden tebliğin bırakılması durumunda Allah Teala’nın verdiği kıymet ve değer elbette geri alınacaktır.

 

Talebine ulaşana kadar samimi bir şekilde dua dua yalvaran ancak talebi karşılandıktan sonra dua amelini bırakan ve şımarıklığa düşen bir insan da aynı şekilde Allah katındaki değerini kaybedecektir.

 

Unutulmamalıdır ki kim yükselmişse kullukla ve kanunlara riayetle yükselmiştir. Kim de düşmüşse kulluk ve kanunlara riayet konusundaki kanun tanımazlığı, ihlassızlığı, kulluğu terki nedeniyle düşmüştür.

Soru: Değerli olmayı istemek kötü bir şey midir?
 

Cevap: Değerli olmayı istemek kendi özünde kötü bir şey değildir.

 

Ancak insan bu konuda çocukluktan olgunluğa doğru adım adım ilerleyen bir yolcudur. İlk adımlarda insan kendisi değerli olsun veya olmasın başka insanların kendisine değer vermesini ister. Kendisi başarısız olsa da insanların kendisi hakkında başarılı olduğunu söylemelerini, bilgili ve kültürlü olmasa da başkalarının kendisini bilgili ve kültürlü görmelerini ister.

 

İlerleyen aşamalarda bir parça terakki edince başka insanların kendisi hakkında sadece olumlu veya iyi söz söylemeleriyle yetinmez. Başkalarının kendisine değer verdiklerini sadece dilleriyle söylemelerini değil, gerçekten değer vermelerini ister.

 

Biraz daha terakki edince her insanın değer vermesini önemsemez, önemli ve statü sahibi insanların değer vermelerini ister.

 

Bu terakki aşamaları ve istekler de kendi başlarına kötü değildir. Çünkü değerin hakiki kaynağı Allah Teala’dır. Bir insan da tıpkı Hz. İbrahim’in (as) hem kendi dönemindeki insanlara hem de bizlere bir anlayış kazandırmak, bir eğitim vermek istemesiyle önce gökte bir yıldıza bakarak “Rabbim budur.” demesi, sonra o yıldız batınca aynı şeyleri aya, sonra güneşe söylemesi, her birisi batıp gidince “Ben batıp gidenleri sevmem. Ben bir Hanif olarak semaları ve arzı yaratan Rabbime teveccüh ettim. Ben müşriklerden değilim.”(24) demesi gibi kalbini fani olanlardan kurtarıp adım adım terakkiye devam ederse “Bana asıl değer vermesi gereken, değer vermesini asıl kazanmam gereken Allah Teala’dır. Ya Rab! Ne olur senin gözünde değerli olayım.” şuuruyla Allah Teala’ya teveccüh edebilirse hakiki değeri kazanmış olacaktır. Çünkü Allah Teala değersiz birisine değer verecek, o konuda yanlış hükmedecek değildir. Allah’ın gözünde değerli olmak hakikaten değerli olmak demektir.

 

Başkalarının Değer Vermesi Allah’ın Verdiği Değeri Azaltır mı?

 

Allah Teala’nın bizlere değer verdiğini hissetmemiz, daha doğrusu bu şuuru yakalamamız ile başkalarının bize bir kıymet vermesi birbirinden bağımsızdır.

 

Bir insan Allah katında değerli olmaya çabaladıktan ve o aşamaya ulaştıktan sonra insanlar ona ister değer versinler ister vermesinler, değer verdiklerini ister söylesinler ister söylemesinler, o insandan ister övgüyle bahsetsinler o insanı ister kötüleyip dursunlar bunun hiçbir ehemmiyeti yoktur. 

 

Diğer yandan riya, şirk, kibir gibi yıkıcı etkilere dikkat edildiği sürece bir insanın kendisini diğer insanlara sevdirmeye çalışmasında bir mahsur yoktur. Bir öğretmen kendisini öğrencilerine sevdirmeye çalışabilir ve hatta çalışmalıdır. Bir esnaf insanların kendisini dürüst, sevecen bir esnaf olarak tanımalarını isteyebilir ve bunu istemelidir. Bir din adamı “Ben insanlara İslam’ı ve Kur’an’ı anlatacağım. Bu nedenle insanların kınayacağı davranışlardan uzak durmalıyım.” diyebilir ve demelidir. Bu tarz istek ve eğilimlerin bir sakıncası yoktur.

 

“Bana asıl Allah değer versin. Ben esasen Onun bana değer vermesini, Onun gözünde değerli olmayı istiyorum.” demek “Ben esas değeri, esas kıymeti Allah’a veriyorum. Gönlümü ona yönelttim.” demektir. Bu bir hâldir.

 

Ancak bu hâli muhafaza etmek, sürekli sabit tutmak çok zordur. Örneğin insan duygusal bir anında içli bir vaaz dinler. İster ki Allah Teala’ya tam o anda tam teveccüh etsin, gönlüyle yönelmişken Rabbinin hususi tecellileriyle baş başa kalsın. Zihnine, kalbine başka hiçbir şey bulaşmasın, araya kimse girmesin, hayallerini başka hiçbir şey bulandırmasın. Evet, Allah Teala ile böyle bir irtibatımız olmalıdır ve araya başka hiçbir şey girmemelidir. Bu makul bir istektir. Ancak aynı insan ertesi gün hatta birkaç saat sonra güzel bir elbise, güzel bir aksesuar görür, beğenir ve o giysinin kendi üzerinde güzel duracağını, insanların da kendisini güzel görüp beğeneceklerini hayal eder. Böylece kalbi farklı bir yöne meyletmiş olur. Kalp çok değişkendir. Zaten “kalp” kavramı kelime anlamı itibariyle de ters çevirmek, dönüştürmek, değiştirmek anlamına gelmektedir. Kalp, çok değişken olduğu için bu ismi almıştır. Bu nedenle “Allahümme Yâ Muqallibe’l Qulûb, Sebbit kalbî alâ dînik” (Ey kalpleri evirip çeviren, halden hale sokan, değiştirip duran Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine, Senin sevip razı olduğun hakikatler üzerine, nihayet Kendin üzerine sabit kıl!) duası çok önemlidir.

 

Bu değişmeleri, dönüşmeleri, hâlden haâe geçişleri bir parça da olsa aşabilmiş, Allah Teala’nın gözünde değerli olmanın kıymetini anlamış, bu yönde çalışmalara başlamış ve az çok mesafe kat etmiş bir insan başka şeylere neden değer versin, kalbini başka şeylere neden bağlasın ki? Böyle bir insan başka şeylerle ancak işi oldukça, gerektikçe ilgilenecektir.

 

Efendimiz (sas) “Rabbinin nimetlerini anlat da anlat.”(25) emrine de uygun olarak diğer peygamberlerden üstün kılınan yönlerini anlattığı bir hadis-i şeriflerinde; “Bana cevamiü’l-kelîm (az sözle çok mana anlatabilme) verildi… Bir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmam için bana yardım edildi.”(26) ifadelerini de kullanır. Normalde bir insan, hele bu insan Efendimiz (sas) ise 1 aylık bir mesafeden düşmanın kalbine korku salmakla, kendisinin az ama öz konuşma özelliğiyle gururlanmaz, Allah’ın kendisine değer vermesinin yanında bu özelliklerini önemsemez, kıymetli görmez. Ancak bu özellikleri kendisine Allah Teala’nın verdiğinin şuurunda ise, Allah Teala’nın kuluna sadece manevi bir kıymet vermekle kalmadığını, onu bazı maddi ve somut üstünlüklerle de düşmanlarına üstün kıldığını biliyorsa, “Rabbinin nimetlerini anlat da anlat.” şeklinde bir emir de almışsa elbette bunları söyleyecektir ve bu söylenenler Allah Teala’nın Efendimiz’e verdiği kıymetin sadece soyut bir kıymetten ibaret olmadığını, somut ve maddi özellikler de bahşettiğini göstermektedir.

 

Ayrıca insanların kendisinden korkması Efendimiz’in (sas) -tabiri caizse- aslında umurunda olmayan bir husustur ancak Efendimiz (sas) İslam ve iman hakikatlerini temsil eden bir devletin başkanıdır, başkomutanıdır. Devletlerin de yolu bazen savaşa düşebilmektedir. Bu durumda düşmanlarının kendisinden korkması bu bağlamda, bu çerçevede elbette kıymetlidir ve Allah Teala’nın verdiği kıymetin somut bir göstergesidir.

 

Yine güzel ve edebî konuşmak, belagat sahibi olmak, güzel yazmak, yazısına ve sözüne insanların çok değer verdiği birisi olmak, hadiste geçtiği haliyle az sözle çok mana ifade etmek demek olan cevamiü’l-kelim sahibi olmak gibi özellikler Efendimiz (sas) için mücerret manada, kendi başlarına pek önemli değildir. Ancak Allah’ı anlatmak, Kur’an’ın hakikatlerini insanlara aktarmak için bu özellikler gerekiyorsa ve bunlar bir insanda bulunuyorsa bu da Allah Teala’nın kuluna (özelde ise Efendimiz’e) verdiği kıymetin bir göstergesidir.

 


1 ) Mülk, 2

2 ) İbn Mace, Fiten, 12; Tirmizi, Zühd, 11; Müsned, I/201

3 ) Buhari, İman, 6; Müslim, İman, 71; Nesai, İman, 19

4 ) Buhari, İman, 3

5 ) Buhari, İman, 7

6 ) Hucurat, 14
7 ) Enfal, 74

8 ) Saff, 11

9 ) Al-i İmran, 142

10 ) Bakara, 218

11 ) Buhari, İman, 18, Hac, 4; Müslim, İman, 135; Nesai, Hac, 4

12 ) Tevbe, 20

13 ) Nisa, 95

14 ) Tevbe, 24

15 ) Ankebut, 69

16 ) Fetih, 18

17 ) Buhari, Enbiya 25, Megazi, 35

18 ) Furkan, 77
19 ) Necm, 39

20 ) Zilzal, 7

21 ) Enbiya, 84

22 ) Ahmed b. Hanbel, II, 379; Nesai, İman, 8; Tirmizi, İman 12

23 ) Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 21.

24 ) En’âm, 76-79

25 ) Duha, 11

26 ) Buhari, Teyemmüm, 1, Salat, 56, Cihad, 122; Nesai, Gusl, 26; Müsned, 3/304