10 dk.
08 Ekim 2022
Dünyevi bilgi ve malumatın ebedî hayatımıza faydalı olması mümkün müdür? | 4. Kısım-gorsel
Youtube Banner

Dünyevi bilgi ve malumatın ebedî hayatımıza faydalı olması mümkün müdür? | 4. Kısım

Bu yazı, "Dünyevi bilgi ve malumatın ebedî hayatımıza faydalı olması mümkün müdür?" başlıklı yazı dizisinin dördüncü yazısıdır. Serinin üçüncü yazısına buradan erişebilirsiniz. 
 

Pozitif yöntemin İslami ilimlerde veya dini kitapları okurken uygulanması mümkündür. Burada üç maddeye özellikle dikkat edilmelidir:

 

Birincisi: Karşılaşılan yeni bir bilginin (dini veya dünyevi bilginin) kontrol edilmesiyle ilgilidir. Örneğin bir uzman, anlattığı bir şeyin bilimsel olduğunu iddia edebilir. Örneğin bir göz doktoru covid aşılarının faydalı olmadığını iddia edebilir ve bu iddiasının bilimsel olduğunda ısrar da edebilir. O göz doktorunun müdavimi olan bir hasta da doktoruna sırf tıbbî bir alanda uzman olduğu için güvenebilir. Ancak burada;

 

-O doktorun biyoloji veya aşılar alanında bir çalışması ve uzmanlığının olup olmadığı,

-Varsa bile bu çalışmanın gerçekten de aşılılar ve aşısızlar ile covid hastaları üzerinde gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği, bilimsel yöntemlere uygun yapılıp yapılmadığı sorgulanmalıdır. Yoksa bu doktorun sadece herhangi bir platformda duyduklarını aktarıp aktarmadığının net olarak bilinmesi gerekmektedir ki doktorun o konudaki bilgi ve iddiasının doğruluğu kontrol edilmiş olunsun. Çünkü pozitif bilimlerle ilgili herhangi bir alanda herhangi bir uzmanın veya bilim insanının bir iddiayı dile getirmesi o iddianın mutlaka bilimsel olduğu anlamına gelmediği gibi bir tıp insanının da tıp hakkındaki her sözünün mutlak doğru ve bilimsel olması gerekmez.

 

Aynı şekilde ister herhangi bir ilahiyat fakültesinde kürsüsü olan bir akademisyen veya teolog olsun, isterse insanların hoca, şeyh, alim dediği ulema sınıfından birisi olsun, dini kimliğiyle tanınan bir insanın da din hakkındaki herhangi bir sözü veya iddiası, o iddianın ve sözün “dinî” olduğu veya dinen sahih olduğu anlamına gelmez. Herhangi bir dindarın dinin ruhuna tam aykırı şeyler söylemesi ne kadar mümkünse bir ilahiyat akademisyeninin, bir müftünün, bir şeyhin hatta bir alimin de dini bir konuda yanlış şeyler söylemesi o kadar mümkündür. Bu konuda bir uzmandan daha az yanlışlık beklenmesi sadece bizim beklentilerimizle ilgilidir.

 

İkincisi: Pozitivistlerin iddialarını metafizik yönlerinden soyutlayıp o iddialara salt bir araştırma yöntemi olarak bakınca bu yöntemin faydalı olduğu pek çok alanın bulunduğunu görürüz. Bilimsel araştırma yöntemleri açısından zaten pozitivist bir tavır şarttır. Onun dışında toplumsal ahlak açısından da mesela bir insanın “iyi” veya “kötü” olarak değerlendirilmesi konusunda da bizlere açıkçası pozitif bir tavır gereklidir. Bir insanın iyi mi kötü mü olduğu gibi sorulara karşı o kişiyi araştırmamızı gerektirecek bir durum olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bir insanın iyi veya kötü bir insan olup olmadığı neden sorulmaktadır? O kişiyle bir iş akdi mi yapılacaktır? Onunla evlilik yoluyla bir akrabalık mı kurulacaktır? O kişiyle uzun bir yolculuğa mı çıkılacaktır? Somut sebep nedir? O kişinin iyi ve kötü özelliklerinin araştırılmasını gerektirecek somut ve yakın bir neden var ise o kişi araştırılmalıdır. Bu doğru. Ancak değilse başkalarının özellikle kötü yönlerinin araştırılmasının hiçbir nedeni ve gereği yoktur. İnsanlar böyle sorular karşısında “İlgilenmiyorum.” diyebilir ve demelidir. Bu da zaten dini olarak da hem ayetin1 hem de hadisin2 gereğidir.

 

Diğer yandan pozitivizmin bir yöntem olarak uygulanması İslam’ın ruhuna ters bir şey de değildir. Ki yukarıda üzerine “Ben insanların kalplerini açmak, karınlarını yarmak (iç dünyalarını araştırmak) için emrolunmadım.” hadisinin geçtiği maddede bu husus daha geniş açıklanmıştı.

 

Üçüncüsü: Pozitivist düşünürlerin metafizik alanla ilgili söylediklerinin kendi yaptıkları veya önerdikleri bilimsel anlayışla, bilimsel yöntemle de bir ilgisi yoktur. Bu konuda şu hususun anlaşılması pozitivizme karşı az da olsa şüphesi olanları rahatlatabilir: Kendilerinin pozitivist, yöntemlerinin pozitif olduğunu iddia edenlerin konu dinlere ve Tanrının varlığına gelince bir yerden sonra her zaman saçmaladıklarını görürsünüz. “Ben bu konuyla ilgilenmek istemiyorum.” diyenlerin tavrı kişisel bir tercihtir ve konumuz dışıdır. Fakat B. Russell, D. Hume gibi gibi mantık ve matematikle özellikle ilgilenmiş, mantıksal pozitivizm gibi bir akıma öncülük edenler arasında olmuş, iktisat alanında önemli açılımlar yapmış, kendisinden başka konularda pek çok şey öğrenilmiş zeki insanların konu Tanrıya gelince modern mantık kaidelerine bile uymadıklarını görürsünüz.

 

Peki inançlı insanların, herhangi bir dine inanan düşünürlerin, yazarların, alimlerin mantık hatası yapmaları mümkün değil midir? Elbette mümkündür. Ancak bu kişiler (iman alanıyla ilgili olarak) baştan demektedirler ki: “Ben bir Tanrının varlığına inanıyorum. Benim için bunu ispat etmek önemli bir şeydir. Bu nedenle ortadaki delillerin sağını solunu kurcalayıp bunların Tanrının varlığına işaret ettiğini görmeye ve göstermeye çalışacağım.” Elbette bütün inançlılar böyle davranmaz ancak çoğunluğunun böyle davrandığını söyleyebiliriz. İnananlar için bu metodolojik hatanın altını çizmekle beraber onlar şu açıdan mazurdur: Baştan “Ben inanıyorum.” demektedirler ve öyle inandıkları için varlık alemindeki her şeyi bu eksende değerlendirmektedirler. Yani ortada bilimsel bir iddia zaten yoktur. Ancak bilimsel bir iddianın savunucusu olduklarını söyleyen bir takım pozitivistlerin bilim ve deneyin alanına girmeyecek bir konuda “yoktur” deyip bunu dava etmelerini, bu iddialarını adeta bir bilimsel hipotez gibi ortaya koyduklarını görüyoruz ki kendi metodolojileri açısından yanlış olan budur. Burada “yoktur” iddiası bilimsel bir hipotez değil, bir inançtır.

 

Gerçekten de herhangi bir ilahiyat fakültesinden mezun, 2. Sınıf bir gazetede dini yazılar yazan bir insanın Allah’ın varlığı, nübüvvetin ve ahiretin hak oluşu, Kur’an’ın Allah kelamı olduğu gibi konularda kendisine göre mantıksal argümanlar üretmeye çalışması, bu argüman üretiminde pek çok mantık hatası yapmasında bir mazeret hali görülebilir. Ancak mantığı, felsefeyi, bilimsel metodolojiyi çok iyi bildiği ve ifade edebildiği halde imanî meselelerde seri halde mantık hatası yapan bir pozitivist ateistin bu halinde bilim ve mantıktan öte farklı bir kasıt var demektir denilebilir.

 

Temyiz Kudreti ya da Doğru Ayrımları Yapabilme

 

Vahiy dışı bilgi, özellikle de batının bilgisini okuduğumuz zaman bir temyiz yapılması gerektiği doğrudur. Ama bu temyizin doğru yapılması gerektiği de doğrudur. “Bu adamlar zaten Müslüman değil, hepsi gavur, hakikat adına bana ne öğretebilirler ki?” veya “Bak pozitivizm demiş, pozitif yöntem demiş. Bunlar imanla, İslam’la bağdaşmaz. O zaman içinde pozitivizm kelimesi geçen her paragrafı, her kitabı, her düşünceyi toptan inkar edeyim.” denilirse elbette doğru bir ayrım, doğru bir temyiz, doğru bir eleme yapılmış olmayacaktır.

 

Geçmiş ulemamız ve aydınlarımız Batı’yla bir “mağlup” olarak karşılaştıklarında bu eleme ve ayrımı çok düz bir şekilde yapmışlardı. Evet, Batı karşısında sadece cephede değil aynı zamanda ekonomide, bilim ve teknolojide de mağlup olmuştuk. Bu da beraberinde eğitimden ekonomiye, yönetimden bilim ve sanata kadar pek çok alanda bir yenilenme cehdini getirmişti. Çünkü eski durumun bir işe yaramadığı net bir şekilde anlaşılmıştı. Bu da sadece askerî ve siyasi bir kriz değil, ekonomik, bilimsel ve hatta kültürel bir kriz demekti. Bu kriz ortamından kurtulmak için çeşitli fikirler ortaya atıldı. Bu fikirler ne kadar çeşitli olursa olsun üç başlık altında toplanabilir:

 

Birincisi; Batı bir bütündür. Kültürü, bilimi ve sanatıyla bir bütün halinde alınmalıdır.

 

İkincisi; Batı bir bütündür. Kültürü, bilimi ve sanatıyla bir bütün olarak reddedilmelidir.

 

Üçüncüsü; Batı bir bütün değildir. Bilimi ve teknolojisi alınabilir, diğer kültürü reddedilmelidir.

 

Birinci düşünceyi savunan kesim ile ikinci düşünceyi savunanlar arasında mantık açısından bir fark olmadığı açıktır. Herhangi bir ayrım yapma zahmetinde bile bulunmadan toptancı bir ret ve kabul arasında gidip gelen uç noktalardır bunlar. Üçüncü kesim ise görünüşe göre bir ayrım yapmıştır ancak bu ayrım da son derece yüzeysel kalmıştır. “Batının bilimini ve teknolojisini alalım, ahlakını-kültürünü almayalım.” şeklinde özetlenebilecek bir anlayıştır bu. Bu görüşün ayrıntılarına girdiğimizde bilim ve teknolojinin nötr bir olgu olduğunun az çok anlaşılabildiğini görüyoruz. Ancak “ahlak” ve “kültür” meselesinde doğu-batı ayrımının yapaylığı yanında kültürel bir kimlik olarak Müslüman olmanın aynı zamanda kâmil bir ahlak ve ideal bir kültürü de kendiliğinden oluşturduğu önyargısı hakimdir. Halbuki bu öneriyi yapan insanlar kendi okumaları ve incelemeleri çerçevesinde Batının pek çok alanda ahlaklı, halklarının çoğu Müslüman olduğunu iddia eden coğrafyaların insanlarının pek çok alanda ahlaksız olduklarını da görmüş ve ifade etmiş insanlardır. Burada ahlak kavramının göstergeleri olarak ister alkol ve zinanın yaygınlığını veya az rastlanmasını alın, isterseniz konuşunca doğruyu söylemek, emanete riayet etmek, söz verince tutmaya çalışmak gibi davranışları alın bu böyledir. 

 

Batının bilim ve sanatta daha ileri olduğu ancak ahlak konusunda bir çöküş içinde olduğu düşüncesi 19. yüzyıldan günümüze kadar hatalı bir ayrım, yanlış bir akıl yürütme olarak devam etmektedir. Ahlak kavramını din ile özdeş sayma, ahlakın kaynağını din zannetme, din ile ahlak arasında ayrım yapamama gibi bir mantıksal hata temeli de vardır bu yanlışlığın. Konuya aşırı savunmacı yaklaşma, kompleks geliştirme, karşı çıkmak için karşı çıkma gibi duygusal hatalar da buna eklenince mesele içinden çıkılmaz bir hal alabilmektedir. 

 

Bu bağlamda duygu ve düşünce sistemimize yeni bilgilerin ve yeni duyguların, yeni yorumların, yeni bakış açılarının girmesi gerektiği açıktır. Yeni bilgi ve yeni duygu da ancak bilgi ve duygu üreten kaynaklardan gelebilecektir. İslam alemi içinde ise yeni bilgi ve duygu üreten kaynaklar yok denecek kadar azdır. Olanlar ise yine İslam aleminin avam kesimine çalışmaktadır veya çok az ürün vermektedir. Elbette bunlardan da istifade edilmelidir ancak bunu bir dönüştürücü güç haline getirmek de lazımdır.

 

Her halükârda yeni bilgilere ve duygulara kapalı kalmaktansa hakikaten hüşyar bir şekilde zihni ve duyguları açarak imana ve İslam’a imanî açıdan direkt ve açık bir şekilde zarar vermeyecek her duygu ve düşünceye açık olmak daha anlamlıdır. Yoksa 12. yüzyıldan bu yana yaşanan zihinsel donukluk, duygusal durgunluk ve bu alanlardaki verimsizlik aynen devam edecek, yaşadıklarımız da tekerrür edecektir.

 


Yazı dizisinin dördüncü yazısı burada sona ermektedir. Serinin beşinci yazısı yarın internet sitemizde yayımlanacaktır.

1 ) Hucurat, 12

2 ) "Biz ayıp ve kusur araştırmaktan menedildik. Kendiliğinden bir kusur veya ayıp ortaya çıkarsa biz onun gereğini yaparız." (Ebu Davud, Edep, 37)