Hadis Metodolojisinin Bilimsel Olarak İncelenmesi | Tek Parça
Soru: İslam'da hadislerin güvenilirliğinin arttırılması için cerh ve tadil ilminin olduğundan bahsediliyor. Cerh tadil ilmi günümüzde batıda modern sosyal bilimler kapsamında kabul edilebilecek düzeyde bir metodolojiye sahip midir? Hadisler batılı tarihçiler tarafından kaynak olarak kabul edilmekte midir?
Cevap: Soruyu farklı alt başlıklarda izahlar yaparak yanıtlamaya çalışacağız.
Sosyal Bilimler ve Objektiflik Meselesi
Öncelikle belirtmeliyiz ki sosyal bilimlerde kimin neyi ne kadar kabul ettiği meselesi ideolojik, psikolojik ve öznel faktörlere çok fazla bağlıdır. Bu nedenle sosyal bilimlerin doğa bilimleri ile karşılaştırılmasının doğru olup olmadığı bilim camiasında uzun süredir önemli bir tartışma konusu olmuştur ve bu tartışma halen devam etmektedir. Diğer yandan sosyal bilimlerin araştırma nesnelerinin “insan” olması sosyal bilimleri pozitif bilimlerden farklı bir yere koymayı da gerektirir. O hâlde sonuç olarak diyebiliriz ki; sosyal bilimler (en azından pozitif bilimler kadar) objektif, ideolojilerden ve değer yargılarından bağımsız, birey üstü doğrulara/gerçeklere ulaşmada henüz yeterli bir alan değildir.
Bu meseleyi biraz daha açmamız gerekiyor: Hatırlanacağı üzere pek çok şey için o şeyi asıl keşfeden ile keşfedilen şeye ismini veren kişiler farklı olabilmektedir. Herhangi bir şeyi bir kişi ilk keşfettiğinde o ürün duyulmayabilir ve ünlenmeyebilir. Belirli bir zaman geçtikten sonra başka bir kişi o şeyi tekrar bulup kullanabilir ve kendisine mâl edebilir. Edison ve Tesla arasında yaşananlar bunun tipik bir örneğidir. Bunlardan Edison daha fazla reklam yapmış, kapitalist bir girişimci gibi davranmış, şahsını ve ürünlerini daha iyi pazarlamış, dolayısıyla kendisini piyasaya daha fazla kabullendirmiştir. Sonuç olarak da ismi daha ön planda olmuş, Tesla’dan daha çok tanınır ve bilinir hâle gelmiştir. Tesla ise yaptıkları oldukça güçlü ve etkili şeyler olmasına rağmen daha idealist, daha duygusal, realist dünyanın işleyişiyle ve kapitalist sistemin gerçekleriyle uyumsuz bir insandır. Bu nedenle (en azından kendi yaşadığı dönemde) Edison’dan daha az tanınmaktaydı.
Diğer yandan günümüzde pek karşılaşmadığımız ancak yakın geçmişte karşılaşabileceğimiz bir başka yaklaşımı da örnek olarak verelim: Sovyetler birliğinde “Proleter bilimi” adını verdikleri bir kavram vardır. Bu kavram kültür ve bilim alanında proleter/sosyalist düşüncelerin burjuva kültürü ve bilimine karşı zafer kazanana kadar devam edecek bir “savaş” demektir. Eğitim de buna göre düzenlenmiştir. Lisenko isimli bir Sovyet bilim adamı genetik kuralları keşfeden Menden ve kromozom mekanizmasını keşfeden Morgan’ın temellerini attığı genetik bilimini tamamıyla reddetti ve kendine özgü bir genetik disiplin oluşturmaya çalıştı. Kendi kurguladığı ve bilimsel yöntemler yerine ideolojik kaygılarla kurgulanmış bu görüşlere Stalin de politik destek sağladı. Sovyet tarımını modernleştirme ideali ile milyonlarca insan kolektif çiftliklerde Lisenko’nun görüşleri doğrultusunda çalışmaya başladılar. Ancak sonuç hüsrandı. Bu girişim geniş çaplı bir kıtlık ve milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlandı.
Benzeri bir tavrı bazı Müslüman entelektüellerde de görmek mümkündür. Seyit Hüseyin Nasr ve onun gibi düşünen bazı isimlerin “İslami bilim”, “İslam bilimi” gibi kavramları gündeme getirdikleri bilinmektedir. Bu bağlamda bilimsel olarak kanıtlanmış pek çok meseleye sırtını dönen bazı Müslümanları görmek de mümkündür.
Yine iktisat alanında çok önemli çalışmalar yapmış belli Müslüman iktisatçıların fikirlerine baktığımızda matematiksel olarak ispat edilmiş bazı meselelere dahi “İktisat Batılıların ürettiği bir bilimdir. Bu teorilerin bir kısmı İslami açıdan makul değil, uydurmadır.” denildiğini görebiliriz. İktisatçıların çıkarımlarını elbette tartışabiliriz ama matematiksel modellerle ulaşılan sonuçları dahi dine (daha doğrusu kendi dini anlayışlarına) aykırı bulanlar olabilmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Sosyal bilimler camiasında kimin neyi ne kadar referans kabul ettiği meselesi büyük oranda ideolojik ve tercihsel bir meseledir.
Dini İlimlerde Durum
Dini ilimlerde de durum çok farklı değildir. Örneğin Müslüman ilahiyatçıların çoğu bir hadis aramaları gerekince Batılı bir grup bilim adamının öncülüğünde hazırlanan Concordance et Indices de la Tradition Musulmane adlı programı kullanırlar. Concordance, bir Hadis kelime arama indeksidir. 1916 yılında beşi Müslüman diğerleri batılı altmış dört akademisyenin katkısıyla oluşturulmaya başlanmıştır. Projenin öncülüğünü ise Arent Jan Wensinck, Theodorus Willem Juynboll ve Josef Horovitz gibi isimler yapmıştır.
Müslüman ilahiyatçılar yeri geldiğinde oryantalistlere çok ağır eleştirilerde bulunurlar. Elbette oryantalistlerin yanlışları vardır ve bu yanlışlara değinmek gereklidir. Ancak bazı Müslüman ilahiyatçılar bu eleştirilerinde aşırıya kaçabilmektedirler. Burada asıl anlatmak istediğimiz ise, herhangi bir ilim dalında kimin neyi ne kadar ciddiye aldığı meselesinin özellikle de dini konularda oldukça belirsiz olduğudur.
Farklı bir örnekle devam edelim: Hıristiyan bir ailede Türkiye'de doğup büyümüş ancak artık yurtdışında yaşayan ve kendisini sonradan ateist olarak tanımlayan bir gayrimüslimin, bazı konularda İslam ve Hıristiyanlık aynı şeyi savunup aynı delili kullandığında, İslam’ın bu görüşü Hıristiyanlıktan aldığını iddia ettiğini görebiliyoruz. Oysa elindeki delil her iki din için eşit bir zemini işaret etmektedir ve bu kişi, tarafsız bir yaklaşım sergileyerek eşitliği kabul etmelidir. Ancak geçmişte Hıristiyan inançları doğrultusunda eğitim almış olması, ona bu bakış açısını daha doğruymuş gibi göstermektedir.
Hristiyanlık içindeki farklı yaklaşımlara baktığımızda, Amerikalı bir Protestan, Katolik kilisesinin bazı uygulamalarını farklı bulsa da, bu uygulamalara aşina olabilir. Ancak aynı Protestan için, Mısır’daki Kıptilerin ya da Etiyopya’daki Hristiyanların bazı ibadetleri yabancı ve hatta tuhaf gelebilir. BBC’nin geçmiş yıllarda hazırladığı bir belgeselde, Etiyopya Hristiyanlarının ibadetleri gösterilmektedir. Bu ibadetler arasında namaz benzeri bir uygulama da yer almaktadır. Etiyopya Hristiyanları, ibadet sırasında ayakta bir süre bekledikten sonra kısa bir rükû ve ardından secde yapmaktadırlar.
Belgeselde bu durum, “İsa’nın (as) havarisi bu ibadeti Etiyopyalılara öğretmiştir ve Müslümanlar bu uygulamayı görüp kendi dinlerine adapte etmişlerdir.” şeklinde yorumlanmıştır. Ancak bu iddia, öylesine yanlı ve temelsizdir ki bir Müslümana gülünç gelebilir. Zira bizler, secdenin İslam’a özgü bir ibadet olduğunu ve namazın tüm peygamberlerin öğretilerinde yer aldığını bilmekteyiz. Ne var ki belgesel yapımcıları, “Secde diye bir uygulama varmış ve Hz. İsa (as) da bunu öğretmiş. O hâlde Müslümanların dinindeki bu ibadet doğruymuş.” şeklinde bir çıkarımda bulunamamaktadırlar. Çünkü meseleyi taraflı bir bakış açısıyla ele almaktadırlar.
Evet bir dine inanmayan insanların bile o dinle ilgili bazı meseleleri kabul etmesinin delil olduğu yerler vardır. Fakat sayısal bilimlerde bile başkalarından gelenlere karşı temkinli veya önyargılı yaklaşmak olarak ifade edilebilecek bir tutum varken, sözel bilimlerde bilhassa insanların kendi varlık tanımları içerisinde gördükleri milliyet veya din gibi meselelerde bu önyargı fazlaca vardır denilebilir. “Ben kimim?” sorusunu da içererek, belli bir aidiyetin tanımlandığı bu tarz konuların ciddi duygusal ağırlığı vardır. O yüzden de tam manasıyla rasyonel veya objektif olmak, mutlak bir tarafsızlık bu tarz konularda daha zordur.
Kısacası, birilerinin bir meseleyi ne kadar kabul ettiğine çift yönlü olarak dikkat etmemiz gerekir. Bazen bizim çok saygı duyduğumuz ve kendisinden ilim aldığımız kimi insanlar, başka meselelerdeki bazı şeyleri reddetmek konusunda hızlı davranabilirler. Aslen delil olabilecek bazı meseleler de geçiştirilebilir. Kendileri başka alanların alimi olsalar da bu durum karşılaşabildiğimiz bir eksikliktir. İşin diğer yönünde ise, özellikle Batılı kimselerin İslam’a dair bazı meseleleri kabul etmekte zorlanmaları, o meselelere rasyonel yaklaşamamaları gibi durumlarla karşılaşabiliriz.
Hadis İlminde Cerh, Tadil ve İsnad
Her ne kadar soruda cerh ve tadilden bahsedilmiş olsa da, aslında hadis usulünün en temel meselesi isnat, yani senet meselesidir. Zira hadislerin güvenilirliği, doğrudan onların senetleriyle, yani rivayet zincirleriyle ölçülür.
Geleneksel hadis ilminde, bir hadisin yapısal iki temel öğesi vardır; senet ve metin. Senet, bir hadisi nakleden ravilerin adlarının yer aldığı zinciri ifade eder. Bu zincir, sözün kaynağını, Allah Resûlü’ne (sas) ait olup olmadığını belirlemede önemli bir işlev görür. Hadisin yazılı olduğu Buhari, Müslim gibi büyük hadis alimlerinin eserlerine kimlerin aracılığıyla ulaştığını senedinden öğrenebiliriz. Metin ise hadisin senet kısmı tamamlandıktan sonra gelen ve Efendimiz’in (sas) sözünü içeren bölümüdür. Genellikle "hadis" denildiğinde, çoğumuz bu metin kısmını anlarız ancak senet, metnin gerçekten Hz. Peygamber’e (sas) ait olup olmadığını anlamamızda en önemli yardımcıdır.
Cerh kelimesi, birini bir araçla ya da sözle yaralamak anlamına gelir. Hadis ilminde ise cerh, ravi zincirinde yer alan bir ravinin, hem şahsiyet olarak hem de rivayet ettiği hadisle ilgili olarak reddedilmesini gerektiren bir kusurla nitelendirildiği durumdur. Başka bir deyişle cerh, bir ravi hakkında yapılan eleştiridir.
Tadil ise, adalet anlamına gelen "adl" kelimesinden türetilmiş olup, doğru olduğuna kanaat getirilen şey, dürüstlük gibi anlamlara gelir. Hadis ilminde ise tadil kavramı ravi zincirinde yer alan bir raviyi ve rivayetini kabul etmeyi gerektirecek sıfatlarla nitelemek anlamına gelir.
Temelde, isnat veya senet meselesi, “Ben bu bilgiyi şu şahıstan aldım.” ifadesine dayanır. Bu anlayış, bilginin elde edilmesi ve nakli üzerine kurulu bir düzeni içerir. Meseleyi daha iyi anlamak adına “bilginin elde edilmesi ve nakli” konusunu biraz açalım:
Bilgi rivayetinde veya herhangi bir konuda verilen bilgilerin doğruluğuna dair dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki, bu husus birbiriyle çelişiyor gibi görünse de aslında birbirini tamamlayan iki gerçeği ifade eder. Bu durumu, bir makasın iki ucu gibi düşünmek mümkündür; her iki uç ters yönde hareket eder ve nihayetinde kesme işlevini yerine getirir. Bu örnekteki gibi, ilk bakışta birbirine zıt gibi görünen bir durum bilgi rivayeti konusunda söz konusu olabilir:
Bir taraftan, bize aktarılan bilgiler çoğunlukla gerçekliğe, somut bir olaya dayanır. Örneğin, "Su 100 derecede kaynar." demek, doğrudan çaydanlıkta kaynayan suyu ve termometreyle ölçülen bir sıcaklık gerçeğini işaret eder. Ya da "Fransa'nın başkenti Paris’tir." denildiğinde, bu ifade Fransa ile ilgili somut bir coğrafi gerçeği dile getirir. Diğer taraftan, bazen bir bilginin kaynağı, olayla doğrudan ilişkili olmayan bir aktarımdan ibaret olabilir. Mesela çocukken birinin şöyle dediğini duymuş olabilirsiniz: “Biliyor musun? Fransa'nın başkenti Brüksel’dir.” Bu bilgi zihninizde, "Birinin söylediğine göre, Fransa’nın başkenti Brüksel’dir." şeklinde yer etmelidir. Zira bu bilgi, birinin kişisel ifadesidir ve doğruyu yansıtmıyor olabilir. Aynı şekilde, başka bir kişi “Fransa'nın başkenti Paris’tir.” diyebilir. Bu durumda, başka bir görüşle karşılaşmış olursunuz ve bu bilgiyi de “Birinin dediğine göre, Fransa’nın başkenti Paris’tir.” şeklinde hatırlamanız gerekir.
Şimdi, biri "Fransa'nın başkenti Paris'miş." derken, diğeri "Fransa'nın başkenti Brüksel’miş." diyebilir. Bu iki ifade arasında bir çelişki vardır; biri doğru, diğeri yanlıştır. Ancak, "Fransa'nın başkenti Brüksel’dir." şeklindeki ifade ilk bakışta yanlış gibi görünse de tamamen saçma değildir. Çünkü Brüksel, Avrupa’da bir başkenttir ve Fransa ile coğrafi yakınlığı, siyasi ilişkileri ve diğer benzerlikleri göz önüne alındığında, bu bilginin altında da bir anlam vardır. Her iki şehir de Avrupa’dadır ve birbirine yakın ülkelere başkentlik yapmaktadırlar.
Bilgi ve Gerçeklik: İfade ile Eylem Arasındaki Fark
Konumuza dönecek olursak, bir ifadenin bir yönüyle gerçekliğe, somut bir hakikate işaret edebileceğini göz önünde bulundurmalıyız. Ancak aynı cümlenin yalnızca bir insanın görüşü veya nakli olduğunu ve dolayısıyla her zaman gerçekliğe dayanmadığını da unutmamalıyız. Örneğin, biri "Ben Türkiye'nin padişahıyım." dediğinde, bu ifade yalnızca bir iddiadır ve gerçeklikle ilgisi yoktur. Ancak, "Vahdettin, Osmanlı’nın padişahıydı." denildiğinde, bu ifade tarihi bir gerçeği yansıtan doğru bir beyandır.
Bu sebeple, bir şeyi okurken ya da dinlerken, hem ifade edilen bilgilerin gerçekliğe uygun olup olmadığını sorgulamalı, hem de bu bilgiyi aktaran kişinin niyetini ve konuştuğu bağlamı dikkate almalıyız. Örneğin, ekonomi dersinde bir öğretmen "Bir malın talebi artarsa, fiyatı artar." dediğinde, bu ifade öğrencinin zihninde sınavda yazması gereken bir bilgi olarak yer edinebilir. Ancak öğrenci gerçek hayatta bu bilgiyi, talep ve fiyat arasındaki ekonomik dinamiklerle her zaman örtüştüremeyebilir. Örneğin, yazın başında havaların ısınmasıyla insanlar klima almayı düşünmeye başladığında, klima talebi artabilir. Fakat derste bu meseleyi teorik olarak öğrenmiş öğrenciler, yazın taleplerin artması sonrasında klima fiyatlarının da artacağını hemen akıllarına getiremeyebilir.
Birçok insanın zihninde bilgiler, gerçeklikle derin bir bağ kurmadan, yalnızca yüzeysel bir şekilde yer alır. Örneğin, biri "Gıybet etmek zararlıdır." ifadesini duymuş ve öğrenmiş olabilir. Ancak bu bilgi, kişinin kendi yapacağı gıybetin ona zarar vereceği gerçeğiyle özdeşleşmemiştir. Bu durumda kişi sadece gerektiğinde, bir soru karşısında "Gıybet etmek zararlıdır." der ama bu bilgiyi hayatına yansıtmaz, davranışlarını şekillendirmede kullanmaz. Burada bahsettiğimiz şey insanların iradelerinin yetmemesi neticesinde gıybet alışkanlığını bırakamamaları değildir. Kişinin zihninde yer alan gıybetle ilgili bilgiyi hayatına hiç aksettirmemesi ve o bilgiyi davranışlarını şekillendirmede kullanmamasıdır. Gıybetin ne olduğu ile ilgili bilgiye sahip olmak başka, bunu hayata geçirmek ve kendini bundan uzak tutmak başka bir şeydir.
Bilgi ve Haberlere Eleştirel Bir Bakış
Bu noktada önemli bir ayrım yapılmalıdır: Bir ifade hem hakikate dayanabilir hem de yalnızca bir sözden ibaret olabilir. Örneğin, bir alimin yazdığı bir Kur’an tefsirini okurken şu soru gündeme gelebilir: "Bu tefsiri insanlar, Allah’ın sözlerini anlamak için mi okuyor, yoksa falanca âlimin bu konuda ne dediğini öğrenmek için mi?" Aslında, her iki amaç da çoğu zaman birlikte bulunur. Fakat eğer sadece "Seyyid Kutub şöyle demiş." ya da "Râzî böyle demiş." diyerek, Allah Teâlâ'nın muradını öğrenmeye çalışmadan bu metni okursanız, yalnızca bilgiyle doldurulmuş olursunuz. Ancak bu bilgi, hayatla ilgili bir karşılık bulmaz.
Diğer yandan, bir tefsir okurken veya bir dini sohbet dinlerken, her söylenenin doğrudan Allah’ın muradını ifade ettiğini kabul etmek de yanıltıcı olur. Çünkü herhangi bir insanın yorumu, Allah’ın muradını tam anlamıyla yansıtmayabilir. Örneğin, biri "Allah, insanların evlenmesini hoş karşılamaz." gibi bir ifade kullanabilir. Vaktiyle özellikle tasavvuf çevrelerinde, evliliğin insana ek sorumluluklar ve meşguliyetler yüklediği düşüncesiyle, bekarlığın sufiler için daha uygun olduğunu savunanlar olmuştur. Bu yorum kişinin kendi yorumudur ve döneminin, yaşadığı çevrenin şartlarıyla ilgili olabilir. Ancak hakikatle, realitenin tamamıyla bu yorumun bir ilgisi yoktur. Bu tür ifadeler, bir sohbet veya kitapta geçse dahi yalnızca bir kişinin zannına dayalı görüşlerdir ve Allah Teala’nın mutlak iradesini yansıtıyor gibi düşünülmemelidir.
Bu tür açmazlar yalnızca dini meselelerle sınırlı değildir; diğer bilgi alanlarında da benzer durumlar yaşanabilir. Örneğin, "Einstein, kuantum teorisini doğru bulmuyormuş." demek, kuantum teorisinin yanlış olduğunu kanıtlamaz. Bu ifade, yalnızca Einstein’ın kuantum teorisine dair kişisel görüşünü yansıtır. Aynı şekilde, "Einstein ışık üzerine bir deney yapmış ve fotonların hızdan bağımsız olduğunu ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak bu sonuç doğru değildir. Bu yüzden de Einstein’ın kafasındaki fikirler gerçekle ilgisi olmayan fikirlerdir." demek de doğru değildir.
Bu tür örnekler genişletilebilir. Nihayetinde, bize ulaşan her bilgiye ve habere eleştirel ve sorgulayıcı bir yaklaşım sergilemeli, onu gerçeklikle ilişkilendirme noktasında dikkatli olmalıyız. Bilgiyi kabul ederken olduğu gibi, reddederken de aynı titizliği göstermeliyiz.
Bu bağlamda, "Allah Resulü, insanlara karşı son derece şefkatliydi." cümlesi, bir haberdir. Aynı şekilde, "Allah Resulü çocuklara karşı sert davranır ve onları falakaya yatırırdı." ifadesi de bir haberdir. "Allah Resulü, kadınların dövülmesine izin vermiş ve bunu teşvik etmiştir." sözü de farklı bir haberi ifade eder. Bu üç örneği incelediğimizde, her birinin doğası farklıdır. İlk cümle, metinlerde açıkça bulunabileceğimiz ve anlam olarak da sıklıkla karşılaştığımız bir bilgiyi yansıtır. Hz. Peygamber (sas), etrafındaki insanlara ve tüm canlılara karşı son derece şefkatliydi. Dolayısıyla, bu ilk haber doğru bir haberdir.
İkinci haber ise tamamen uydurulmuş bir bilgidir. Efendimiz’in (sas) savaş gibi savunma gerektiren durumlar ya da halk sağlığını tehdit eden vakalar dışında hiçbir canlıya hiçbir şekilde şiddet uyguladığına dair elimizde bir delil yoktur. Bu ifade, gerçeği yansıtmayan bir anlatıdır.
Üçüncü haber ise, bir yönüyle gerçekliğe dayanan bir temele sahipken yanlış yorumlanmış ve bu gerçekliğin çarpıtıldığı bir ifadedir. Burada, doğru bir bilgiye dayanan bir cümle var ancak bu doğru bilgi yanlış bir şekilde yorumlanmış ve gerçeklikten sapmıştır.
Görüleceği üzere bu üç haberle bize ulaşan bilgilerin bir tanesi doğrudur ve doğru yorumlanmıştır. Bir tanesi direkt yanlış bilgi içermektedir. Bir tanesi de doğru bilgiye sahip olsa da yanlış yorumlanmıştır ve doğru bilginin çarpıtılmış hâlidir.
Senet İncelemesi ve Bilgi Aktarımında Güvenilirlik
Hadis ilminde temel hedef, rivayetlerin güvenilirliğini sağlamaktır. Rivayetlerin doğruluğunu tespit etmek için en önemli yöntemlerden biri senet incelemesidir. Şüphesiz, cerh ve ta’dil de büyük bir öneme sahiptir daha önemli olan, senedin sağlamlığıdır.
Bununla birlikte, senedin doğruluğunu teyit ederken, rivayetin bir başkası aracılığıyla bize ulaştığını daima göz önünde bulundurmak gerekir. “Peygamber Efendimiz (sas) bu sözü söylemiştir.” ifadesi elbette ki son derece kıymetlidir. Ancak bu sözün bize bir aktarıcı vasıtasıyla ulaştığını unutmamak da aynı derecede önem taşır. Zira bu, rivayetin yalnızca Hz. Peygamber’e (sas) değil, aynı zamanda onu aktaran kişinin anlama ve ifade kabiliyetine de dayandığını gösterir.
Örneğin, “Zührî’den rivayet edilen ‘Efendimiz (sas) buyurdu ki...’” şeklinde başlayan bir söz, bir bütün olarak Zührî’nin yorumu ve anlatımıdır. Bu noktada dikkat edilmesi gereken, Zührî’nin mana kaymasına yol açabilecek bir yanlış anlamaya düşmüş olma ihtimalidir. Bağlamı eksik ifade etmiş, hatta sözün asli manasını istemeden farklı bir tarza çevirmiş olabilir. Ancak yine de bu rivayetin, Hz. Peygamber’in (sas) sözlerinden biri olma potansiyeli taşıdığı gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Hasılı, bilginin kaynağını doğru tespit etmek ve aktarırken referansları eksiksiz bir şekilde sunmak, bu meselenin temelidir. Bir kişinin, “Ben gördüm.” demesiyle, “Ben göreni dinledim.” demesi arasında fark vardır. Doğrudan gözlem sahibi olmak başka, bir başkasının tanıklığını aktarmak ise bambaşka bir durumdur. Eğer doğrudan gördüğünüzü söylerseniz, mahkemede şahit konumuna yükselirsiniz.
Modern bilimde de bilgi aktarımına dair benzer bir hassasiyet göze çarpar. Bilimsel bir çalışmayı aktarırken, mutlaka doğru ve eksiksiz bir şekilde kaynak göstermek gereklidir. Kaynak göstermek, modern bilimin en temel dayanaklarından biridir. Eğer bir çalışmayı veya bilgiyi kaynağını belirtmeden paylaşacak olursanız, bu hem bilimsel etik açısından büyük bir kusur teşkil eder hem de sizi yanlış bilgi yayma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Dahası, paylaştığınız bilgi doğru bile olsa, kaynak eksikliği uzun vadede ciddi olumsuz sonuçlara yol açabilir.
Bir bilim insanının yaptığı bir deneyi ele alalım. Eğer bu deneyin sonuçlarını yayımlamışsa, bu konuda konuşurken mutlaka referans verilmelidir. Zira siz o alanın uzmanı değilseniz, deneyin bulgularını yanlış yorumlayabilir ve hatalı bir şekilde aktarabilirsiniz. Bilginin kaynağını ifade etmek ve o kişinin yaptığı çalışmayı referans vererek belirtmek gerekir. Ayrıca bu bilgi size başka bir kitap ya da makale aracılığıyla ulaşmışsa, o ara kaynağın da belirtilmesi doğru bilgi aktarımının temel şartıdır.
Sonuç olarak, ister dini ister bilimsel bilgi olsun, bu bilgilerin güvenilir kaynaklardan elde edilmesi ve aktarılırken kaynakların mutlaka doğru bir biçimde belirtilmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde hem bilgi kirliliğine neden olunur hem de insanların yanlış yönlendirilmesine zemin hazırlanır.
Bu farkın iyi anlaşılması oldukça önemlidir. Zira bilgiye, haberlere ve rivayetlere yaklaşırken bu tür ayrımları net bir şekilde görebilmek, doğruyu yanlıştan ayırt etmenin esas noktasıdır.
Senet ve Kaynak Gösterme Meselesi Üzerine
Hadis ilminde Senet-İsnat konusu aslında bir kaynak gösterme konusudur. Bu da Müslümanların geniş ve sistemli bir şekilde bulup geliştirdikleri, süreklilikle uyguladıkları bir yöntemdir.
“Müslümanların bulduğu…” derken kastettiğimiz şudur: Eski metinlerde de hatta bir hiyeroglif yazısında dahi “Bu bilgiyi şu kaynaktan aldım.” şeklinde açıklamalara rastlamak mümkündür. Ancak bu uygulama genellikle sistematik değildir.
Eski metinlerde, örneğin bir hiyeroglifte, bir papirüste ya da bir çivi yazısında, "Bu bilgiyi şu kaynaktan aldım." şeklinde bir açıklamaya rastlanabilir. Ancak bu tür açıklamalar, çoğu zaman sistematik bir düzene sahip değildir. Eski yazıların örnekleri incelendiğinde, bir papirüs parçası ya da çivi yazısı metninde, kimi zaman yazarın yasal bir zorunlulukla, kimi zaman da yazarın kendi inisiyatifiyle kaynak belirttiği görülür. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, "kaynak gösterme" uygulamasının o dönemde düzenli ve sistematik bir hâle gelmemiş olmasıdır.
Kaynak göstermenin sistematik hâle gelmesi Batı'da Aydınlanma Çağı'ndan sonra başlamıştır. Müslümanlar ise bu yöntemi çok daha erken bir dönemden başlayarak uzun bir süre boyunca kullanmışlardır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Müslümanların tamamı değil, belli bir grup bu yöntemi devam ettirmiştir. Günümüzde, ortalama bir dini anlatıcı — ister bir blog yazarı, ister gazete yazarı, ister bir vaiz ya da çeşitli sosyal medya platformlarında insanlara İslam’ı anlatan bir kişi — hadislere kaynak vermeden konuşma veya yazılarını sürdürebilmektedir. Sadece nadiren, konunun etkisini artırmak için kaynak verildiğini görebiliriz. Örneğin, bir kişi "Bu hadis Buhari'dedir." ya da "Bu hadis Müttefekun Aleyh’tir." diyebilir. Bazen de "Bu hadis Kütüb-i Sitte’nin beşinde geçiyor." ya da "Sahih bir hadistir" gibi açıklamalara rastlanabilir. Ancak burada asıl amacın, bilgiye kaynak sağlamak yerine sözün etkisini artırmak olduğunu söyleyebiliriz.
Bununla birlikte, özel bir dini eğitim almamış bir Müslüman da bir hadisin kaynağını sorgulama ihtiyacı hissedebilir. Örneğin, "Bu hadis hangi kitapta geçiyor?" diye araştırabilir ve bu süreçte en azından şu sonuca varabilir: "Bu hadis Buhari’de geçiyormuş." ya da "Google’da üç farklı kaynak araştırdım, bir bilgi bulamadım, dolayısıyla bu hadise güvenemiyorum." diyebilir. Günümüzde dini bilgiyle az da olsa ilgili bir insanın ilahiyatçı ya da imam hatip mezunu olmasa bile, bu tür bir değerlendirme yapabilecek durumda olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, bu tarz bir kaynak verme alışkanlığının oturduğunu ifade edebiliriz. Ekstra bir not olarak da, kaynak verme meselesinin ayetler söz konusu olduğunda hadislerden daha yaygın bir şekilde uygulandığı söylenilebilir.
Hadislerin senet kontrolü konusu başlı başına çarpıcı ve etkileyici bir meseledir. Hadislerin doğruluğunu kontrol etmek için geliştirilen yöntemler, tarih boyunca binlerce, hatta on binlerce kişi tarafından büyük bir ciddiyetle uygulanmıştır. Hadisler çeşitli derlemelerle yeniden düzenlenmiş, farklı şekillerde sınıflandırılmış ve bugün elimizdeki hale getirilmiştir.
Bu süreçte örneğin İmam Nevevi’nin Riyazü’s-Salihin’i ya da Gümüşhanevi’nin Râmûzü’l-eḥâdîs’i gibi kaynaklar, hadislerin toplanıp sistematik bir şekilde düzenlenmesinde önemli rol oynamıştır. Alfabetik sıralama, konuya göre düzenleme gibi farklı metotlarla hadislerin sınıflandırılması, kaynakların takip edilmesini kolaylaştırmıştır.
Evet, bundan sonrasında esas meseleye gelebiliriz. Daha önce de söylemiştik, asıl vurgulamak istediğimiz konu “senet” meselesidir. Yani bir bilgi aktarılırken kaynağının tam olarak belirtilmesi ve o bilginin bir silsile içinde nereden geldiğinin ifade edilmesidir. Bu durumun kendine has ciddi bir önemi ve güzelliği vardır.
Örneğin, günümüzde "Gençler İçin Bilim" adlı bir kitabın 158. sayfasında "Esas merkez Güneş değildir." gibi bir ifadenin bulunduğunu varsayalım. Bu ifadenin o kitabın 158. sayfasında geçtiğini ifade etmek, o bilgiyi tam manasıyla kaynağından aktarmak anlamına gelmez. Çünkü o kitabın kaynağını belirtmek, yalnızca bir ara bağlantıyı gösterir; ancak bu ifadenin dayandığı orijinal makale, bu makalenin hangi araştırmalara ve deneylere dayandığı gibi unsurlar, hala belirsizdir. Bu zincirin tamamının aktarılmadığı görülür. İşte senet yönteminin sağladığı üstünlük ve incelik bu noktada ortaya çıkar. Mesela, üniversiteler için yazılmış bir fizik kitabındaki bir bilgiyi, kaynağını mükemmel bir şekilde açıklayarak şu şekilde aktarabiliriz: "Bu bilgi, şu makaleden alınmıştır; o makale, şu dergide yayımlanmış olup, bu dergi, MIT'deki bir araştırmacının gerçekleştirdiği şu deneylere dayanmaktadır." Eğer bu zinciri baştan sona eksiksiz bir şekilde aktarabiliyorsak, işte o zaman, bir senet gibi sağlam ve güvenilir bir kaynak aktarımı yapmış oluruz.
Hadislerdeki senet sisteminin güzelliği de budur. Her bir bilgi, bir kişiden diğerine, ardından bir başkasına aktarılır ve bu silsile korunur. Bugün bu yöntemin benzerine, özellikle sözel aktarımlarda, ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu görüyoruz. Örneğin, bir sohbet sırasında birisi, "Gavs şöyle söylemiş." diyor. Peki, bu bilgi nereden gelmiş? “Amcam Gavs'ı ziyaret etmiş, orada duymuş.” Ancak amcanız bu bilgiyi gerçekten Gavs'tan mı duydu yoksa bir başkasından mı? Eğer bu silsileyi doğru anlayıp aktaramazsak, bilgi güvenilirliğini kaybeder. Burada "Gavs" örneğini genel bir anlamda kullandık; herhangi bir şeyhi, mürşidi veya hocayı da örnek gösterebiliriz.
Konuyu tekrar toparlayacak olursak, senet meselesinin güzelliği, bir bilginin kaynağını ve silsilesini en baştan itibaren doğru şekilde aktarabilme imkânı sunmasıdır. Bu, günümüzde de çok önemli olsa da sözel meselelerde kaynak istemek/vermek artık çok zorlaşmış durumdadır. Maalesef, insanlara "Bu bilgiyi nereden duydunuz?" diye sormak çoğu zaman yanlış anlaşılır. Ancak çok zeki, dikkatli ve kibirden uzak insanlara bu tarz sorular sorulabilir. Bazı insanlar hemen alınır ve "Beni itham mı ediyorsun?" diyebilirler. Halbuki bu soruyu sormanın amacı, bilginin kaynağını netleştirmektir.
Ayrıca bu durum günlük hayatta da karşımıza çıkar. Mesela belli bir tefsir dersine giden bir arkadaşınız Kuran’a dair bir bilgiyi paylaştığında, siz doğal olarak bu bilgiyi tefsir hocasından duyduğunu varsayabilirsiniz. Ancak bu kişi, o bilgiyi başka bir kaynaktan okumuş da olabilir. Bu yüzden bilginin kaynağını netleştirmek önemlidir.
Cerh ve Tadil
Cerh ve tadil konusuna gelirsek: Bu kavramlar aslında eleştiri ve doğrulama süreçlerini ifade eder. Örneğin, internette bir haber gördüğünüzde, haberin doğruluğunu değerlendirmek için hangi kaynaktan geldiğine bakarsınız. Twitter'daki rastgele bir hesaptan gördüğünüz bir haberle, bir valinin resmi hesabından ya da televizyon kanallarından duyduğunuz bir haberin güvenilirliği aynı değildir. Bu, sizin kaynağa olan güveninizle ilgilidir. Resmi bir açıklamaya kadar beklemek veya haberi daha güvenilir kaynaklardan kontrol etmek, aslında bir tür cerh ve tadil yapmaktır.
Bu güven konusunu düşünürken arkadaşlar arasında da benzer değerlendirmeler yapılır. Örneğin bir kişi "O adamı pek ciddiye alma, çünkü dini konuları pek bilmez; ama şu kişi söylediği zaman doğrudur, çünkü o bilgili bir arkadaştır." diyebilir. Bu tarz değerlendirmeler yaparken, aslında cerh ve tadil dediğimiz şeyle uğraşıyorsunuz demektir. Cerh, yaralama ya da itham etme anlamına gelir; tadil ise düzeltme ve doğrulama anlamındadır. Bir şeyin sağlamasını yaptığınızda, aslında bu iki işlemi kullanıyorsunuz demektir.
Denersiniz, test edersiniz. Mesela bir demiri kırmaya çalışırsınız; eğer kırılmıyorsa sağlamdır, kırılıyorsa ya da bükülüyorsa ona göre sağlamlık derecesini belirlersiniz. Aynı şekilde, arabaların çarpışma testleri yapılır ve sağlamlık derecelerine göre notlar verilir. İnsanlar için de bu durum farklı değildir.
Cerh ve tadil kavramları bu mantığa dayanır. "Biz bu adama güvenebilir miyiz?" diye sorgularsınız. Ya da daha spesifik olarak, "Bu kişinin bu konudaki sözüne güvenebilir miyiz?" sorusunu sorarsınız. En genel anlamda, "Bu kişiye güvenebilir miyiz?" değerlendirmesi yapılır ve buna göre o kişilerin rivayet ettiği hadislerin güvenilir olup olmadığına dair yorumlarda bulunulur.
Cerh ve Tadil İlminde Değerlendirme Kriterleri
Cerh ve tadil ilminde hadis alimleri ravileri incelemişlerdir. Bu incelemede ravilerin kişilik ve hafıza durumları dikkate alınmıştır. Kişilik konusundaki problemler “adalet”, hafıza ile ilgili sorunlar da “zabt” adı altında ele alınmıştır. Adaletle ilgili ravide bulunan kusurlar yalancılık, yalancılıkla suçlanma, fısk, bidat ve cehalet olarak beş kategoriye ayrılmıştır.
Yalancılık, ravinin Efendimiz (sas) adına hadis uydurmasıdır. Yalancılıkla itham ise ravinin hadis rivayetinde değil günlük hayatında yalan söylemesidir. Böyle bir insanın hadis rivayet ederken de yalan söyleyebileceği ihtimali üzerinde durulur. Fısk, dinin emir ve yasaklarına itaat etme konusunda titiz olmamak, emir ve yasakların dışına çıkmak, büyük günah işlemek veya küçük günahlarda ısrar etmektir. Fasık olan ravilerin rivayetleri metruk sayılır. Bidat de ravinin bid’at ehlinden olmasıdır. Bu durumda ravinin bid’at propagandacısı olup olmadığına bakılır. Bid’atleri yaymaya çalışan birisi değilse rivayetleri kabul edilebilir ancak bir propagandacı ise rivayetleri reddedilir. Cehalet ise ravinin hadis rivayetine ehil birisi olup olmadığını ifade eder. Bir ravide cehalet var ise bu ravi “meçhul” olarak nitelenir. Rivayeti de “mübhem” kabul edilir.
Zabt ile ilgili kusurlar da beş sınıfa ayrılmıştır. Bunlar; çok yanılma, gaflet, vehim, sika olan raviye muhalefet ve hafıza bozukluğudur. Rivayetlerinde çokça yanılan, sürekli hata yapanların rivayetleri reddedilir. Böyle bir ravinin rivayet ettiği hadis “münker” olarak adlandırılır. Gaflet ise dikkatsizliktir. Ravinin dikkatsiz biri olması veya rivayet esnasında gaflete kapılarak hata yapması rivayetin reddini getirir. Vehim ise ravinin rivayet kaidelerini bilmemesi, yanlış olan bir hadisi doğru olduğu zannıyla ve yanlış bir şekilde rivayet etmesidir. Sikâ yani güvenilir olan bir raviye muhalefet ise bir ravinin kesinlikle güvenilir ve sağlam bir ravinin rivayetine aykırı olan bir hadis rivayet etmesidir. Son olarak hafıza bozukluğu da bir ravinin hafızasında yahut bilişsel yeteneklerinde meydana gelen eksiklikler nedeniyle çokça hata yapmasıdır. Hafıza bozukluğu bir ravide sürekli bir şekilde bulunuyorsa o ravinin tüm rivayetleri terk edilir. Ancak yaşlılık, hastalık, kitaplarının kaybı gibi sonradan ortaya çıkan kusurlar var ise ravinin o kusurdan önceki rivayetleri kabul edilebilir.
Ek olarak bir ravinin rivayet ettiği hadisleri tam anlamış olması da önemli sayılmıştır. Örneğin ravi genel olarak hadis metinlerini doğru bir şekilde hatırlıyor olabilir ancak ravilerin (hadisi aktaran kişilerin) sırasını karıştırıyor olabilir. Ya da metni doğru hatırlamasına rağmen bazı kelimeleri kendi anladığı şekilde değiştirmiş olabilir. Mesela, metni aktarırken, “Bu hoş değildir.” ifadesini “Bu haramdır.” şeklinde yorumlamış olabilir. Burada, o kişinin kelimeyi doğru anlayıp anlamadığı da incelenir. Çünkü ravi kelimeyi doğru hatırlıyor ama anlamını bilmediği için yanlış bir bağlamda kullanıyor olabilir. Bu durumda şöyle bir değerlendirme yapılır: Kişinin hafızası iyidir ancak fıkıh bilgisi yeterli olmadığı için kendi anlayışına göre yorumlar yapmıştır. Bu gibi durumlar, onun nakil yapma konusundaki güvenilirliğini etkileyebilir.
Bir diğer önemli nokta, ravinin naklettiği hadisleri veya olayları bizzat yaşayan diğer insanlarla veya hadis aldığı kişilerle aynı dönemde yaşayıp yaşamadığının incelenmesidir. Örneğin, Hicri 123 ile 125 yılları arasında hem ravi hem de hadis aldığı kişi Şam’da bulunmuş mudur? Hatta aynı camide hadis derslerine katılmış olduklarına dair elimizde bir kanıt var mıdır? Elimizde bu konuda direkt kanıt olacak bir kayıt olmasa da başkalarının aktarımlarından elde edilen bilgileri kontrol ederek çıkarımlarda bulunulmuştur. Bu durumda şöyle bir sonuç ortaya çıkar: Bu kişi, hadis öğrendiğini iddia ettiği kaynaktan gerçekten hadis öğrenmiş olabilir; çünkü zaman, mekân ve diğer koşullar birbirini desteklemektedir.
Ancak bu kriterler tek başına yeterli bulunmamış ve başka yöntemlerle de ravilerin güvenilirliği sorgulanmıştır. Örneğin, bir ravi birinden hadis aldığını söylüyorsa, bu hadisleri başkalarına nakletmiş midir? Eğer o kişiden hadis öğrendiğini iddia ediyor ama sadece tek bir hadis nakletmişse, bu durum şüphe uyandırabilir. Şöyle düşünülebilir: Eğer gerçekten ondan hadis öğrenmişse, neden daha fazla hadis nakletmedi? Bu gibi sorular, güvenilirlik değerlendirmesinin bir parçasıdır. Bu noktada farklı çerçevede değerlendirilebilecek onlarca kriterden bahsedebiliriz.
Tüm bu örnekler, genel anlamda “cerh ve tadil” dediğimiz, bir kişinin güvenilirliğini detaylı bir şekilde inceleme sürecidir. Bu sadece hadis rivayetlerinde değil, genel olarak bir insanın verdiği bilgilerin doğruluğunu anlamak için de yapılabilecek bir çalışmadır. Örneğin, bir bilim insanı düşünelim. Bu kişi, doçentlik döneminde son derece tarafsız ve doğru çalışmalar yapmış olabilir. Ancak profesör olduktan sonra, bir çikolata şirketinden destek alıp o şirketin etkisi altında kalarak, çikolatanın diyabete zararlı olmadığını savunmaya başlamış olabilir. Bu durumda bahsi geçen profesörün o tarihten sonraki çalışmalarının güvenilirliği sorgulanır. Bazı bilim insanları için yapılmış benzer yorumların olduğu görülebilir.
Cerh ve tadil son derece derin ve detaylı bir disiplindir. Bu yöntem, oldukça detaylı ve derinlikli bir şekilde ele alınır.
Peki, cerh ve ta'dilin amacı nedir? Esas mesele, hadislerin senetlerini incelemek ve bunların güvenilirliğini sorgulamaktır. Ancak bu süreçte değerlendirilen verilerin ne kadar güçlü, anlamlı ve güvenilir olduğunu belirlemek de önemlidir. Bunu da cerh ve ta’dil yoluyla yapabiliriz.
Örneğin, kitaplık satan bir firma düşünelim. Bu firmanın yedi farklı ürünü vardır ve ürünlerin altısının boyutu 57 santimetre olarak belirtilmiştir. İçlerinden sadece bir tanesi için 75 santimetre olduğu ifade edilmiştir. Şimdi, bu 75 santimetrelik ölçüye ne kadar güvenebilirsiniz? Burada bir yazım hatası yapılıp, beş ve yedinin yerlerinin karıştırılmış olması son derece kuvvetli bir ihtimaldir. Bunun üzerine düşündüğünüzde, güvenilirlik konusundaki sorgulamalarınızın cerh ve ta'dil metodolojisiyle benzer olduğunu fark edebilirsiniz.
Aynı şekilde, hadis metinleri ve senetlerinde de benzer durumlarla karşılaşılabilir. Örneğin, Sahih-i Buhari'de geçen bir rivayette "Übey bin Halef" isminin bir yerde "Ümeyye bin Halef" olarak geçtiğini biliyoruz. Bu, tamamen insani bir hata veya yazım yanlışı gibi görünüyor. Übey ve Ümeyye gibi benzer isimlerin karışması oldukça normaldir. Bu tür hatalar gözden kaçabilir. Böyle bir durumda, rivayet zincirini dikkatle inceleyerek meselenin doğruluğunu teyit etmeye çalışırız. Tek bir yerde bu isim farklılığının görülmesi, o noktada bir hata yapıldığını anlamamıza yardımcı olur.
Rical İlmi
Rical İlmi, cerh ve ta’dil kadar önemli, hatta bu iki disiplini anlamak için bir altyapı görevi gören vazgeçilmez bir alandır. Literatürde "Ricalü’l-Hadis" olarak da bilinen bu ilim, hadis ilminde ravileri ve onların güvenilirlik derecelerini belirlemek için geniş bir çerçeve sunar.
Rical kelimesi, erkek veya kadın fark etmeksizin, belirleyici bir özelliği tam anlamıyla temsil eden olgun bir insanı ifade eder. Bu disipline “Rical İlmi” adı verilmesinin nedeni, hadis ravilerini, yani hadis nakletme yetkinliğine sahip kişileri inceleme konusu yapmasıdır. Dolayısıyla Rical İlmi, hadis ravilerinin hadis rivayet etmeye ehil olup olmadıklarını belirlemek için geliştirilen yöntemleri içerir ve bu ravilerle ilgili derlenmiş her türlü bilgiye ulaşmayı hedefler.
Son olarak “Hadis Ricali” denilince bir hadisin senet zincirinde yer alan isimlerin kastedildiğini de bilmek gerekir.
Ayrıca, “Hadis Ricali” denildiğinde, bir hadisin senet zincirinde yer alan isimlerin kastedildiğini bilmek gerekir. Bu isimler, hadisin doğruluğunu ve kaynağını anlamak için hayati bir öneme sahiptir.
Ali bin Medînî gibi önemli hadis alimleri, bu alanı iki temel bölüme ayırmıştır: Birincisi, hadisin metnini anlamak; ikincisi ise hadis ricalini tanımaktır.
Rical İlmi'nin ortaya çıkışı, İslam tarihindeki önemli toplumsal ve siyasi değişimlerle bağlantılıdır. Hz. Osman’ın (ra) şehit edilmesiyle başlayan kargaşa dönemi, toplumda güven duygusunun zedelenmesine yol açmıştır. Hicri birinci yüzyılın sonlarına doğru sahabenin çoğunluğunun vefat etmesi ve tabiin neslinin hadisleri devralmasıyla, siyasi ve ideolojik saiklerle hadis uydurma faaliyetleri başlamıştır. Bu durum, Peygamber Efendimiz’den (sas) bir söz nakleden kişiye, bu bilgiyi kimden duyduğunun sorulmasını zorunlu hâle getirmiştir.
Sahabe, hadis nakli konusunda zaten son derece titizdi. Tabiin döneminde isnat sorgulaması yaygınlaşmıştı. Daha sonraları ise isnat konusu sistematik bir boyut kazanmıştı. Bu dönemde, hadis rivayet eden kişilere dair kapsamlı kayıtlar tutulmaya başlanmış ve bu bilgiler zamanla kitaplaştırılmıştır. İşte bu çalışmaların bir ürünü olarak Rical kitapları ortaya çıkmıştır.
Rical ilmiyle ilgili eserler genellikle şu konuları ele alır:
- Bir ravinin nerede ve ne zaman doğduğu, adı, baba adı, künyesi, soyu ve lakabı,
- Yaptığı yolculuklar, yaşadığı beldeler, kimlerle nerelerde görüştüğü, hangi hocalardan ders aldığı ve bu hocalardan hangi rivayetleri elde ettiği, hadisleri aktardığı talebeler,
- Hafıza durumu: Hastalık, yaşlılık veya başka nedenlerle hafızasında bir kusur olup olmadığı, bu kusurun hangi tarihten itibaren başladığı ve rahatsızlığından sonra naklettiği rivayetler,
- Nerede, ne zaman vefat ettiği ve nereye defnedildiği,
- Hakkında yapılan şahitlikler ve güvenilirliğiyle ilgili yorumlar,
- Yazdığı eserler,
- Genel ahlakı, toplumdaki saygınlığı ve hangi özellikleriyle tanındığı,
- İbadet ve taatine dikkat edip etmediği, günahlara karşı ciddi mi yoksa lakayt mı olduğu.
Rical eserleri temelde birer biyografi kitabıdır. Bir hadisin cerh ve tadilinde başvurulan en önemli kaynakları bu eserler oluşturur. Bu yüzden sadece İslam âlimleri değil, Batılı araştırmacılar da İslami ilimlerle ilgili çalışmalarında bu eserlerden faydalanmıştır.
Oryantalistlerin Hadis İlmine Bakışı
Oryantalistlerin İslami ilimlere yönelik yaklaşımlarında genellikle bir kafa karışıklığı göze çarpar. Bazılarının yazılarını okurken sanki hiç kaliteli ve donanımlı insanlarla karşılaşmamış oldukları izlenimine kapılabilirsiniz.
Oryantalistlerin analizlerinde ilk göze çarpan şey, Efendimiz’in (sas) sözlerini ve yaşamını anlamakta zorlandıklarıdır.
Efendimiz’in (sas) sözleri öyle bir mucize ve keramet barındırır ki, bunları okuduğunuzda, sanki o sözler ondan 500, 1000 ya da 1200 yıl sonra yaşamış bir insan tarafından, olayların sonuçları göz önünde bulundurularak söylenmiş gibidir.
Bunu şöyle düşünebilirsiniz: Bir kişi, yüksek bir tepeden bakarken ya da bir teleskop, mikroskop veya bir ölçüm cihazıyla bir şeyi incelerken, başkalarının göremediklerini daha önce ve daha iyi görür. Aynı şekilde, bir insan bir meseleyi anlatırken, dinleyenler arasında konuyu hızla kavrayabilenler olur. Bu tarz durumlar, Efendimiz'in (sas) sahip olduğu yüce özelliklerle birleşir. Ancak şunu unutmamalıyız: Onun sahip olduğu bu özelliklerin "zekâ" gibi sınırlı kavramlarla ifade edilmesi bir eksikliktir. O, vahye muhatap olan bir peygamberdir. Allah’ın verdiği istidadı kendisi dosdoğru kullanmış, üzerine vahyin bereketi, onun üzerine ibadet ve duanın getirdiği nuraniyet, bunun da üzerine insanlar için hakikaten dertlenip onların problemlerini tam çözmek istemesi, tüm bunların üzerine fetânet (Peygamber mantığı) diyebileceğimiz müthiş bir zekanın da eklenmesiyle Efendimiz’in (sas) çağları aşan harikulade mesajları ortaya çıkmıştır.
Evet, Efendimiz’in (sas) muhteşem bir zekâ ve hikmet sahibi olduğunu söylemek doğru olur ancak bu sıradan bir zekâ kavramıyla ifade edilemez. O’nu Newton gibi bir bilim insanıyla ya da günümüzdeki sıradan bir liderle karşılaştırmak mümkün değildir. Bu nedenle, O’na sadece "zeki" demek, O'nun fetanetini ve vahiy rehberliğinde hareket eden yönünü ifade etmede eksik kalacaktır.
Efendimiz’i (sas) anlamaya çalışan Batılı müsteşriklerin bakış açılarına odaklandığımızda, farklı çağlarda O'na dair çok sayıda yanlış ve çarpık yorumlarda bulunduklarını görüyoruz. Bazıları, O'nu sadece kişisel hırslarını tatmin etmek için peygamberlik iddiasında bulunan bir lider olarak tanımlamışlardır. Bu çarpık bakış açısı, o dönemki Avrupa'da Arapları barbar ve cahil bir toplum olarak gören yaygın önyargılarla beslenmiştir.
1700'lü yıllarda Aydınlanma Çağı'nın başlamasıyla birlikte birtakım değişimler olmuş ve İslam'a dair bazı meseleler daha farklı bir perspektifle ele alınmaya başlanmıştır. Bu dönemden önce ise İslam ve Efendimiz (sas) hakkındaki genel algı Peygamberimizin Hristiyanlık eğitimi aldığı hatta rahip olduğu, İslam’ın da Hristiyanlığın sapkın bir mezhebi olarak ortaya çıktığı şeklindedir. Bu düşünce, özellikle Batı'da yaygın bir söylem hâlini almıştı. Bu şekilde Efendimiz’in (sas) o harika öğretilerini ve yakaladığı başarıları da Hristiyanlık temeline bağlamış oluyorlardı.
Bir örnek olarak, sosyal medyada şu iddia meşhur olmuştu: "Muhammed (sas) tüccar olduğu için sık sık seyahat ediyor ve kervansaraylarda konaklıyordu. İnsanlarla iletişim kurmayı seviyor, Hristiyanlardan duyduğu şeyleri alıyor ve aktarıyordu." Ancak bu anlatı, o dönemin tarihsel gerçekleriyle açıkça çelişmektedir. Kervansaraylar o zamanlar henüz yaygın değildir. Çöl şartları böyle bir yapıya pek elverişli değildir. Ayrıca "kervansaray" kavramı, daha çok Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait bir terminolojidir ve o dönemki Arap yarımadasında böyle bir isimlendirme kullanılmamaktadır. Bu tür anlatılar, gerçeklikten ziyade Batı’nın Doğu’ya dair eksik bilgi ve varsayımlarından kaynaklanıyordu.
Bu iddiaların altında yatan bir diğer sebep ise Tevrat ve İncil ile Kur'an’ı karşılaştıran insanların, iki metin arasında bazı benzerlikler görmesi ve bu benzerlikleri yanlış yorumlamasıydı. Örneğin, İncil ve Tevrat’ı okuduktan sonra Kur'an’ı okuyan bir kişi, "Bu hikayeler buradan alınmış olabilir." diyebilir. Ancak Kur'an’daki anlatılar, çok daha rafine ve güzel bir üslupla, derli toplu bir biçimde aktarılmıştır. Bu da insanları, "Hazreti Muhammed (sas), duyduğu hikayeleri almış, kendi yorumu ve ifadeleriyle daha güzel bir şekilde anlatmış." gibi yanlış bir düşünceye sevk ediyordu.
Aydınlanma Çağı ile birlikte, İslam’ın esasını daha doğru aktarma çabaları başladı. Kur'an tercümeleri, Peygamber Efendimiz’in hayatını konu alan eserler gibi çalışmalar Batıda yaygınlaşmaya başladı. Ancak bu dönemde de Aydınlanmanın getirdiği ateizm akımı etkili oldu. Bu, vahiy kavramını tamamen reddetme eğilimini beraberinde getirdi. Artık müsteşrikler (Doğu bilimciler) nazarında Hazreti Muhammed, Hazreti İsa veya Hazreti Musa gibi peygamberler "mit uyduran insanlar" olarak değerlendiriliyordu. Hatta bazıları daha da ileri giderek, "Musa gibi biri hiç yaşamamıştı; sonra gelenler böyle bir figür uydurmuşlardı." diyordu.
Burada bir dipnot düşmek gerekirse, bazı sözel bilim dallarıyla ilgilenen insanların ortalama zekâ seviyesinin sayısal bilimlerle ilgilenenlere göre biraz daha aşağıda olduğu söylenebilir. Sözel bilimlerde de dâhiler elbette vardır ancak bazen bu alanlarda çalışanların yetenek seviyesi diğer alanlara göre daha düşük olabilmektedir. Mesela sosyoloji, psikoloji ya da İslamiyat (İslam çalışmaları) gibi alanlara bazen, "başka şey beceremeyenler" diyebileceğimiz isimler yönelebilmektedir. Çünkü bu alanlarda, temel bilimlerde olduğu gibi sıkı bir matematiksel veya fiziksel öğrenme disiplini gerekmemektedir. Daha parlak zihinlerin sosyal bilimlerle daha az ilgilenmesi nedeniyle de özellikle “bilimsel” anlamda bazı sorunlar yaşanmıştır.
Örnek olarak şu soruyu ele alabiliriz:
"Efendimiz (sas), bir tıp uzmanı olmadığı hâlde tıbbi konularda bir şey söylediğinde, bu durum O’nun peygamberliğini nasıl etkiler?"
Bu soruya şu şekilde cevap veren kişiler vardır:
"Efendimiz bir peygamberdir; O’nun tıbba dair söylediklerini değil, nübüvvetle ilgili rivayetlerini esas almalıyız. Tıbbi konularda yanılmış olabilir, çünkü O bir hekim değildir. Bu durum, O’nun peygamberliğini sorgulanır hâle getirmez."
Bu yaklaşımda dikkat çeken sorun, tıbbi konuların önemine ve bu alandaki hadislerin suistimal edilme ihtimaline yeterince vurgu yapılmamasıdır. Tıp gibi teknik bir konuda hadis uydurmak daha kolaydır ve bu durum insanların zihinlerinde kafa karışıklığına yol açabilir. Bu endişe doğrultusunda böyle bir cevap verilmiş olduğu düşünülebilir. Ancak doğru yöntem, Peygamber Efendimiz’e (sas) isnat edilen tıbbi hadislerin titizlikle incelenip doğru ile yanlışı ayırmaya yönelik bir çaba harcamaktır.
Yukarıdaki cevapta metodolojik bir eksiklik olsa da bu yaklaşımın, Allah Resulü’ne (sas) duyulan saygının bir yansıması olduğunu görebiliriz. Bu kişi, şöyle bir fikri ifade etmeye çalışmıştır:
"Bir peygamberin her konuda uzman olması gerekmez. Efendimiz’in tıbbi bilgi alanındaki eksiklikleri, O’nun rehberlik misyonunu ve peygamberlik sıfatını asla gölgeleyemez."
Bu tür bir düşüncenin arkasında, Efendimiz’e (sas) duyulan derin hürmet vardır. Tıpla ilgili Efendimiz’e (sas) dayandırılan ancak aslında yanlış olan bazı meseleler ve uydurulmuş hadisler vardır. Bu kişi o meselelerin veya hadis olarak bilinen sözlerin yanlış olduğunu kendi tıp bilgisiyle bilmektedir. Bu nedenle, Allah Resulü hakkında saygısızlıkta bulunmamak için bu tarz bir yola gitmiştir. Çünkü tutarlı bir duruş sergilemek isteyen bir kişi, bu bağlamda iki temel yaklaşım benimseyebilir:
1) Efendimiz’in (sas) vahiy almadığını veya doğruyu söylemediğini (haşa) iddia etmek.
2) Efendimiz’in (sas) vahiy aldığını, ancak bu vahyin daha çok uhrevi meselelerle ilgili olduğunu, dünyevi detayların ise O’nun kendi insani tecrübelerine dayandığını kabul etmek.
Yanlış mantık yürütme sonucu yapılmış hatalı çıkarımlara bir örnek daha verelim: Tarihte şu iddiayı öne sürmüş kimselere rastlarız: “Allah Teâlâ geleceği bilmez.” Bunun gerekçesini ise şöyle açıklamışlardır: “Eğer Allah geleceği bilseydi, kullar farklı bir seçim yapamazdı ve bu durumda imtihan sırrı ortadan kalkardı. Ancak Allah’ın zalim olmadığını biliyoruz. İnsanın özgür iradesiyle seçim yaptığını biliyoruz. O zaman Allah geleceği bilmiyor.”
Bu mantık, yanlış bir çıkarımdan ibarettir ve esasında Allah’a karşı saygısızlık yapmamak için girilen bir düşüncedir. Bu iddianın sahibi, Allah’ın zalim olmadığını ifade etmeye çalışmaktadır. Ancak bu tür yanlışlıkların kaynağı, bazen yetersiz bilgi veya eksik akıl yürütmeden kaynaklanır. Bu örneği, Allah’a karşı saygılı olmak isterken yanlış bir yorumun nasıl ortaya çıkabileceğini göstermek için ele aldık.
Hadislere “Bilimsel” Bakış Açısı ve Goldziher Örneği
Hadislere yönelik yanlış bakış açıları ve hatalı akıl yürütmelere bir örnek olarak, oryantalist Ignaz Goldziher’in görüşlerini ele alabiliriz.
Goldziher, Oryantalizmin öncü isimlerinden biri olarak, İslami ilimlere dair düşünceleriyle oryantalistlerin bakış açılarının şekillenmesinde etkili olmuştur. Hadisler konusundaki temel görüşü şu şekilde özetlenebilir: “Hadisler, İslam’ın ilk iki yüzyılında yaşanan dini, tarihi ve toplumsal gelişmelerin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle hadisler, İslam’ın başlangıcıyla değil, sonraki dönemlerdeki gelişim süreciyle ilgilidir.”1
Goldziher, bu yaklaşımıyla İslam’ın ilk döneminde “hadis” kavramının aslında var olmadığını iddia eder. Ona göre, bugün hadis kitaplarında yer alan metinler, Hz. Muhammed (sas) ile doğrudan bir bağlantıya sahip değildir. Bu metinler, İslam’ın birkaç yüzyıl süren oluşum ve sistemleşme sürecinde toplumsal ve siyasal ihtiyaçlar doğrultusunda uydurulmuş ve böylece dinin sistematik bir yapıya kavuşması sağlanmıştır.
Ayrıca Goldziher, hadislerin mezhepler veya meşrepler arasındaki çatışmalar nedeniyle üretildiğini savunur. Bu konuda şöyle der: “Rivayetlerin kendileri çatışmalardan doğmuştur ve hadis araştırmalarımın ağırlık noktası, bu çatışmaların etkisiyle rivayetlerin nasıl ortaya çıktığını göstermektir.”2
Aslında Goldziher bilgili bir adamdır. Henüz dört yaşında İbranice öğrenmiş, sekiz yaşından itibaren aslen Yahudi olduğu için Tevrat dersleri almaya başlamıştır. Alexander Scheiber’in editörlüğünde derlenen günlüğünde belirttiğine göre, bu dönemde edindiği Kutsal Kitap merkezli düşünce yapısına ve ideallerine ömür boyu bağlı kalmıştır. On iki yaşında ilk eserini vermiş, on üç yaşında ise Yahudi cemaatine katılım merasiminde dedelerinin inancına bağlılık yemini etmiş ve bu yemini hayatı boyunca unutmamıştır.3
Burada Goldziher’in etnik kökenine vurgu yapmaktan ziyade, onun İslam’a yaklaşımındaki bilimsel objektiflikten uzak tutumunun nedenlerini anlamaya çalışıyoruz. Çünkü Goldziher, hadis kitaplarındaki rivayetlerin Efendimiz (sas) ile ilişkisi olmadığı fikrine yaptığı araştırmalar sonucunda ulaşmış değildir. Aksine, daha en başından “Hadis metinleri Muhammed’e (sas) ait değildir; sonraki yüzyıllarda gelişen olaylarla birlikte uydurulmuştur.” şeklindeki önyargısını bir bilimsel hipotez gibi ortaya atmış ve hadislerle ilgili temel paradigmasını bu önyargıya göre şekillendirmiştir. Araştırmaları boyunca da bu önyargısını terk etmemiştir.
Goldziher’e göre, Müslümanların hadis uydurmaya yönelmesinin temel sebebi Peygamber’in manevi otoritesinden faydalanma arzusudur. Ona göre, Peygamber dönemi doktrini, Hz. Muhammed’e (sas) özel bir konum yüklememiştir; O, yalnızca bir uyarıcıdır ve başka bir görevi yoktur. Peygamber’in bir “örneklik” teşkil ettiği düşüncesi, Goldziher’e göre, Müslümanlar tarafından sonradan İslam’a dahil edilmiştir. Müslümanlar, kendi görüşlerine uygun hadisler uydurarak Peygamber’in otoritesinden faydalanmış, bu şekilde İslam dini zamanla kurumsallaşmış ve düzenli bir yapıya kavuşmuştur.
Goldziher, hipotez görünümlü önyargısını desteklemek adına, hadisler arasından yalnızca kendi görüşüne uygun olanları özenle seçip sözde delil olarak kullanmıştır. Ancak bu süreçte, hadis alimlerinin uyguladığı cerh ve ta’dil prensiplerini veya rical kitaplarındaki kriterleri dikkate almamıştır. Hatta mütevatir olduğu açıkça bilinen hadisleri dahi uydurma olarak nitelendirmeye çalışmıştır.
Sonuç olarak, Goldziher’in hadislere bakış açısı, gerçekten Peygamber Efendimiz’e (sas) kadar sağlam bir senetle ulaşan rivayetlerin varlığını araştırma kaygısı taşımamaktadır. Oysa bilimsel bir yöntem, bu tür bir nesnel yaklaşımı gerektirirdi. Ancak Goldziher İslam, Kur’an ve hadisler üzerine çalışmalarında; nesnel gözlem, veri toplama, hipotez oluşturma, hipotezi sınama ve analiz gibi bilimsel yöntemlerin temel aşamalarını gerektiği gibi uygulamamıştır. Bunun yerine, baştan sahip olduğu önyargıyı doğrulama amacıyla verileri öznel bir şekilde yorumlamış ve ulaştığı sonuçları bu doğrultuda şekillendirmiştir. Bu yaklaşım ise ne pozitif bilimler ne de sosyal bilimler açısından geçerli ve güvenilir kabul edilebilir.
Hadis ilminde bir ravinin doğruluğu, hafızası ve güvenilirliği titizlikle kontrol edilir. Bir hadisin yıllar içinde aktarımında Efendimiz’e (sas) kadar ulaşan senet zinciri büyük bir özenle incelenir. Bu dikkatli yaklaşım sayesinde, senetsiz bilgiye dayanan tarih kitapları, hadis kaynaklarıyla eşdeğer güvenilirlikte görülmemiştir.
Özellikle farz, vacip, sünnet, haram ve mekruh gibi hükümlerin çıkarılacağı ahkam hadisleri, daha ciddi ve sıkı bir disiplinle kontrol edilmiştir. İslami ilimler tarihinde aklı başında hiç kimse sahih hadis kaynaklarını bırakıp sadece tarih kitaplarına dayanarak hüküm vermez. Böyle bir yaklaşım, gülünç bulunur. Ancak Goldziher, Nöldeke ve benzeri bazı erken dönem Oryantalistler, tarih kitaplarındaki rivayetlere itibar ederken helal ve haramla ilgili rivayetlerin zamanla ihtiyaçlar doğrultusunda uydurulduğunu iddia edebilmişlerdir.
Bu iddianın arkasında birkaç sebep yatmaktadır.
Öncelikle Yahudilik veya Hristiyanlıkta, İslam geleneğinde olduğu haliyle sıkı sıkıya denetlenen ve doğruluğunu kontrol etmek için adeta birkaç elekten birden geçirilen bir rivayet-isnad geleneği yoktur. Goldziher bu durumu çok iyi bilmekte ve kendi dininin kaynaklarının güvenilirlikten yoksun olmasından kaynaklanan bakış açısını İslam’a yansıtmaya çalışmaktadır.
İddialarının bir diğer nedeni, Oryantalistlerin bazı uydurma hadislere rastlamış olmaları olabilir. Bu durum, daha çok tarihsel şartlarla ilgilidir. Emeviler ve Abbasiler döneminde, bazı yöneticilerin otoritelerini meşrulaştırmak amacıyla hadis uydurulmasına zemin hazırladığı veya dolaylı olarak bunu teşvik ettiği ifade edilmektedir. Tarihsel olarak bakıldığında, hadis uydurma faaliyetlerinin Hz. Osman’ın (ra) şehadetinden sonra ortaya çıkan grupların kendilerini meşrulaştırma çabalarıyla başladığı görülür. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir gerçek vardır: Hadis usulü ilmi, uydurma rivayetleri sahih olanlardan ayırmak için geliştirilmiş disiplinli bir ilim dalıdır.
Emeviler ve Abbasiler döneminde, bazı devlet adamları zalim veya fasık olsalar da bu zulümler genellikle alimlere yönelik olmuş, ilmin kendisine ulaşamamıştır. Bu ifadeyle şunu kastediyoruz: Yezid gibi zalimler, İmam-ı Azam (ra) hazretlerine zulmeden Emevi ve Abbasi yöneticileri veya Ahmed bin Hanbel (ra) gibi alimlere işkence eden krallar, Kur’an’ın ve sahih hadislerin ifade ettiği hakikatleri örtememiş, o güzellikleri silememiştir.
Hz. Hüseyin (ra) şehit edilmiş, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Ahmed bin Hanbel gibi alimler hapsedilmiş ve işkence görmüş olsalar da hadis ve fıkıh ilimleri bütün haşmetiyle yüzyılları aydınlatmaya devam etmiştir. Bu durum, ilim ehlinin manevi otoritesinin, devlet erkânının maddi otoritesinden daha güçlü olduğunu göstermektedir. İslam’ın ilk yıllarından itibaren sağlam bir ilim geleneği oluşmuştur. Bir kişinin hadis uydurduğunun anlaşılması, onun toplumsal hayatta itibarını tamamen yitirmesi anlamına gelir.
Bu nedenle bazı zalim yöneticiler siyasi veya ideolojik nedenlerle alimlere zulmetmiş, hatta bazı sahabeleri öldürtmüş olabilirler. Ancak Kur’an’a tek bir harf eklemeyi ya da çıkarmayı göze alamamışlardır. Aynı şekilde hadis uydurma gibi bir girişimde bulunmaya bizzat tevessül edememişlerdir. Böyle bir girişimin duyulması, onların dini ve toplumsal otoritelerinin sonu olurdu. Bu gerçeği yöneticiler de çok iyi bilmekteydi.
Goldziher ve Nöldeke gibi isimleri yanıltan bir nokta da şudur: Bu isimler Efendimiz’in (sas) bir hadisinde ilgili konuya dair tam bir çözüm üreten hükümlerinde O’nun fetanetini görememişlerdir. Bu nedenle “Bir meseleyle bu kadar mutabık bir söz herhalde sonradan uydurulmuştur.” gibi bir çıkarımda bulunmuş olabilirler.
Halbuki hadis ilminin köklü geleneği ve senet sistemi hadis uydurma girişimlerinin fark edilmesini sağlamıştır. Ayrıca güvenilir olmayan rivayetlerin İslam ilim geleneğinde tutunmasını engellemiştir. Oryantalistlerin bu süreçleri tam anlamıyla bilmeden yaptıkları genellemeler, hadis ilminin titiz yapısını göz ardı ettiklerini göstermektedir. Bunun da bilimsel bir tutum olmadığı açıktır.
Hadislerin Uydurma Olduğu İddiasının Kökeni
Efendimiz’in (sas) sözlerinin, O’ndan yüzlerce yıl sonra yaşamış insanların dahi yaşadıkları ve yaşayacakları durumlara uygun çözümler sunması, bazı kişilerde şüphe uyandırabilmektedir. Örneğin, 2000’li yıllarda karşılaşılan bir problemin 14 asır önce söylenmiş bir hadis-i şerifle tam olarak çözüldüğünü gören bir kişi, özellikle Batılı bir gözlemci, şu soruları sorabilmektedir: “Acaba bu söz 18. ya da 19. yüzyılda mı uyduruldu? Bu ifadeyi bir filozof, sosyolog ya da bilim insanı dile getirip hadis diye mi yaygınlaştırdı?”
Hadislerle ilgili “sonradan uydurma” iddialarının önemli bir kısmı da buradan çıkmaktadır. Goldziher örneğinde görüldüğü gibi bazı insanlar hadislerin özellikle de Emeviler ve Abbasiler döneminde uydurulduğunu öne sürmektedirler. Buna göre Araplar Efendimiz (sas) ile bir dine kavuşmuşlar, milli birliklerini de sağlamışlardır. Zaman içinde Emevi ve Abbasi yönetimleri ile birlikte ortaya çıkan toplumsal, siyasal, ekonomik ve benzeri ihtiyaçlar doğrultusunda hadisler uydurmuşlar böylece kendilerine tarihsel bir talih yaratmaya çalışmışlardır.
Benzer iddialar, farklı tarihsel süreçlerde de dile getirilmiştir. Örneğin Timur, hakimiyetini güçlendirmek ve meşrulaştırmak için devletini Cengiz Han’ın devletinin devamı olarak göstermeye çalışmıştır. Osmanlılar hakkında da benzer bir durum söz konusudur. Osmanlıların Oğuz soyundan geldikleri kabul edilse de Kayı Boyuna mensup oldukları iddiasının, II. Murat döneminden sonra ortaya çıktığı öne sürülmektedir. Çünkü Kayı Boyuna mensubiyet, devlet kurma meşruiyeti ve diğer toplulukları bu devlete tabi kılma açısından güçlü bir dayanak sağlamaktaydı.
Bu ve benzeri durumlar tarih yazımında sıkça karşılaşılan olgulardır. Ancak daha önce de değindiğimiz gibi tarihi rivayetlerle hadis rivayetleri arasında önemli farklar bulunmaktadır. Hadis ilmi senet zincirine dayalıdır ve her ravinin güvenilirliği titizlikle incelenir. Tarih rivayetlerinde ise bu tür bir senet kontrolü genellikle yapılmamıştır. Müslüman tarihçiler senet kullanmış ancak bu senetler hadis kitaplarındaki kadar detaylı ve sıkı bir denetimden geçmemiştir.
Buna rağmen Goldziher ve Nöldeke gibi öncü oryantalistlerin hadis eleştirileri genellikle tarihi rivayetlere dayandırılmıştır. Bu da, bazı oryantalistlerin hadis ilmi konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıklarını ve önyargılarının ciddi hatalara yol açtığını göstermektedir.
Farklı Görüşlerdeki Oryantalistler
Oryantalistler arasında daha insaflı, yani objektif ve önyargısız bir yaklaşım sergileyen isimler de bulunmaktadır.
Örneğin Johann Fück, Müslüman hadis eleştirmenlerinin tüm iyi niyet ve çabalarına rağmen rivayetlerdeki uydurma unsurların tamamını ayıklayamadıklarını ifade eder. Ancak Fück’e göre bu durum, hadis ilmine duyulan güvenin tamamen yitirilmesi gerektiği anlamına gelmez. Hatta Fück, senet zincirlerinde genellikle Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) gibi yaşça büyük sahabiler yerine daha genç sahabilerin yer almasının, isnatların (senet zincirlerinin) gerçekliğine bir delil olduğunu belirtir. Ona göre, hadislerin büyük çoğunluğu uydurma olsaydı, en önemli sahabiler kaynak olarak gösterilirdi.(4)
Benzer şekilde, bazı araştırmacılar, Endülüs’ten Buhara’ya kadar uzanan geniş İslam coğrafyasında binlerce hadis aliminin aynı metodu kullanarak bir sistem oluşturup bunu sürdürdüklerine dikkat çekerler. Bu geniş coğrafyada farklı devletler ve kültürler bulunmasına rağmen, aynı metodolojinin uzun süre boyunca tutarlı bir şekilde uygulanması, bu sistemin tamamen uydurmaya dayalı olamayacağını gösterir.
Bu düşünce oldukça mantıklıdır. Farz-ı muhal, bir hadis zincirindeki ilk kişiye (Batılıların bakış açısıyla) yalancı denebilir. Ancak senet sistemiyle aktarılan bilgilerdeki tutarlılık, bu zincirin geniş bir coğrafyada ve uzun bir zaman diliminde kesintisiz sürdürüldüğünü kanıtlar. Böylesine büyük bir yalanın, ayrım yapılmaksızın, tüm bu şartlar altında devam ettirilmesi mümkün değildir.
Ayrıca bu durum, hadislerin aktarımında belirli bir metodolojinin varlığına işaret etmektedir. Bir grup insan belirli bir şehirde topluca yanlış bir bilgi yayabilir veya bir olayı inkar edebilir. Ancak böylesine geniş bir coğrafyada, sistemli ve metodik bir aktarımı sürdürmek, senet sisteminin ciddiyetini ve doğruluğunu ortaya koymaktadır.
Senet-İsnad Yönteminin Bilimsel Yönü
Hadis ilmindeki senet metodu, bilimsel açıdan oldukça dikkat çekici ve hayranlık uyandırıcıdır. Modern bilimsel yöntemlerin temelinde de bu tür sistematik yaklaşımlar vardır.
Senet sistemine ek olarak cerh ve ta’dil yöntemi, bu alana ayrı bir derinlik katmıştır. Ancak bu yöntemin Batılılar tarafından ne ölçüde anlaşıldığı, değerlendirildiği ve uygulanabildiği tartışmaya açıktır. Örneğin, hadis literatüründe “siyah sancaklılar hadisi” olarak bilinen bir rivayet dikkat çekicidir. Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur:
“Biz öyle bir ev halkıyız ki, Allah bizim için ahireti dünyaya tercih etmiştir. Benim Ehl-i Beytim muhakkak benden sonra bela, kovulma ve sürgüne uğrayacaktır. Nihayet, beraberinde siyah bayraklar bulunan bir kavim doğu tarafından gelecek ve hayır (hükümdarlık) isteyecekler. Ancak istekleri yerine getirilmeyecek. Bunun üzerine savaşacaklar ve onlara (Allah tarafından) yardım edilecek. Sonunda istedikleri (hükümdarlık) kendilerine verilecek, fakat bunu kabul etmeyip emirliği Ehl-i Beytim'den bir adama tevdi edecekler. Bu emir, insanların yeryüzünü zulümle doldurdukları gibi adaletle dolduracaktır. Kim o güne yetişirse, kar üstünde emeklemek suretiyle de olsa onlara katılsın.” (5)
Bu hadis, özellikle Abbasiler dönemini düşününce çok dikkat çekmiştir. Çünkü Abbasilerin bayrakları siyahtır. Batılı araştırmacılar genellikle bu tür hadisleri şöyle yorumlamaktadır: “Bu hadis, Abbasiler iktidarı kazandıktan sonra, onların meşruiyetini desteklemek için uydurulmuştur.”
Ancak bu konudaki başka bir ihtimal üzerinde hiç durulmaması ilginçtir: Bu hadis, Abbasiler iktidara gelmeden önce zaten mevcut olabilir. Abbasiler ise kendilerini bu figürle özdeşleştirmek için siyah bayrağı özellikle seçmiş olabilirler. Bu durum, Batılı araştırmacıların hadisleri ele alış biçiminde farklı yaklaşımlar sergilediklerini göstermektedir. Araştırmacıların anlayışları, insafları ve yorumları, içinde bulundukları bağlam ve sahip oldukları bilgiye göre değişiklik göstermektedir.
Hadislerin teknik yönleri üzerine çalışan bir kişi, iman etmese bile bu alanda anlamlı ve değerli çalışmalar yapabilir. Örneğin, bir İngiliz Hristiyan tarafından hazırlanan hadis sözlüğü, uzun süre hadis taramalarında en güvenilir kaynaklardan biri olmuştur. Benzer şekilde, Fransız araştırmacılar hadis indeksleri üzerinde çok önemli çalışmalar yapmışlardır. Teknik meselelerde yaratıcı ve bilimsel düşünceler geliştirmek için iman şart değildir.
Ancak hadislerin gerçekliğine inanmayan biri, genelde bu çalışmaların bir masal veya hayal üzerine inşa edildiğini düşünür. Bu bir anlamda, Yüzüklerin Efendisi evreninde yer alan bilgileri incelemeye benzetilebilir. Örneğin, “Elfler uzun yaşar, cüceler kısa boyludur.” gibi bilgilerin gerçek dünyada bir karşılığı olmadığını bilmek, bu bilgileri anlamayı ya da düzenlemeyi engellemez. Ancak bu durum, kişinin ele aldığı konuyu yalnızca bir kurgu olarak değerlendirdiği gerçeğini değiştirmez.
Rical Tenkidindeki Sübjektiflik ve Alınan Önlemler
Sosyal bilimler, doğaları gereği pozitif bilimler kadar kesin ve nesnel olamazlar. Bu nedenle sübjektifliğe açıktırlar. Bu bağlamda, rical tenkidi ve cerh-ta’dil uygulamalarında da belirli bir oranda sübjektiflik bulunabilir. Ancak bu, rical tenkidinin bilimsel bir değer taşımadığı anlamına gelmez. Aksine rical tenkidi; tarih, psikoloji, sosyoloji ve antropoloji gibi birçok sosyal bilim dalına kıyasla nesnelliğe daha yakındır. Çünkü saydığımız disiplinler henüz bir metot birliğine varamamışlardır ancak rical tenkidi geniş bir coğrafyada ve yüzyıllar boyunca sistemli ve disiplinli bir şekilde uygulanmıştır.
Rical tenkidi ve hadis usulü, gelişmeye açık bir disiplindir. Bu da onun mükemmel ve kusursuz bir yapıda olmadığını gösterir ki bu durum tüm bilim dalları için geçerlidir. Sosyal bilimlerde aşılması gereken en büyük sorunlardan biri olan sübjektiflik, hadis ilminde cerh ve ta’dil yöntemiyle önemli ölçüde giderilmeye çalışılmıştır.
Hadisçiler, hadis ilminin oluşum döneminden en yetkin olduğu dönemlere kadar sübjektiflik sorununa karşı bazı önlemler almıştır. Bu önlemlerden biri, rical tenkidinin bir içtihat meselesi sayılmasıdır. Bu yaklaşım, hadis tenkitçilerinin birbirlerinin eleştirilerine saygı göstermelerini sağlamıştır.
Bu durum oldukça önemlidir, çünkü her bir hadis eleştirmeni aynı zamanda bir hadis derleyicisidir. Bir muhaddis, topladığı bilgilerin nerede ve nasıl kullanılacağını kendisi belirler. Bu bilgiler mutlak ve kesin doğrular olarak kabul edilmez; aksine, ciddi kontrollerden ve testlerden geçirilir.
Aşırı sübjektifliği önlemek adına alınan en önemli tedbirlerden biri de ravilerin adalet (ahlaki dürüstlük) ve zapt (hafıza gücü ve rivayet aktarımı) özelliklerinin ayrı ayrı değerlendirilmesidir. Bu yaklaşım, cerh ve ta’dil uygulamalarında meselelerin kişiselleştirilme riskini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır.
Sonuç olarak, hadis ilminde kullanılan yöntemler, özellikle objektiflik ve sübjektiflik bağlamında ele alındığında, Batıdaki sosyal bilimler kapsamında rahatlıkla kabul edilebilir bir sistemdir. Hadis ilmi, metodolojik olarak sosyal bilimler alanı için son derece iyi bir seviyeye sahiptir. Nitekim hadislerin çoğunun sonradan uydurulduğunu iddia eden Batılı araştırmacılar olduğu gibi (ki bu iddialar genellikle taraflı bakış açılarından kaynaklanmaktadır), hadislerin gerçekliğini kabul eden ve sahih olanların uydurmalarından ayırt edilebileceğini savunan oryantalistler de bulunmaktadır.
Hadis ilminin temel amacı, Efendimiz’in (sas) mübarek sözlerini en doğru şekilde tespit etmek, bunları en güvenilir yöntemlerle kaydedip aktarmaktır. Bu süreçte sosyal bilimlerin yöntemlerinden faydalanmak mümkündür. Ancak bilimsel yöntemlerin henüz mevcut olmadığı bir dönemde, hadis alimleri son derece sağlam ve disiplinli bir metot geliştirerek hadislerin günümüze kadar ulaşmasını sağlamışlardır.
Öte yandan, sosyal bilimlerin pozitif bilimler kadar yüksek bir objektiviteye sahip olmadığı unutulmamalıdır.Üstelik hadis ve cerh-ta’dil gibi ilimler de yöntem açısından gelişmeye açık disiplinlerdir. Bu nedenle, mevcut birikimden faydalanarak daha objektif, daha sağlam ve daha gelişmiş bilimsel yöntemlerle hadisleri ele almak ve bu alanda ilerleme kaydetmek mümkündür.
Allah Teala’dan ilmimizi artırmasını, Kur'an ve sünneti en iyi şekilde anlayıp hayatımıza uygulamayı bizlere nasip etmesini diler ve dileniriz.
1 I. Goldziher, Muhammedanische Studien, II, 5; Vorlesungen, s. 37, 39 (Aktaran: Talat Koçyiğit, Goldzıher'in Hadisle İlgili Bazı Görüşlerinin Tahlil ve Tenkidi, AÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1967, Sayı: 15, sf: 43
2 DİA, Goldziher maddesi
3 Tagebuch, s. 23-36
4 Aktaran; Hüseyin Akgün, Hadislerin Otantikliği Hususunda Bazı Oryantalistlerin Görüşleri ve ‘Hadisin Özü’ (Kern, Core) Kavramı, Hikmet Yurdu Dergisi, Yıl: 8, C: 8, Sayı: 15, Ocak – Haziran, 2015/1, ss. 75 - 97
5 İbn Mace, Fiten, 34