Dinden Dönen Öldürülür mü? | Mürtedin Öldürülmesi | 1.Kısım
Soru: Dinden dönenin, yani mürtedin öldürülmesi gerektiği doğru mudur? Fıkıhçılar bu olayı neden özel bir suç türü olarak görmüşlerdir? Günümüzde dinden dönenin öldürülmesi “din ve düşünce özgürlüğü” kapsamında nasıl anlaşılmalıdır?
Cevap: İçinde bulunduğumuz devirde ve şartlarda mürtedin öldürülebileceği anlayışı makul değildir. Dininden dönenin öldürülmesi hükmünün belli başlı şartları vardır.
Bu konu birbiri içinde farklı yönlere sahip olduğu için meseleyi ayrı ayrı ve maddeler hâlinde ele alacağız.
Birincisi: Bir konuda geçerli bir mantık yürütebilmek ve doğru düşünebilmek için öncelikle kullanılan kavramların ve terimlerin net anlamlarının olması gerekir. Bu anlamların da akıl yürütme veya düşünce üretme süreci boyunca aynı kalması gerekir. Çok klişe bir örnek olan “Gerçekler acıdır, biber de acıdır, o hâlde gerçek, biberdir.” önermesi “acı” kavramının aynı manaya gelmemesi nedeniyle geçersiz bir önermedir ve yanlıştır. Dolayısıyla kavramların değişmesine aldırmayıp hüküm üretmeye ve aynı hükümleri tekrarlamaya devam etmek problemli bir davranıştır.
Bu duruma örnek olarak Hz. Ömer’in (ra) kıtlık döneminde hırsızlar için öngörülen el kesme cezasını iptal etmesi gösterilebilir. Bu iptalin en önemli noktası şudur: “Hırsızlık” suçunun oluşmasında bir insanın aslen ihtiyacı olmayan ve muhafaza altındaki malı taammüden çalmış olması gerekir. Dolayısıyla her hırsızlık suçunda el kesme veya hapis cezası uygulanmaz. Ortada bir “hırsızlık” kavramı ve suçu vardır ancak kıtlık döneminde genel bir açlık durumu söz konusu olduğu için hem kavram hem de suçun unsurları değişmiş olacaktır.
“Hırsızlık” kavramının ve suçunun oluşması için nasıl ki bazı şartlar gereklidir, aynı şekilde “irtidat” veya “dinden dönme” suçunun oluşması ve bu suça ölüm cezası verilmesi için de bazı şartların oluşması gerekecektir. Şimdi bu cezanın ne zaman mantıklı ve vicdana uygun bir ceza olabileceğine dair şartlara göz atalım:
Birinci Şart: Müslümanların ve müşrik olarak açıkça Müslümanlara savaş açanların, yani Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında savaş şartlarının bulunduğu bir yerde, şehirde veya ülkede, bir insanın dinden çıkması; aynı zamanda direkt olarak düşman saflarına katılma, ikamet olarak da o bölgeye gitme ve bu arada mümkün olduğunca askeri ve idari bilgileri götürme, düşman saflarını Müslümanlara karşı savaşmaya teşvik etme gibi anlamlar taşıyorsa bu bağlamda mürtedin öldürülmesi hükmünün makul ve mantıklı olacağı açıktır. Çünkü böyle bir durum savaş esnasında vatana ihanet anlamına gelmektedir. Bu hüküm de açık biçimde bir savaş hükmüdür veya siyasi bir hükümdür. Savaş şartlarında çok daha hafif suçlar için bile ölüm cezası verilmesi gayet makul ve hukukidir.
İkinci Şart: Mürtedin öldürülmesi, İslam’ın ilk dönemlerinde geçerli olan bir konudur ve o dönem şartları itibariyle anlaşılabilir bir hükümdür. Bu duruma yakın tarihimizden, Kurtuluş Savaşından bir örnek verelim: Mustafa Kemal ve bazı Osmanlı subayları Anadolu’da bir direniş hareketi başlatmak niyetindedirler. Bu görüşte olanlar düşüncelerini ve planlarını başlarda çok küçük bir arkadaş grubuyla paylaşırlar. Bu küçük grupta yer alanlardan birisinin görüş değiştirmesi veya o gruptan ayrılıp karşı tarafa geçmesi davaya ihanet anlamı taşıyacaktır. Bu da Kurtuluş Savaşının selameti açısından saf değiştiren kişinin öldürülmesini gerektiren bir durumdur. Benzer şekilde Kurtuluş Savaşının başladığı ilk zamanlarda İstiklal Harbi aleyhine faaliyetlere girişenler de askerî bir suç işlemiş sayıldılar ve öldürülmeleri gerekli görüldü. Nitekim Kurtuluş Savaşının başları olan 1920 yılında Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanuna göre ülkeyi düşmandan kurtarmak için kurulan Büyük Millet Meclisine karşı her türlü sözlü, yazılı ve fiili muhalefet suç sayılmış, bu suçları işleyenlere de idam cezası öngörülmüştür.
Bu örnekte dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bir hareketin başlangıç aşamalarında sayı görece az iken ve az sayıdaki insanlardan bir kısmı o harekete katıldıktan sonra vazgeçip ayrılıyorlarsa bu ayrılık ağır bir ihanet sayılır. Böyle bir ayrılmayı ihanet sayma örneğin Rusya’daki 1917 Bolşevik Devrimi için de geçerlidir, Amerikan İç Savaşı dönemi için de geçerlidir. Yani evrensel bir kabuldür. Bu ayrılmalar güvenliği de etkileyebilecek durumda ise bu noktada idam cezası ve ayrılanların öldürülmesi son derece makul olacaktır.
Efendimiz (sas) de Hicretten Mekke’nin fethine kadar bir savaş hâlindedir ve o savaş şartlarında irtidat edip dinden dönmek, düşman saflarına katılmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu ağır bir ihanettir ve sadece bireysel bir dini tercih değişikliğinden ibaret değildir.
İkincisi: Bir peygamber hak ve hakikati, doğruluk ve güzel ahlakı tam ve bütün hâliyle, kâmil manasıyla hem yansıtıyor hem anlatıyorsa, onun hitap ettiği kitleden bir insan da hak ve hakikati, doğruluğu, iyiliği, güzelliği, aslî kaynağından görüp kabul etmiş daha sonra da reddetmişse, hakikati hakiki manasıyla görüp tanıdıktan sonra “Bu bâtıldır.” demişse, doğruluğu aslî haliyle anladıktan sonra “Bu yanlıştır.” demişse, iyiliği ve güzelliği tüm haşmetiyle bilip benimsedikten sonra “Bu kötüdür ve çirkindir.” demişse, o insanın ruhunda ve kalbinde hakikatle ilgili hiçbir şey kalmayacaktır. Bu insan yeryüzünde bir şer kaynağı olarak, adeta bir şeytan gibi yaşayıp ölecektir.
Bu insan dini hiç kabul etmeyen bir ateist veya dine karşı kayıtsız bir deist veya başka dinlere inanan bir gayrimüslim değildir. Bu insan türü çok farklı bir türdür. Efendimiz’i (sas) bizzat tanımış, hakkı ve hakikati, iyilik, doğruluk ve güzelliği o sayede görüp anlamış ve tatmış ancak sonradan bizzat kendi tercihiyle bile isteye onu bırakmışsa, o insanda hayır ve güzellik adına hiçbir şey kalmamış demektir. O insan bütün latifeleriyle şer tarafına geçmiştir.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken şudur: Bir mürtedi bu kapsamda değerlendirebilmek Efendimiz (sas) gibi bir insanın hakikati, hakikatin tamamını ve sadece hakikati yansıtmasına ve anlatmasına bağlıdır. Bu nedenle bir insan günümüzde örneğin IŞİD gibi örgütlere, İran ve Suudi Arabistan gibi sözde şeriat rejimlerinin uygulamalarına, dini değerleri kişisel çıkarları için kullananlara bakıp da dini reddettiğini söylüyorsa; bu insan İslam’ın, Kur’an’ın veya sünnetin mutlak hakikatini, güzelliğini reddetmiş değildir ki gönlü tamamen hakikate kapalı olsun. Çünkü bu insan dini temsil iddiasında olduğunu söyleyenlere bakıp da doğruluğu, adaleti, muhtaçları koruma refleksini, mazlumlara yardım etme motivasyonunu, insanlara şefkat esasını görememektedir. Dolayısıyla böyle bir insana hakiki manasıyla mürted demek pek makul olmadığı gibi her şeyiyle şer tarafına geçmiş bir insan gözüyle bakmak da insaflı ve tutarlı olmayacaktır.
Bu kısmı biraz daha açalım: Hepimiz çevremizde azami nezakete sahip, karıncayı bile incitmemeye özen gösteren, insanlara şefkat ve mülayemetle yaklaşan, günlük konuşmalarında gıybet ve iftira etmeyen, gıybet edilen ortamlarda gıybete karşı tavır koyan, temizliğine ve giyimine riayet eden, bir fakire ulaştırılmak üzere kendisine teslim edilen parayı kendine ait parayla aynı cebine veya cüzdanına birbirine karışmamaları için koymayan, bir an harama baksa sadakalar vermeye çalışan, tartıda hak geçmesin diye sattığı ürünü bir miktar fazlasıyla müşteriye veren dindar insanlar görüp tanımışızdır. Ancak bize görünmeyen yönleriyle (ki bu yönlerini görmeye çalışıp araştırmak da caiz değildir) de bu insanlar bazı hurafelere inanabilirler, kendi yakınlarından bazılarını sözleriyle ve fiilleriyle kırıp geçirebilirler, bir yönleriyle çok iyi insanlar olmalarına rağmen bir yönleriyle de örneğin cimri, asık suratlı, evlatları arasında ayrımcılık yapan insanlar olabilirler. Bununla birlikte böyle insanlar arasında kalmış ve onların güzelliklerine şahit olmuş kişilerde insani ve dini duygular uyanacaktır. Ancak bu duygular uyansa bile başka ortamlarda şahit oldukları kötü durumlar karşısında dine karşı soğukluk da oluşabilecektir. Belki dindar gruplardan ayrılmalar da olacaktır. Ancak bu ayrılmalar da dinden çıkmak değildir, genellikle dinin herhangi bir yorumuna karşı bir tavır göstermektir. Sonuçta kısmî güzelliklerde bile insanlar bu kısmî güzelliklere ve onları yansıtanlara karşı pozitif duygular geliştirmektedirler.
Ancak bugün için İslam’ı bütün güzelliğiyle ve tam hâliyle temsil eden mükemmel bir grup veya topluluğun olduğunu söylemek imkansızdır. Bu durumda bir insan yarı cehaletiyle bakınca da “İran’daki ve Arabistan’daki resmî ideoloji çok zalim. IŞİD gibi gruplar da çok barbar ve gaddar. Böyle din olmaz.” dese, diğer yandan kendisi de zaten İslam’ı bilmeyen, ibadeti de olmayan birisi ise (ki genellikle öyledir) bu insan hakiki iyiliği, güzelliği ve hakikati bütünüyle reddetmiş değildir. O, sadece önündeki çarpık örneklere bakıp yarım ve hatalı çalışan bir düşünce süreci sonucunda yaptığı genellemelerle böyle bir neticeye varmaktadır.
Bir başka örneği tesettürden verebiliriz. Tesettür; vicdanı ölmemiş, akli melekeleri sağlıklı çalışan, iffet kavramını, kadın ve erkek mizacını-fıtratını bilen ve bunlara bütüncül bakan bir insan için iyidir, doğrudur ve güzeldir. Bazı insanlar bunu bile kötü görebilecektir ve dini reddederken bazı güzellikleri de reddedecektir ancak çoğu zaman o reddettikleri şey, ayet ve hadislere de aykırı olan kadının ezilmesi kavramıdır. Kadının ikincil konuma itilmesidir. Aynı dindar ailenin aynı dindarlık düzeyinde oğluna tanıdığı özgürlükleri ve fırsatları kızına tanımaması, kız çocuklarına ayrımcılık yapmasıdır. Erkeklerin sırf erkek olarak doğdukları için kendilerini kadınlardan üstün görmeleri, kendilerine verilen fiziksel gücü kadınları ezmek için kullanmada bir beis görmemeleridir.
Dolayısıyla bugün “mürted” olarak görülen insanların farklı alan ve noktalarda reddettiği güzellikler olsa da bu insanların esasta zaten çirkin olan, dinin özüne de uymayan kötülükleri reddettikleri söylenebilir.
Bu noktada; içi görünmeyen bir asit şişesinin üzerine birilerinin “şerbet”, içi görünmeyen bir şerbet şişesinin üzerine de “asit” yazdığını düşünelim. Bir insan gelir ve her ikisini de koklar sonra der ki “Şerbet, tadı ve kokusu kötü bir içecektir. Asit ise tadı ve kokusu güzel bir içecektir.” Bu insanın söyledikleri hakikat-i hâle uygun olmadığından, gerçeğe uymadığından pek bir kıymet ifade etmeyeceği gibi şerbete karşı çıkması da pek bir anlam ifade etmez ve onu tamamen suçlu birisi yapmaz. O kişiyi insanlara asit içirmeye çalışan bir suçlu konumuna düşürmez. Dolayısıyla cezalandırılmayı hak etmiş olmaz. Aynı şekilde bu insanın sözleri şerbeti kötü asidi de iyi bir içecek yapmaz.
Üçüncüsü: İslam için başlangıç dönemlerindeki küçük ve kendini savunmak durumunda olan bir grup olma özelliği artık kalmamıştır. Ayrıca aktif savaş hâlinde dinden çıkma ile karşı tarafın saflarına geçme durumunun aynı olması bugün için geçerli değildir. Bu durumun bugün geçerli olması için İslam’ın bireysel ve toplumsal düzlemde bütün güzelliğiyle, doğruluğuyla ve adaletiyle yaşandığı bir ülke ile İslam harici bir din temelinde işleyen başka bir devlet arasında savaş ortamının olması, bu ortam içinde İslam’ın yaşandığı ülke insanlarından bir kişinin veya grubun dinden tamamen çıkıp düşman ülkenin saflarına geçmesi ve onların lehine çalışmaya başlaması gerekecektir. Sadece böyle bir durumda dinden dönmenin de dinden dönenin de idam suçuyla cezalandırılması gerektiği söylenebilir. Çünkü böyle bir durumda dinden dönen insanın gerçek iyilik, doğruluk ve güzelliğe sırt çevirmiş olduğu, bunların zıddı olan saflara geçtiği söylenebilir. Böyle bir durumda bile idam cezasının makul olup olmadığı o an ve şartlar içinde ayrıca tartışılmalıdır.