Dünyevi Meselelerde Kendinizi Geliştirerek Dininizi Güzelleştirin! | Tek Parça
Soru: Yayınladığınız bir yazınızda “Dininizi veya dini hayatınızı güzelleştirmenin yolu da din ile (kavramsal olarak din ile) birebir bağlantılı olmayan alanlarda kendinizi geliştirmeniz, genişletmenizdir.”1 diyorsunuz. Bu meseleyi örneklendirip açıklayabilir misiniz?
Cevap: Konuya bir hadis-i şerifle başlayalım:
Bir gün bazı insanlar Efendimiz’e (sas) şöyle bir soru sorarlar: “Ey Allah’ın Rasulü! İnsanların en hayırlısı, şereflisi kimdir?” Efendimiz (sas) “Onların en takvalı olanlarıdır.” buyurur.
Soruyu soranlar “Ey Allah’ın Rasulü! Biz bunu sormuyoruz.” derler. Efendimiz (sas); “O halde Allah’ın halili (İbrâhim)’in oğlu, Allah’ın nebîsi (İshak)’ın oğlu, Allah’ın nebîsi (Yakub)’un oğlu, Allah’ın nebîsi Yusuf’tur” buyurur. Soruyu soranlar tekrar; “Ey Allah’ın Rasulü! Biz bunu da sormuyoruz.” deyince Efendimiz (sas) “O halde siz benden Arap kabilelerini soruyorsunuz. (Bilin ki) Cahiliye döneminde hayırlı (şerefli) olanlar, şayet dini iyice anlayıp hazmederlerse İslam devrinde de hayırlıdırlar.” buyurur.2
Efendimiz’in (sas) verdiği cevabı geniş manasıyla anlamalıyız. Evet, mümin olmak insanı ve özelliklerini değiştirir. Dolayısıyla müminleri ve mümin olmayı ayrı bir set olarak almamız gerekir. Ancak iman eklendikten sonra, imanın eklenmesinden önce daha iyi, daha önde, daha hayırlı olanlar İslam’da da daha önde, daha iyi ve daha hayırlı olmaktadırlar.
Demek ki insanların İslam’dan önce ve ondan bağımsız olarak dünyevi başarıları, dünyevi konularda faziletleri, iyi yönleri olabilmektedir. Bir insan Müslüman olmadan önce de çalışkan, cesur, cömert, iyiliksever, dürüst olabilir. Bu insanlar bu özelliklerinin üstüne bir de imanı ve İslam’ı ekleyince diğer Müslümanlar arasında daha başarılı, daha faziletli, daha iyi olabilmektedirler.
Örneğin Halid bin Velid (ra) mümin olmadan önce de Arapların en cesur, zeki ve başarılı komutanlarından biridir. Müşrik iken de mümin iken de böyledir. Yani bir insan İslam’a faydalı olma adına ciddi ve iyi bir süvari komutanı haline gelmiş olsa İslam'a sağlayabileceği katkılar çok artmaktadır.
Başka bir örnek olarak Müslüman olmadan önce şiirden hiç anlamayan bir insan Müslüman olduktan sonra Hassan bin Sabit’in (ra) şiiriyle İslam’a yaptığı hizmetleri yapamayacaktır.
İnsanları kabiliyetleriyle, zayıf ve güçlü oldukları yönleriyle tanımayan, bir toplumu idare etme yeteneği bulunmayan, yönetimde adalet ve hakkaniyet duygusunu yöneticilik kabiliyetiyle birleştiremeyen bir insan da Hz. Ömer (ra) gibi bir idareci olamayacaktır.
Yahut ekonomiden, ticaretten, finanstan anlamayan bir insan Abdurrahman bin Avf (ra) gibi infak edemeyecek, İslam’a malıyla maddi destekte bulunamayacak demektir.
Günümüze gelecek olursak; Necip Fazıl Kısakürek veya İsmet Özel gibi isimler dindarlığı tercih etmeden önce de iyi birer şair ve yazar idiler. Dindarlığı tercih ettikten sonra da bu kabiliyetlerini yeni tercihleri istikametinde kullanmaya başladılar. Yahut Yusuf İslam Müslüman olmadan önce Cat Stevens olarak çok iyi bir müzisyendi. Müslüman olduktan sonra da bu kabiliyetini kullanmaya devam ettiği bilinmektedir.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bizim özellikle sahabe döneminde en iyi, en faziletli, Efendimiz’e (sas) en yakın bildiğimiz isimler, tam bir mümin olmalarının yanında Müslüman olmadan önce de mevcut özelliklerine sahip olan insanlardır. Hz. Ebu Bekir (ra) Müslüman olmadan önce de sadakat ve dürüstlük timsalidir. Hz. Ömer (ra) daha önceden de hakkaniyet duygusu yüksek bir insandır. Hz. Osman (ra) daha önce de edep ve dürüstlüğüyle tanınır. Hz. Halid (ra) de mümin olmadan önce çok iyi bir savaşçıdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Bizler mümin veya Müslüman olmadan önce her ne isek olduktan sonra da dünyevi olarak o kadarızdır.
Hz. Ömer (ra) Örneği
İslam tarihinde Hz. Ömer (ra) döneminde Amvâs vebası olarak bilinen salgın bir hastalık çıkar. Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra) ve Muaz bin Cebel (ra) gibi büyük sahabiler de dahil olmak üzere yaklaşık otuz bin kişi bu salgında vefat eder. Hz. Ebu Ubeyde (ra) o süreçte Suriye bölgesinde ordu komutanıdır. Hz. Ömer (ra) de bölgeye yakın bir yerde iken Hz. Ebu Ubeyde tarafından Şam yolu üzerinde bir kasabada karşılanır. Şam’da salgın olduğu haberi verilince salgının olduğu yere gidip gitmeme konusunda insanlarla istişare eder. Önce muhacirleri toplar ve bu konudaki görüşlerini sorar. Muhacirlerden bir kısmı “Sen Allah rızası için yola çıktın, böyle şeyler seni yolundan alıkoymamalı.” derken bir kısmı “Bu bir musibettir ve ölüm riski vardır. Bu nedenle gitmeni uygun görmüyoruz.” derler.3 Hz. Ömer daha sonra ensar ile istişare eder. Ensar da muhacirler gibi kendi aralarında ihtilaf ederler. Daha sonra sadece Kureyş’in ileri gelenlerini toplar. Bu grup aynı zamanda Mekke’nin fethinden önce hicret edenlerdir. Hz. Ömer Kureyş’in ileri gelenlerinin görüşünü sorunca onlar aralarında ihtilaf etmez ve insanları geri götürmesini, onları vebanın olduğu bölgeye sokmamasını tavsiye ederler.4 Hz. Ömer de bu görüşe katılır.
Hz. Ebu Ubeyde bunun üzerine Hz. Ömer’e “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorunca Hz. Ömer “Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum. Senin develerin olsa bir tarafı verimli, diğer tarafı da çorak bir vadiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allah’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine O’nun kaderiyle otlatmış sayılmaz mıydın?” cevabını verir. Daha sonra Abdurrahman bin Avf (ra) oraya gelerek konuşmaları öğrenir. Bunun üzerine Efendimiz’in (sas) “Eğer bir yerde taun hastalığı olduğunu duyarsanız oraya girmeyin. Bir yerde taun hastalığı çıkarsa ve siz orada bulunursanız taundan kaçarak oradan çıkmayın”5 hadisini hatırlatır. Hz. Ömer de bu hadisi hatırlar ve verdiği bu karardan dolayı Allah’a hamdederek Medine’ye döner.
Hz. Ömer’in (ra) istişare ettiği insanlar İslam tarihinin öncü neslidir ve İslam uğruna canlarını vermekten çekinmeyecek kimselerdir. Ancak Hz. Ömer hepsinin bu ortak özelliğine rağmen Kureyş’in ileri gelenlerinin aralarında ihtilaf etmeden ortaya koydukları görüşü benimsemiş ve veba olan yere gitmeme kararı almıştır. Çünkü Kureyş’in ileri gelenleri diğer Arap kabilelerine göre dünyevi açıdan daha bilgili, daha ileri düzeyde, yöneticilik gibi açılardan daha üstün durumdadır. Hz. Ömer (ra) pek çok konuda, örneğin maaş bağlama ve daha faziletli olduklarını kabul etme açısından muhacir ve ensarı, özellikle de Bedir ashabını herkesten üstün ve önde tutmuştur. Ancak dünyevi bir meselede işin ehliyle de istişare etmiş ve onların görüşlerini uygulamıştır. Zaten o görüş de Efendimiz’in (sas) konuyla ilgili hadisine uygun düşmüştür.
Evet! İnsanın dünyevi meselelerdeki bilgisi, becerisi, başarısı onun İslam’ını da etkiler. Bunu her meselede görmek mümkündür. Örneğin İslam’ı kabul eden Türkler sınırları genişletme konusunda önemli başarılara imza atmıştır. Çünkü Türklerin savaş konusunda özel bir kabiliyetleri vardır.
O hâlde diyebiliriz ki, sizin İslam’a en büyük katkınız İslam dışı meselelerdeki kabiliyetiniz olmuş olacaktır. Elbette iman her şeyin başıdır ve her sayının başındaki "1" gibidir ama "1" ile “100” ve “1000” arasındaki farkı dünyevi kabiliyet veya başarı belirleyecektir.
Bu noktada iki insan düşünelim. Bunlardan biri mümin, medrese eğitimi almış, ibadetlerine dikkat eden, salih, köylü, bütün dünyası kendi köyü olan, Arapça öğrenmek dışında pek kitap da okumamış olsun. Diğeri de imanı, temel takvası ve farz ibadetlerini yapmasının yanında dünyayı tanıyan, yurtdışında eğitim almış, Arapçanın yanında İngilizce de bilen, dünyayı takip eden, siyasi, ekonomik, bilimsel ve teknolojik gelişmelerden haberdar olan bir insan olsun. Bir ayetin manasını veya Kur’an’dan bir meselenin yorumunu hangisinin daha isabetli yapacağını düşünürsünüz? Elbette ikincisinin...
Yine çevrenizde fark etmiş olabileceğiniz gibi; herhangi bir ilahiyat fakültesinden mezun olmasa da dini ilimlerle ilgili okumalarının yanında tarih, sosyoloji, psikoloji, iktisat da okumuş, ufku daha geniş insanların dini meselelerdeki yorumlarının kendini geliştirmemiş ilahiyatçılardan daha isabetli olabilmesi bir tesadüf değildir.
Bir taş iman edemez ve anlayamaz. Bir hayvan veya ölü bir insan da iman edemez ve anlayamaz. İman etmek ve anlamak için az çok sağlığı yerinde olan bir insan lazımdır. Çünkü canlı bir insanın zihni, anlayış kabiliyeti ve iman etme potansiyeli vardır. Aynı canlı insanlar içinde de zihni, anlayış kabiliyeti, kültürü, bilgi düzeyi daha gelişmiş insanlar diğerlerinden daha derin, daha geniş anlayacaktır.
Dünyevileşme ve Dünyevi Bilgi Ayrımı
İnsanlar bazen iki şeyi birbirine karıştırabilmektedir. Çünkü bazı meselelerde dünyevileşme ahiretten uzaklaşmayı getirebilmektedir. Bu nedenle örneğin pek çok zengin insanın dinle pek ilgisi kalmadığını görebiliriz. Elbette zengin ve müttaki çok insan vardır. Bu ayrıdır. Ancak zenginliğin insanı dini hayatın ruhundan kopardığına da çokça şahit olabiliriz ve bu kısım daha çok görünür veya daha çok dikkat çekici olabilmektedir. Bu nedenle bir insanın ne kadar zengin ise takva sahibi olması kaydıyla iman ve İslam’da o kadar önde olabileceğine dair ifadeleri pek anlamayabiliriz. Ancak Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Abdurrahman bin Avf (ra) gibi örnekler önümüzdedir.
Güçlü Mümin & Zayıf Mümin
Efendimiz (sas) “Güçlü mümin zayıf müminden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir. Hepsinde hayır vardır...”(6) buyurur. Burada iman etmiş olma itibariyle her müminin hayırlı olduğu zaten açıktır. Bununla birlikte hadisteki “güçlü” kelimesi fiziksel güçten ibaret değildir, geniş anlamlıdır. Yani ilmen veya maddi açıdan, hatta çalışkanlık, hayırlı işlerde azimli ve hırslı olma gibi bakımlardan daha güçlü olan müminler o konularda daha güçsüz olan müminlerden daha faydalı, daha hayırlı olacaklardır.
Diğer yandan “Kulları içinde ancak alimler Allah’a karşı gereğince haşyet duyarlar.”(7) ayeti de aynı hakikati ders vermektedir. Burada da ancak bilenlerin, yani hem uhrevi hem dünyevi bazı konularda ciddi bilgisi olanların Allah’a karşı tam haşyet, saygı ve korku duyacağı belirtilmektedir. Ayette dünyevi ve uhrevi bilgi ayrımı yapılmamıştır. Çünkü iman etmek kaydıyla bizler dünyayı ve dünyaya dair şeyleri ne kadar çok biliyor isek imanımız ile o bilgiyi marifetullah ekseninde değerlendirir ve Allah’tan o kadar çok haşyet duyabiliriz.
Bu noktada şu husus kafaları karıştırabilmektedir: Bu devirde fizik, kimya gibi maddi ilimlerle çok meşgul olanlar İslam’a veya İslami meselelere kapalı olabilmektedirler. Bu insanlar içinde mümin ve Müslüman olanlar da o ilimlerle ilgilenmek çok vakit aldığından dini meselelere çok fazla vakit ayıramayıp, o konulara pek girmeyebilmektedirler. Bu nedenle onların İslam’ın kendi alanlarıyla ilgili konularını, ilgili ayet ve hadisleri çok daha iyi anladıklarını pek görmeyebiliyoruz. Yoksa bu insanlar da fizik, kimya, biyoloji bilgilerinin üzerine ayet ve hadisleri iyi bilseler onların kendi alanlarındaki dini konuları daha güzel yorumladıklarını ve anladıklarını görebiliriz.
Tarihsel ve Güncel Örnekler
Bu durumu tarihte hatta günlük hayatımızda da görmemiz mümkündür. İslam bütün insanlar içindir. Ancak insanların mizaçları, yetişme tarzları, yetiştikleri kültür ve coğrafya açısından farklı oldukları da malumdur. Bu bağlamda örneğin bir İstanbul beyefendisi ile kırsal veya varoş bölgelerde yetişmiş bir insan üzerinde İslam daha farklı görünecektir. Yani bu iki insan beşeriyet ve kültür açılarından olduğu kadar dindarlık açısından da farklı görünümler arz edecektir.
Yine yakın geçmişten bugüne kadar İslami hizmetlerde en aktif veya başarılı olanların eğitim açısından veya ticari açılardan daha kabiliyetli, daha başarılı insanlar olduklarını görürüz. Bu da tesadüf değildir çünkü insanlar hayatı hayatın içinde öğrenmektedirler ve İslam’ı da o öğrenilen hayatın içinde daha iyi anlayıp aktarabilmektedirler.
Din Dışı Bilgilerin Dine Hizmeti
Dinin bizzat kendisinin dışında başka şeyleri daha iyi bilerek din ile ilgili daha kaliteli çalışmalar yapmak mümkündür. Hatta dini ilimlerle ilgili en başarılı çalışmalar dinin kendisi dışındaki alanları iyi bilmekle mümkündür.
Örneğin İmam Gazali (ra) dini ilimlerden olmayan felsefe ve mantık ilimlerini çok iyi bildiği ve bu bilgisini iman ve Kur’an hakikatlerini aktarmada çok iyi kullandığı için son derece etkili bir alim olmuştur diyebiliriz. İmam Eşari (ra) de bir yönüyle böyledir.
Günümüze daha yakın bir örnek de şudur: Kısaca Concordance olarak bilinen ve "Concordance et Indices de la Tradıtıon Musulmane” adıyla neşredilen, Arapça ismi el-Mu’cemü’l Müfehres li-Elfâzi’l Hadisi’n-Nebevî olan bir fihrist çalışması vardır. Bu çalışma 9 hadis kitabındaki hadis rivayetlerinin bulundukları kitaplardaki yerlerini göstermek amacıyla hazırlanmıştır. İslami ilimler tarihinde daha önce de Kur’an ve hadislerle ilgili sözlük, lugat yahut fihrist çalışmaları yapılmıştır ancak bu çalışma bunların içindeki en kapsamlı ve bilimsel çalışmadır. Bu çalışmayı ilk başlatanlar da Arent Jan Wensinck isimli Hollandalı bir oryantalist, Theodorus Willem Johannes Juynboll isimli yine Hollandalı bir başka oryantalist ve Josef (Chajim) Horovitz isimli Yahudi asıllı Alman oryantalist olmuştur. Bu çalışma 1916 yılında toplam 64 kişinin katkısıyla başlamıştır. Bu 64 kişinin içinde sadece 5 tane Müslüman vardır. Görüleceği üzere çalışmayı başlatanlar Müslüman değildir ancak yapılan çalışmanın hadislerin anlaşılmasına, hadisler üzerinde daha verimli çalışmalar yapılmasına çok önemli katkıları olmuştur. İslam dünyasında Efendimiz (sas) ve hadisler için hayatını feda edebilecek insanlar olmasına rağmen bu türden bir çalışma o güne kadar yapılmamıştır. Ancak bilimsel metodoloji sahibi insanlar bu işi yapabilmişlerdir.
Çağrı Filmi ve Mustafa Akkad
Sinema tarihinde Efendimiz’in (sas) hayatını anlatan iyi bir filmi çekebilen tek isim Mustafa Akkad olmuştur. Bu film de bilindiği adıyla Çağrı filmidir. Mustafa Akkad önce Amerika’nın sinema merkezi olan Los Angeles’ta üniversitede tiyatro lisansı yapmış, ünlü yönetmen Sam Peckinpah’ın iyi bir öğrencisi olmuş, onun yanında yetişmiştir. Dünyevi olarak kendini güzel bir şekilde yetiştirmiştir. Daha sonra “Çağrı filmini ben çekemezsem kimse çekemez. Müslüman olarak Hollywood’da bir tek ben varım.” diyerek meşhur Çağrı filmini çekebilmiştir. Ne acıdır ki bu filmi de gerek finansal zorluklar gerekse bazı bağnaz Müslümanların karşı çıkmaları gibi nedenlerle bin bir zorlukla çekebilmiştir.
Daha sonra İstanbul’un fethi ve Selahaddin Eyyubi ile ilgili film projeleri ise maalesef hayata geçirilememiştir.
Bugün gelinen noktada Müslümanlar sinemanın ve diğer bazı sanatların önemini yeni yeni kavramışlardır diyebiliriz. Ne acıdır ki, sinemanın önemi kavramamız bu türün dünyadaki konumunu kaybettiğine dair tartışmaların başladığı bir zamanda ancak olabilmiştir. Örneğin “mizah” unsurunun önemini hala anlayabilmiş değiliz. Mizah kavramına kategorik olarak karşı olunduğu için bu alanda Müslümanların gelişmediğini, yaptıkları işlerin de son derece kalitesiz olduğunu görmek mümkündür.
İslam’ı Anlatmanın Güzel Bir Yolu
İslam’ı anlatmanın pek çok güzel yolu vardır. “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla mücadeleni en güzel, kırıcı olmayacak şekilde ver!”(8) ayeti gereğince iman hakikatlerini karşı tarafa aktarırken kırıcı olmamak, muhatapta tepki uyandırmamak çok önemlidir.
Bu bağlamda bazı kişisel gelişim veya etkili iletişim kitaplarında sandviç yöntemi adıyla bilinen bir yöntem vardır. Bu yöntem, muhatabımıza söylemek istediğimiz olumsuz bir mesajı iki olumlu mesaj arasına katarak ve muhatabı rahatsız etmeden anlatabilmeyi sağlar. Muhatapta tepki uyandırabilecek olumsuz mesajı vermeden önce muhatabın olumlu bir yanını ifade etmek gerekir ki ilgili şahıs doğrudan reaksiyon göstermesin. Daha sonra verilmek istenen olumsuz mesaj olabildiğince yumuşatılarak verilmeli, ardından tekrar olumlu bir mesaj ile eleştiri bitirilmelidir. Böylece sandviçin iki olumlu yanı olan ekmeğin arasına sandviçin iç malzemesi olan olumsuz mesaj aktarılmış olacak ancak muhatap hem eleştiriyi anlayacak hem de bundan rahatsız olmayacaktır. Çünkü sandviçi oluşturan bütün tatlar birbirine karışmış olacak ve aradaki olumsuz mesaj da kişide reaksiyon uyandırmayacaktır.
Bu yöntem dini ilimlerin içinde işlenen bir yöntem değildir. Ancak tartışmalı dini konuları aktarmada bu yöntemi bilenler bilmeyenlerden daha avantajlı olacaktır.
Diğer yandan “anlatma” meselesi ayrı bir kabiliyettir ve üzerinde çalışılarak geliştirilebilir bir yetenektir. İslam’ı iyi ve güzel anlatmak istiyorsanız anlayışı bir süre öğretmenlik yapmak faydalı olabilir. Bilmeyenlere matematik, fizik, tarih, coğrafya anlattıkça başta zorlanmalar olsa da anlatma kabiliyetinin geliştiği görülür. Ancak bu kabiliyet gelişmeden doğrudan doğruya Kur’an ve hadis anlatmak verimli olmayacaktır. İnsanlar belki Kur’an ve hadis hatırına yine dinlerler ama o kabiliyetin gelişmiş haliyle anlatıldığı kadar verimli bir anlatma olmaz.
İslam Bize Ne Kazandırır?
İslam bize iman, ibadet ve güzel ahlak kazandırır. Ancak İslam tek başına bizi zengin etmez, fizik ve kimya öğretmez. Hatta genetik olarak vücudu serotonin üretmeyen bir insanı kendi başına mutlu da kılmaz. İslam’ın böyle iddiaları da yoktur. İslam günlük hayatın dağdağasından doğan sorunları çözer. Ancak Müslümanlar sadece Müslüman oldukları için İslam’ın kendilerine hem zenginlik hem bilim hem kültür hem medeniyet hem hukuk düzeni gibi nimetleri anında sağlamasını bekleyebilirler. Bu da yanlış bir beklentidir. Bu güzel sonuçların sadece Müslüman olmakla kendiliğinden bahşedileceğini umanlar yanılmaktadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; bizim din dışı olan bilgilerimizin, kabiliyetlerimizin tamamı iman ve takva sahibi olmamız kaydıyla dindeki hâlimizi güçlendirecektir.
Allah Teala’dan bizleri tam inanmış müminler, kendisinin razı olacağı şekilde Müslümanlar ve müttakiler kılmasını, yine kendi yarattığı dünyayı da iyi anlamamızı ve dinimizi dünyamız ile güçlendirmesini diler ve dileniriz.
1 https://kurantime.com/yeni-fetvalar-ve-islam-anlayisi
2 Buhari, Enbiya, 8; Müslim, Fezail, 168
3 İbnü’l Esir, el-Bidaye ve’n-nihaye, c. 7, s. 87-88
4 Buhari, Tıp, 30; Müslim, Selam, 100; Tirmizi, Cenaiz, 66
5 Buhari, Tıp, 30; Müslim, Selam, 92-100
6 Müslim, Kader, 34
7 Fâtır, 28
8 Nahl, 125