16 dk.
23 Eylül 2022
Doğru Düşünmeyi Öğrenmek | 3. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Doğru Düşünmeyi Öğrenmek | 3. Kısım

Not: Bu yazı, “Doğru Düşünmeyi Öğrenmek” başlıklı yazı dizisinin üçüncü yazısıdır. Serinin ikinci yazısına buradan erişebilirsiniz. 

Aristo Mantığının Modası Geçti mi?
 

Aristoteles’in kurguladığı ve sistemleştirdiği mantık türünün yüzyıllardır kullanıldığını biliyoruz. Ancak bilimin ilerlemesi ve felsefeden farklı bir yol izlemesiyle kendi bağımsızlığını ve hakimiyetini ilan etmesinden sonra bu mantık türünün bilim dalları açısından artık yetersiz kaldığını da biliyoruz. Burada önemli olan Aristo mantığının yanlış bir yöntem olması değil, yetersiz kalmasıdır. Bu yetersizlik de daha çok bilim dallarının ilerleyebilmesi açısından bir yetersizliktir. Yani kuantum fizikçisi, gökbilimci veya biyokimya uzmanı değilseniz Aristo mantığından elbette faydalanabilirsiniz.

 

Diğer taraftan Aristo mantığının iyi bilinmesi, o konudaki tekniklerin uygulanması bugün bile pek çok fetvadaki pratik hataları yakalamamızı sağlıyor. Maalesef fetva geleneğimiz yüzyıllar içerisinde hakikaten Aristo mantığı düzeyinde düşünce hatalarıyla örülü fetvalarla doludur. Bu hataları bulabilmek için bulanık mantık, matematiksel mantık, ileri eleştirel düşünce tekniklerinin uygulanmasına bile gerek kalmadan temeli üç ilkeye dayalı Aristo mantığını uygulamak yeterlidir.

 

Örneğin deve idrarıyla ilgili hadiste Süleyman Ateş’in akıl yürütmesine bir göz atalım.

 

Bir okuru Süleyman Ateş’e deve idrarıyla ilgili hadis hakkındaki düşüncelerini sorar. Süleyman Ateş de verdiği cevapta şu ibareleri kullanır:

 

Kur’ân, pislikten sakınmayı emreder. Çünkü pislik, çevre kirliliğine, mikropların üremesine sebep olur. Elbiseye sıçrayan idrar da temizlenmediği takdirde kokuşur, mikrop üremesine neden olur, ayrıca çevreyi de rahatsız eder. İşte çevre temizliğini sağlamak için, idrarın, cehennem azabına neden olacağı gibi uyarıcı rivayetler gelmiştir. Kur'ân "Pislikten kaçın, Elbiseni temizle." diye emrederken Peygamber, elbiseye idrar sıçramaması için ayakta idrar yapmayı uygun bulmamış iken nasıl olur da Kur'ân'ın kaçınmayı emrettiği sidiği içmeyi tavsiye eder?

 

Bu rivayetin uydurma olduğunda kuşku yoktur. Çünkü Peygamber, Kur'ân'ın kaçınmayı emrettiği idrarı içmeyi tavsiye etmesi düşünülemez. Ayrıca Kur'ân'ın pislik saydığı maddeleri yemek ve içmek haramdır. Bu uydurmalardan dinimiz beridir, uzaktır.”1

 

Yukarıda örnek olarak aldığımız metin sonuçta bir argümandır. Belirli öncüllerden ve ön kabullerden oluşturulmuş mantıksal bir çıkarımdır. Ancak iki önemli mantık hatası sonucun da yanlış olmasına neden olmuştur.

 

Altı çizili kelimeleri bu argümanın temel kavramları olarak düşünebilirsiniz.

 

Gelelim argümandaki mantık hatalarına.

 

Birincisi: Öncelikle bilinmelidir ki bazı kelimeler insanlarda bir takım duygusal çağrışımlar uyandırır. Bu çağrışımların tesirine kapılan insanlar düşünme ve argüman üretme sürecinde duygularının etkisi altında konuşmayı ve yazmayı tercih edebilirler. Bu, insanlığa ait genel bir durumdur. Bir insan kendisini bir olayın duygusal etkisinden uzak tutma egzersizleri yapmamışsa veya mizacı böyle bir şeye uygun değilse olayın bütününü duygusal bir zeminde değerlendirebilir.

 

Bu cevapta da pis ve pislik kelimelerinin oluşturduğu olumsuz duygusal çağrışımların kendisine soru sorulan kişiyi böyle bir duruma soktuğundan söz edilebilir.

 

İkincisi: Bir önermede veya argümanda kullanılan kavramlar, en azından anahtar kavramlar, argümanın tamamı boyunca aynı anlamda kullanılmalıdır. Argümanın başlangıç cümlesinde bir anahtar kavram x anlamıyla, argümanın ortasında y anlamıyla kullanılırsa sonuç da hatalı olacaktır. Bu cevapta da temel kavramlar olan “pis” veya “pislik” kelimeleri cevabın (argümanın) her aşamasında aynı anlamda kullanılmamıştır. Çünkü “(Haram olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.”2 ayetindeki “pislik” kelimesi (ayetin farklı anlam vecihleri şimdilik bir yana) dinen pis sayılan nesnenin bir özelliğini ifade eder. Süleyman Ateş’in argümanında kullandığı “pis” ve “pislik” kelimeleri kendi iddiasını dayandırdığı delil olarak Kur’an’da geçtiği şekliyle kullanılmamıştır. Kur’an’ın bahsettiği düz necaset anlamındaki pisliktir. Deve idrarının bu anlamda pislik olarak değerlendirilmesi ve o anlamda kullanılması ise yanlıştır. Çünkü alkol, içilmesi durumunda veya kan elbiseye bulaşması durumunda bir necaset olarak değerlendirilirken tıpta kullanılınca aynı şekilde pislik olarak değerlendirilmez. İdrar da aynı şekildedir.

 

Örneğin şeker hastalığının bilimsel adı olan diabetes mellitus kavramının kökenine baktığımızda diabetes kelimesinin Yunancada idrara karışan şey veya akıp giden şey anlamına geldiğini, mellitus kelimesinin kökünü oluşturan mellis kelimesinin ise Latincede tatlı ya da bal anlamına geldiğini görürüz. Şeker hastalarının idrarları da içerdiği şeker nedeniyle tatlı olmaktadır. Eski çağlarda laboratuvar tahlilleri gibi teknikler olmadığı için eski Hint, Mısır ve Yunan tıplarında bazı hastalıkların teşhisi için doktorlar, hastaların idrarlarının tadına bakarak teşhis koyarlardı. Hatta bu teknik 17. Yüzyılda İngiliz doktor Thomas Willis tarafından tekrar keşfedilerek uygulanmış hatta şeker hastalığının bilimsel adı olan diabetes mellitus kavramı bu şekilde oluşturulmuştur. Demek ki konu tıp olunca “Mantıklı bir insan idrarın tadına bakamaz.” gibi önermelerin hiçbir anlamı yoktur. Konu tıp olunca bazı haramlarla helallerin sınırlı zaman ve durumlar için yer değiştirdiklerini de biliyoruz. O hâlde Kur’an’ın sakınılmasını emrettiği necaset kavramının hadiste geçen idrarı da kapsadığı söylenemez. Çünkü hadiste geçen idrar herhangi bir zamanda herhangi bir durumdaki haram veya necis olan madde değil, bir hastalık durumunda tıbbî bir özelliğe sahip olabilen bir maddedir artık. Eğer böyle değerlendirilmezse alkolün de tıp alanında kullanılabilir olduğuna bakılmaksızın her durumda haram olduğunu, kanın da yine tıpta kullanılamayacağını çünkü sonuçta necis olduğunu söylemek zorundasınız. Demek ki verilen cevapta necaset kavramı idrarın bütün özelliklerini kapsayacak şekilde aşırı genellemeci bir anlamda kullanılmıştır ve bu nedenle kavramın içeriğinde bir ayrım yapılmamıştır. Bu da formel bir mantık hatasına yol açmıştır.

 

Dolayısıyla argüman üretirken kullandığımız terimlerin anlamlarının üretimin her aşamasında aynı kalmasını garantilemeliyiz. Bu da argümanın her aşamasında dikkatli olmayı, kavramlar arası ilişkileri sağlam kurmayı, konuyu zihinsel olarak değerlendirirken duygusal eğilimleri de kontrol altında tutabilmeyi gerektirir. Süleyman Ateş aslında mantıksız bir insan değildir, zekasını kullanmayı da bilen birisidir. Ancak böyle bir zatın bile böyle bir konuda basit birkaç ilkeye dikkat etmediği için hatalı bir çıkarımda bulunduğu görülebiliyor.

 

Bilgi Birikimi ve Doğru Düşünme

 

Herhangi bir konuda bilgi birikimindeki artış o konu hakkında daha doğru düşünmeyi mümkün hale getirebilir. Bilgi birikimi tek başına doğru düşünmeyi sağlayan sihirli bir formül değildir elbette ancak bir konuda daha bilgili olanın daha az bilgili olandan daha doğru düşünme ihtimali ve imkanı her zaman daha fazladır.

 

İnsanların zihnini genelde en fazla bloke eden şey, başka bir şeyin doğruluğuna ihtimal vermemektir. Bunun da en önemli nedeni farklı görüşlerle, farklı bakış açılarıyla hiç karşılaşmamış olmaktır. Bu nedenle bizzat mantık eğitimi alınmasa bile aynı konuda farklı, muhalif, çok ters veya farklı yönleri de gösteren bakış açılarını bilip tanıdıkça insan daha doğru düşünmeyi de bir parça öğrenmiş olur. Çünkü hiçbir meselenin tek bir yönü yoktur. Bir meselenin tek bir yönünü ele alıp o meselenin bütünü hakkında fikirler ileri sürmek eninde sonunda insanı yanlışa götürecektir. Bir meselenin ne kadar çok yönü fark edilir ve öğrenilirse değerlendirmeler de o ölçüde isabetli olacaktır. Dolayısıyla bizzat mantık eğitimi almayanların farklı bakış açılarını öğrendikçe doğru düşünmeyi de öğrenmiş olmaları aynı meseleye farklı açılardan bakabilmeyi öğrenmiş olmalarından kaynaklanır.

 

Daha da önemlisi şudur ki: Bir meseleyi mantıksal olarak farklı açılardan incelemek sadece zihinsel merkezi beslemekle kalmayacaktır. Bir mesele hakkındaki farklı görüşleri, değişik bakış açılarını bilmek, böylece zihni ve kalbi genişletmek bizi daha doğru düşünmeye iter. Çünkü insan bilmediğinin düşmanıdır. Bu nedenle her zaman tek açıdan bakarak ve tek bilgi kaynağından beslenerek yıllarını geçirmiş birisine farklı görüşler, değişik bakış açıları abes gelebilir. Bazen sırf öğrenme kastı olmadan dahi insan “Bir bakalım acaba farklı düşünen insanlar bu konuda neler söylemişler?” diyebilmeli ve farklı düşünceleri özellikle okumalı ve incelemelidir.

 

İnsan okuduğu konuları başta tam anlamayabilir. Konuyu anlayıp benimsedikten sonra da içinde çok güçlü bir emniyet hissi oluşur. O konunun okuduğu gibi olduğundan emin olur. Konu hakkında az okumakla edinilen bu emin olma hali insana bir an için ilim gibi gelebilir. İnsan kendisini o konu hakkında ilim sahibi zannedebilir. Ancak bu ilim değildir. Taassubun veya cehaletin başka bir versiyonudur. Bunu kırmak, doğru düşünmeyi ve doğru bilgilere ulaşmayı istediğiniz konularda mümkün olduğu kadar çok ve farklı fikirleri tanımakla, bilmekle mümkün olacaktır. Dolayısıyla çok okumak kadar farklı şeyleri okumak da önemlidir.

 

Meselelere hep aynı açıdan bakan kitaplar, kişiler ve düşünceler, dolayısıyla bir mesele hakkında da aslında hep aynı şeyleri söylemiş olurlar. Bunları defalarca ve defalarca okumakla ufkun genişlemesi aynı şey değildir. 

 

Bilgi birikiminin tek başına doğru düşünme için yeterli olmamasının en önemli nedenlerinden birisi tek taraflı okumalardır. Yani bir konuda sadece tek bir bakış açısıyla yazılmış kitapları okumak bilgi birikimi sağlasa da farklı bakış açılarını devre dışı bıraktığı için doğru düşünme adına yeterli bir okuma sağlamış olmayacaktır.

 

Diğer önemli bir neden de gizli aksiyomlardır. Gizli aksiyomların düşünme üzerindeki etkisi “Hiçbir şey boşlukta meydana gelmez, her şey büyük bir zeminin üzerindeki şekillerden ibarettir.” mantık kaidesine dayanır. Farkında olduğumuz ya da olmadığımız aksiyomlarımız o zemindir. Düşüncelerimiz, söylemlerimiz, iddialarımız, yorumlarımız ise o zemin üzerindeki şekillerdir.

 

Aksiyom mantıkta; doğru olduğu apaçık bilinen, kanıtlanamaz ve çürütülemez olan, doğruluğu tartışılamayan, başka önermelerden türetilmemiş ancak kendisinden başka önermeler türetilebilen, akıl yürütme, kanıtlama veya düşünme sürecinin başlangıç noktaları olarak tanımlanır. Yani aksiyomlar bir konudaki düşüncemizin doğduğu yerdir. Aksiyomların nasıl veya neden doğduğuyla, gerçekten doğup doğmadığıyla bile ilgilenmeyiz. Onlar her zaman oradadır ve varlardır. İlk adımı onlarla atarız. Bunlar doğrudan, aracısız bir şekilde bilinirler. Örneğin bir şeyin parçası o şeyin kendisinden her zaman küçüktür. Bir üçgen üç tane kenardan oluşur. “Düşünüyorum, o hâlde varım.” sözündeki “Düşünüyorum.” iddiası bir aksiyomdur, ilk adımdır, zemindir. “Parçaların toplamı bütüne eşittir.” dediğimizde de bir aksiyomu belirtmiş oluruz. “Tanrı vardır.” diyen bir müminin aksiyomu Tanrının varlığıdır. “Tanrı yoktur.” diyen birinin aksiyomu da Tanrının yokluğudur. Konuyla ilgili diğer düşünceler ve söylemler bu ilk adımlardan sonra gelir, bu zeminin üzerine kurulur.

 

Aksiyomlar her zaman farkına varılan, bilinen bir şekilde var olmayabilirler. İnsanların kendilerinin farkında olmadıkları gizli aksiyomları da olabilir. Bunlar zaman zaman yerleşik yargılar, önyargı gibi kavramlarla da ifade edilir. Çoğu insan kendiliğinden bu gizli aksiyomlarıyla düşünür, o çerçevede okur, yazar, konuşur, hareket eder ve öyle yaşar. Bu varsayımların farkına varmadığı için de kendisini o aksiyomlar çerçevesinde düşünüyor şeklinde de görmez.

 

Hepimiz Allah’ın varlığına dair yüzyıllardır öne sürülen delilleri az çok okumuşuzdur. Bu delillerin bir kısmının bizim için tatmin edici olmadığı da olmuştur. Bunun farklı sebepleri vardır ancak en önemli noktalardan birisi şudur: “Allah vardır.” aksiyomuyla bu delilleri okuyan kişi kendi zihinsel özelliklerine göre bazı delilleri yetersiz bulmuş olabilir. Ancak “Tanrı yoktur.” aksiyomuyla bu delilleri okuyan kişi o delillerin hepsini yetersiz bulacaktır. Daha başlangıçta Allah’ın varlığına, birliğine, kudretine, rahmetine az çok inanan, ikna olmuş olan birisi doğal olarak “Allah vardır.” önermesini birinci önerme, dile getirmediği önerme, örtük varsayım, gizli aksiyom olarak ortaya koyar ve meselenin çözümünü, açıklamaları ve düşünce aşamalarını bu zemin üzerine inşa eder. Ancak konu hakkındaki önermeler dizisi başlangıçtaki “Allah vardır.” varsayımını kendisi için ortadan kaldırmış bir ateist veya konuyla ilgili şüpheleri olan bir insan için hiç de tatmin edici olmayabilir. Çünkü o önermeler dizisi “Tanrı yoktur.” varsayımıyla ortaya konulmuş değildir. Aynı durum “Tanrı yoktur.” varsayımıyla ilgili ortaya konulan önermeler veya argümanlar için de geçerlidir. “Tanrı yoktur.” varsayımıyla ortaya konulan argümanlar da inanmış birisi için ikna edici olmayacaktır.

 

Dolayısıyla çoğu zaman insanları gerçekten düşünme konusunda engelleyen, zihinlerini bağlayan, başka ufukları keşfetmelerine engel olan şey bu örtük, dile getirilmeyen varsayımlar veya diğer ifadesiyle gizli aksiyomlardır. Ancak varsayımın farkına varılınca ve bu örtük varsayım ortaya açık ve seçik biçimde konulunca düşünceleriniz zincirleme bir halde ona bağlı olarak ilk hatayı veya doğruyu taşımış olacaktır.

 

Bu varsayımsal hatalar veya gizli aksiyomlardan kaynaklanan safsatalar, düşünce yanlışları tarihte en büyük zekalarda dahi görülebilmektedir. Mesela Einstein fiziğe farklı alanlar kazandırmış bir insandır. Böyle bir insandan kuantum fiziğini anlamasını, onaylamasını ve o konuda da çalışmalar yapmasını doğal olarak bekleriz. Fakat Einstein’ın fizik konusunda örtük varsayımları, gizli aksiyomları vardır. Örneğin “Denklemler komplike de olsa dünya düzenli ve sistemli bir şekilde işlemektedir. Bu nedenle her konuda açık denklemler vardır.” diye düşünmektedir. Kendisi böyle bir sözü bire bir söylememiştir ancak konuyla ilgili diğer söylediklerinden böyle bir varsayıma sahip olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu nedenle kuantum teoremine karşı çıkarken “Tanrı zar atmaz.” demiştir. Çünkü bu dünya kanunlara uygun, düzenli bir dünyadır. Bu apaçıktır. Bu kanunlar da açık formüllerle ifade edilebilecek kanunlardır ve bu nedenle kuantum teoremindeki ihtimalli şeylerin gerçek olması imkansızdır. Kuantum teoremine karşı çıkarken bunları bir varsayım, bir aksiyom olarak açıkça ifade etmiyor ve bu nedenle de zekasına, mantığına, fizik bilgisine rağmen kuantum aleyhtarı bir fizikçi olarak yaşayıp vefat ediyor.

 

Demek ki Einstein gibi zeka ve bilgi konusundaki seviyesi tartışılmaz olan bir insan bile örtük varsayımlara sahip olabiliyor ve bunların sonucunda hatalar yapabiliyor.

 

Risale-i Nurlarda veya İhya-i Ulumu’d-Din gibi kitaplarda yer alan zayıf veya mevzu hadisler konusunu da bu bağlamda düşünebiliriz. Bu eserlerdeki zayıf hadisleri hiç gündeme getirmeyen, o hadislerin hadis olarak kullanılabileceğini düşünenlerin şöyle bir örtük varsayımı vardır: Bediüzzaman ve İmam Gazali gibi alimlerin eserleri insanların imanına ciddi katkılar sağlamış eserlerdir. İnkar-ı uluhiyet ve dalaletin fen ve felsefeden geldiği bir ortamda bu rolü üstlenen başka eserler de neredeyse yoktur. O halde insanların bu eserlere ve alimlere olan teveccühü, sevgisi, saygısı, güveni asla zedelenmemelidir.

 

Bir diğer varsayım da şu şekilde görünüyor: İnsanların bu eserler ve alimlerle ilişkileri bir cins şeyh-mürit ilişkisi olarak ayarlanmalıdır. İnsanlar bu eserleri okurken her yönüyle, her satırıyla hem ilmen hem manen mutlak doğru olarak kabul etmeli ve öyle okumalıdırlar. Bu eserlerde bir eksiklik olduğu düşünülürse o eserlerden, dolayısıyla iman hakikatlerinden, en sonunda da Allah muhafaza imandan kopmuş olurlar.

 

Bu iki aksiyom eninde sonunda bir cins endişe de oluşturacaktır. Böyle bir durumda da bir insan çıkıp “Bu eserlerde zayıf ve hatta mevzu hadisler vardır.” deyince de bu sözü o eserlere ve isimlere karşı bir saldırı olarak hissedeceklerdir. Aşırı savunmacılık, örtük varsayımlar ve endişeli tutumların sonucunda da “İmam Gazali’den daha mı iyi biliyorsun? Ehl-i sünnetin kitaplarında uydurma hadis yoktur.” gibi duygusal ve akıl dışı tepkiler verilmesi doğaldır.

 

Evet! İnsanların farkına vardıkları ya da varmadıkları pek çok varsayımları vardır. Bu varsayımlar (aksiyomlar) bir konudaki düşüncenin ilk adımını oluşturdukları için insanlar bir konuda düşünürken, konuşurken ve yazarken ister istemez o varsayımlarını kanıtlamaya çalışırlar. Aksiyomlar çok güçlü unsurlardır. Özellikle de gizli aksiyomlar veya örtük varsayımlar farkına varılmadıkları için daha da güçlüdürler. İnsanın tüm düşüncesini bloke ederler. Herhangi bir konuda örneğin 5 tane önerme ortak kabul edilen önermeler ise ancak o önermelerden birinin gizli aksiyomu farklı ise, kendileri için 5 tane önerme ortak olan insanlar arasından aksiyomu farklı olan kişiler düşünce üretiminde bambaşka yerlere gideceklerdir.

 

Bu sadece mantık veya bilim dalları için değil, siyasi tutumlar açısından da böyledir. Kendi liderini mutlak doğru olarak varsayan taraftarlar liderinin her yaptığını bilerek yaptığına dair gizli bir aksiyom taşırlar. Siyaset dışında her türlü toplumsal grup üyeleri de genellikle böyle düşünür.

 

“Bütün kuşlar uçar.” şeklinde bir aksiyoma veya varsayıma sahip bir insan bir penguen görünce “Penguen kuş değildir.” demek zorunda kalacaktır. “Penguenler kuştur.” varsayımına sahip bir insan da “Bütün kuşlar uçar.” cümlesine safsata diyecektir. Dolayısıyla başlangıç tanımları çok önemlidir ve doğru düşünce adına başlangıç tanımları olan varsayımlara gerektiğinde istisnalar, soru işaretleri, alt sınıflamalar gibi kayıtlar koymak gerekir. Bu da varsayımlardan doğan düşüncelerdeki hata payını azaltacaktır.

 

“Risale-i Nurlar kusursuz eserlerdir.” veya “İslam tarihinde yazılmış bütün fıkıh kitapları hatasızdır, mükemmeldir.” şeklinde bir varsayım kabul edilince o eserlerdeki en küçük bir hatayı dahi hata olarak görmeme yanlışı ortaya çıkacaktır. Eserin genel mesajı ile o mesaja hizmet eden bazı alt anlatımlar arasında ayrım yapmamak gibi bir hata da beraberinde gelecektir.

 

Sonuçta İslami ilimlerle ilgilenen veya ilgilenecek olanların hiçbir eseri tam, mükemmel, her yönüyle kusursuz görmemesi gerekir. Aksi halde bu eserlerden gerçekten istifade etmek pek mümkün olmayacaktır.

 

Ayrıca yine İslami ilimlerle ilgilenen kişiler kendi gizli aksiyomlarını, örtük varsayımlarını da iyi tespit etmelidirler. Bunlar üzerine düşünmek epey bir zeka, dikkat ve ihlas ister. Yani kendine karşı dürüst olmak gerekir bunları fark etmek için.

 

Bu noktada “Sevdiğimiz zatları okurken” başlıklı yazının mutlaka iyi okunup sindirilmesi gerekiyor. Çünkü o zatları gerçekten sevmenin, eserlerine karşı saygının tabii ve olması gereken bir sonucu da o zatların ilim miraslarını kritik etmektir. O zatlarla aramızdaki alim-talebe ilişkisinin ön şartlarından birisi belki birincisi budur.

Yazı dizisinin üçüncü yazısı burada sona ermektedir. Serinin dördüncü yazısı yarın internet sitemizde yayımlanacaktır.

 


1 ) http://www.suleyman-ates.com/index.php?id=1045:deve-sd-hads&Itemid=46&option=com_content

2 ) Hac, 30